• Sonuç bulunamadı

III. BÖLÜM: MİLLİ MÜCADELE’NİN NİTELİĞİ VE ROMANA

4.4. SOL YAKLAŞIMI YANSITAN ROMANLARDA KURTULUŞ SÖYLEMİ

4.4.1. YENİDEN DOĞUŞUN DESTANSI ANLATILARI: TOZ DUMAN

4.4.1.2. Emperyalist İşgalcilerden Kurtuluş

Türkiye’de köyden beslenen sol edebiyat anlayışının Kurtuluş Savaşı konusunda roman alanında verdiği ürünlerin bir boyutunu yukarıda bahsettiğimiz feodal düzene karşı çıkma ve ondan kurtulma şeklinde özetleyebiliriz. Kurtuluş Savaşı romanlarının ikinci ve önemli bir boyutunu da Emperyalist güçlerin sömürgesi olmaktan kurtulma mücadelesi oluşturur.

Türk Edebiyatında Batı, Tanzimat’tan bu yana olumsuz yönleriyle işlenen bir konu olmuştur. Bizim kültürümüze, dinimize yabancılık, farklı bir dünya görüşünün ürünü olma gibi nedenlerle Tanzimat romanında Batıcı olmak isteyenler kıyasıya eleştirilmiştir. Cumhuriyet Dönemine gelindiğinde Batı karşısında ne yapacağını şaşırmış Türk insanı veya Batı’yı olduğu gibi benimsemeye çalışan tiplerin olumsuz bir sonuçla tamamlanan hikâyeleri anlatılır olmuştur. Bu arada Türk Edebiyatının Batı’yla imtihanında Milli Mücadele bir dönüm noktası oluşturur. 150-200 yıllık bir süreçte devlet politikası haline gelmiş olan Batılılaşma savaş sırasında düşman şekline bürünerek karşımıza çıkmıştır. Edebiyatın bu çatışmaya verdiği tepkiler farklı olmuştur. Kimileri düşmanın Batı değil kendi içimizde olduğunu vurgularken bazıları Batı’nın kendisinin bir şer odağı olduğunu ve derhal bu hastalıktan kurtulmak gerektiğini söylemiştir.

Bahsettiğimiz bu karmaşık yapı içerisinde Türkiye’de sol siyasetin ve edebiyatın Batı karşısındaki en büyük dayanağı onun kapitalizm temelinde bütün dünyada kurmaya çalıştığı sömürü düzeninin yıkılması fikri olmuştur. Bu düzen tehlike altında bulunan ülkelerde basit siyasi manevralarla değiştirilebilecek bir düzen olarak görülmemiştir. Diyalektiğin yasaları gereği düzeni değiştirebilecek olan kesim onun mağdurları yani halktır. Kurtuluş Savaşı bu söylemi geliştirmede önemli bir fırsat oluşturmuştur. Feodal düzenden zaten bıkmış olan halkın bir de Emperyalistlerle karşı karşıya gelince elinde tek çıkar yol olarak savaşıp devrim yoluyla yönetimi ele geçirmek ve kendi devletini kurmak kalmıştır. Bizde sol romanlarda Kurtuluş Savaşı bu gözle değerlendirilir. Dolayısıyla daha önceden

Milliyetçi ve İslamcı görüş tarafından farklı şekillerde olumsuzlanan Batı bu sefer işgalci konumu nedeniyle olumsuzlanır dahası düşman olarak görülür. Sonuç olarak bizde köy çevresinde gelişen kurtuluş romanlarının iki yönüyle somutlaştığı görülür . Birinci yönü gericilikle mücadele başlığıyla resmi ideolojiyle birleşir. İkinci yönü ise emperyalistlerle mücadele başlığıyla solun enternasyonal yönüyle birleşir. Böylece bir yandan ülke şartlarına uyan bir yandan da evrensel olma özelliğini muhafaza eden bir anlayış ortaya koymaya çalışılır.

İncelediğimiz romanlarda karşımızda somut olarak savaştığımız düşman aslında Yunan ordusudur. Ancak arkasında bulunan ve onu bir maşa olarak kullanan kuvvetler ise asıl düşman olan Emperyalist güçlerdir. Savaşa katılan en alt düzeydeki neferden üst rütbedeki subaylara kadar herkes bunun bilincindedir. Düzenli orduya katıldıktan sonra kendi aralarında sohbet eden Molla Mahmut ve arkadaşları arasında bu konu şu şekilde dile getirilir:

-Yonan geldi. Yonan ilerliyor. Nereye kadar gelecek? Dur hele dur geldiğin gibi geri gideceksin. Öyle bir şamar yiyeceksin ki anadan doğduğuna pişman olacaksın.

-Kendine kalsaydı gelmezdi kötü Yonan da kim oluyor? İngiliz, Fransız yolladı onu. Kış kış ettiler. O da kendini aslan zannetti. Fino köpeği olduğunu unuttu. (c.II: s. 36)

Yazar bu durumu sadece Türklerin ağzından değil işgalcilerin ağzından da teyit eder. Ülkeyi işgal etme amacındaki Yunan subayları da kendi sömürgeci amaçlarının bilincindedir. Böylece savaşın sömürgeci yönü de vurgulanmış olur. İki Yunan subayı arasında şu diyalog geçer:

-Doğa kuralıdır, hazmederek yemek gerekir. İyi bilmediğimiz bu topraklarda fazla ilerlemek, halkın durumunu dikkate almamak çok tehlikeli olabilir. …

-Bu konuda bizim fikrimizi sormadılar genç arkadaşım. Asker aldığı emri yapar o kadar.(c. II: s.128)

Türk subayları kendi aralarında ve askerlerle yaptıkları konuşmalarda sürekli olarak bu durumu dile getirirler. Yüksek rütbedeki askerlerin ağzından savaşın antiemperyalist bir savaş olduğunun dile getirilmesi savaşı yürüten resmi otoritenin de böyle düşündüğünü vurgulamak amacıyla sık sık tekrarlanan bir durumdur. Böylece savaş hem resmi otoritenin (Atatürk ve arkadaşlarının) hem de halkın

üzerinde ittifak ettiği şekilde ülkeyi işgale gelen, malımızı mülkümüzü elimizden alıp bizi köleleştirmeye çalışan dış mihraklara karşı yürütülen bir savaş olarak tanıtılır. Romanda askeri eğitimler sırasında sık sık askerlerle bu konuyu konuşan Teğmen Galip öğretmen okulunu yeni bitirmiş ve sonra savaşa çağırılmış bir subaydır. Neferlerle konuşan resmi gücün görünen yüzü konumundaki bu genç subay onlara savaşılan güçlerin kimler olduğunu ve ne yapmaları gerektiğini hatırlatır:

Bizi emirlerinin altına alıp ezmek istiyorlar. Yurdumuza onun için girdiler. Eğer silkinip kovamazsak bizi esir edecekler. Köle gibi çalıştıracaklar. Varımızı yoğumuzu elimizden alıp yiyecekler. Evlerimize oturacaklar, tarlalarımızı sahiplenecekler…

Oysa biz buna lâyık değiliz. Yaralı bir arslan düşünün. Yere uzanmış... Sırtlanlar tilkiler başına çökmüş, kimisi kulağını ısırıyor, kimisi bacağını çekiyor. Biz şimdi bu durumdayız. Ayağa kalksak da bir pençe sallasak, her biri toz olacak. Kaçıp soluğu ininde alacak. Yaralı arslan derin derin soluyor, ayağa kalkmaya çalışıyor. Az kaldı, kalkacak... Yunan nedir ki, bir sırtlan. Gelmiş toprağımıza girmiş. İngiliz Fransız sırtını sıvazlamış, arkanda biz varız, git başına çök demiş. Onlar da gelmişler önce İzmir'e çıkmışlar. Bakmışlar ki bizde ses yok. İyice şımarmışlar, içerilere doğru yürüyorlar. Yürüsünler bakalım (c.II: s. 90-91).

Bunu yaparken yazarın bazen romanda gerçekçilik sınırlarını zorladığı görülür. Murat Belge’nin (1998: 83) Türk aydınının politik ideolojisinin ne kendi durumlarını ne de toplumun durumunu doğru yansıtan bir yapıya göre kurabildiğini ancak aydınlarımızın bunu yaptıklarına kendilerini inandırdıkları tespitini doğrular nitelikte bir durum İncelediğimiz romanın ikinci cildinde ortaya çıkar. Askerler arasında Demirci Bekir Usta adında birisi belirir. 1920 yılında Anadolu’nun ücra bir köşesinde doğru dürüst okuma yazma bilenlerin sayısının toplumun yüzde onunu geçmediği bir dönemde Demirci Bekir Usta sanki bir ideologmuş gibi ortaya çıkar. Yazarın muhtemelen halkın ulaştığı devrim bilincini vurgulamak için seçtiği bu figür az önce Belge’nin de belirttiği gibi politik ideolojinin yansıtılması adına toplumun durumunun doğru yansıtılması ilkesini çiğner. Halk hareketinin sadece köylülerden oluşmasını yeterli görmeyen yazar bir de işçi sınıfının bir temsilcisi ağzından savaşın antiemperyalist yönünü vurgulamaya çalışır. Bu demirci ustası etrafında topladığı askerlere devrimcilik dersi vermeye başlar:

Biz proleteriz arkadaşlar, dedi. Yani çalışan insanlarız. Emeğimizle geçiniriz. Buğday ekeriz, pamuk yetiştiririz, demir döveriz, taş yontarız, duvar öreriz... Böyle çalışan insanlara proleter derler. Teğmen öğretmenmiş, o da bizden. Bizim gibi emekçi. Dünyada bir de ayrı tür insanlar var. Onlar oturur, çalışan insanların alın terini yerler. Bit gibi sırtımızdan geçinirler. Bizi sömürürler. Uzağımızda olurlar, yakınımızda olurlar, fark etmez. Şimdi bu savaş, sömürenlerle sömürülenlerin savaşıdır. Bizim mutlaka ka- zanmamız gerek. Neden derseniz, sömürgeciler bizi daha iyi sömürebilmek için açtılar bu savaşı. Yunanlıları silâhlandırıp, donatıp üstümüze saldırttılar. Şimdi biz, tüm millet birleşip kendimizi savunuyoruz. (c.II: s. 396).

1960 - 1970’li yılların siyasi ikliminin heyecanında romanlarda buna benzer durumlar sıkça yaşanmıştır. Bu yıllarda ülkenin gündeminde Soğuk Savaş dolayısıyla epeyce yer tutan Amerika Antiemperyalist söylemin siyasi arenada beslendiği en önemli kaynak konumundadır. Ancak 1920’li yılların anlatıldığı Kurtuluş Savaşı romanlarında Amerika’nın ismi ya az geçer ya da hiç geçmez. Bu durum çalışmamızda incelediğimiz romanlar için de geçerlidir. Amerika’nın ismi iki ciltte de hiç geçmemiştir. Ancak savaş yıllarında “Manda” polemiği ile gündeme gelen Amerika’nın romanların yazıldığı dönemin ortamı göz önünde bulundurulduğunda gözden uzak tutulması bir eksiklik olurdu. Amerikan Mandasına net bir dille karşı çıkan mücadelenin yönetici kadrosunun antiemperyalist ilan edilmesi için yeterli olmasa da geçerli bir sebep ortaya çıkmıştır. Bu fırsat incelediğimiz romanlarla benzer bakış açılarıyla yazılmış Kurtuluş Savaşı konulu bazı romanlarda az da olsa değerlendirilmiştir. Erol Toy’un “Toprak Acıkınca” romanında bu konunun halk içinde tartışılıyor olması konumuz açısından ilgi çekicidir:

-Nedir bu Amerikan Mandası?

-İstanbul’daki arkadaşların anlattığına göre bir kadife elmiş. Amerika bizi himayesi altına alacak. İçişlerimizde yine kendimiz muhtar olacağız. Karaları kendimiz vereceğiz. Ama dışişlerimiz söz konusu olduğunda bizim adımıza Amerika Birleşik Devletleri karar verecek. Şimdi öyle mi ya. İçişlerimizi de dışişlerimizi de yenenler yönetiyor. Böylelikle birinden kurutulmuş olacağız bunun.(Toy, 2012: 248)

……….

Topal Ali, ilkin konuşmaları izlemek istedi. Başaramadı. Sözler bir mırıltı halinde yükseliyor ve hemen anlamını yitiriyordu. İçinden pek çok şey geçiyor. Kimmiş bu Amerika, neyin nesiymiş koruma? Biz kendimizi

korumaktan korkuyor muyuz gibi sorular dönemiyor başının içinde. (Toy, 2012: 253)

Özellikle Amerikan karşıtlığının yoğunlaştığı 1970 döneminde Kurtuluş Savaşı’ndaki “Manda ve Himaye” tartışmalarının romanlarda antiemperyalist söylem adına bu şekilde kullanılması, dönemin romancıları için içinde bulundukları durumu açıklamada ve söylemlerini güçlendirmede önemlidir.

Antiemperyalist söylemin Kurtuluş Savaşı’nın bizi köleleştirmeye gelen dış düşmana karşı yapılmış olduğu tezi eleştirilere de maruz kalmıştır. Başkaya’ya göre (2011: 46) Osmanlı Devleti emperyalist paylaşım savaşının mağduru değil bir parçasıdır. Çünkü o da savaşın başında paylaşımdan hissesini almak maksadındadır. Yine genellikle "Kemal Tahirciler" diye anılan bir sol grubun başını çektiği görüşe göre, Kurtuluş Savaşı antiemperyalist bir savaş değil, bir Türk-Yunan savaşıdır. Zamanın bir numaralı emperyalist devleti İngiltere ile uzlaşıcıdır. Bu uzlaşıcılık hem yönetici seçkinlerin Batı’yı kendilerine model olarak almalarından, hem de Kurtuluş Savaşı’nı yöneten koalisyonun sınıfsal yapısından ileri gelmektedir. Bu savaş işgalcilere değil, azınlıklara karşı başlamış bir savaş olarak görülür (Oran, 1999: 162). Kemal Tahir’in Yol Ayrımı romanında bu mesele üzerinde durulmuştur. Kendi görüşlerini roman kahramanlarının ağzından doğrudan bir sosyal ya da siyasal tespit olarak aktarmasıyla tanınan yazar bu üslubuyla roman kahramanlarından Doktor Münir aracılığıyla tespitlerini bize aktarır:

…Çünkü Anadolu-Yunan savaşı belletilmek istendiği gibi, bin yıllık tarihimizden ayrı bir Milli Kurtuluş Savaşı değildir. Bin yıldır süren Doğu- Batı boğuşmasının yüzlerce savaşlarından biri, hem de küçüklerinden biridir. Böyle bir savaşı kazanmak, bin yıllık tarihin biriktirdiği hesabı kapatmaya yetmez ki, iktidarı gerçek iktidar olsun, sağlamca sürdürülebilsin! Bir düşünsene... Osmanlı imparatorluğunu kurup yaşatmış Anadolu halkları için, ne utandırıcı bir sözdür, Yunan savaşına Kurtuluş Savaşı demek... Bu savaşa, İstiklal Savaşı da, hâşâ, denemez! (Kemal Tahir, 1998: 341).

Kemal Tahir gibi resmi söylem ile yıldızı pek barışmayan solcu aydınların varlığı bizim için tek bir sol siyaset ya da edebiyattan bahsetme imkânını kısıtlamaktadır. Ancak bu ve bundan önceki bölümde romanlar bağlamında bahsettiğimiz Kurtuluş Savaşı manzarası Ortodoks sol siyaset ve edebiyat açısından kabul gören hatta iddia edilen bir gerçekliktir.

SONUÇ VE ÖNERİLER

Tarihin babası olarak adlandırılan Heredotos’tan bugüne tarih, farklı tanımlamalarla izah edilmiştir. Tarih, bazen edebi bir anlatı mahiyetinde bazen ise pozitivizmin kuralcı anlayışına uyarak doğa bilimlerinin işleme şeklini benimsemiş bir tarzda karşımıza çıkmıştır. 19. yy’ın katı pozitivist anlayışının özellikle beşeri bilimlerde önemini kaybetmesiyle birlikte tarih alanında da farklı yorumlara imkan doğmuştur. Tarihin geçmiş bilgileri nesnel, olduğu gibi aktaramayacağının kabul görmesi ve tarih yazımında da bu tavrın belirginleşmesi tarihi öznel anlatılara yaklaştırmıştır.

Tarihi romanlar böyle bir zeminde doğmuştur. Geçmişte olanın hiçbir zaman tam anlamıyla bilinemeyeceği anlayışı tarihçiler kadar tarihi romancıları da etkileyen bir görüş olmuştur. Öyle ki kimi zaman tarihi romanlar tarihin bıraktığı boşlukları doldurma iddiasında olmuşlardır. Böylece tarihi romanlar tarih kadar tartışılır bir tür haline gelmişlerdir. Bazen tarihi romanlar tarih öğreten bir ders kitabı gibi algılanmış, edebi yönü bir tarafa bırakılarak bilimselliği tartışılmıştır. Tarihi romanların diğer roman türleriyle kıyaslandığında tartışmaya daha açık bir tür olduğu kabul edilebilirse de bu onun edebi değerinin az olduğu ve diğer disiplinler tarafından incelenmesinin daha doğru olduğu anlamına gelmemelidir.

İlk örnekleri Avrupa’da verilen ve daha sonra bizim edebiyatımızda boy gösteren tarihi romanların daha ilk örneklerinden itibaren sadece edebi kaygıyla yazılmadığı da bir gerçektir. Avrupa’da ve Türk edebiyatındaki ilk örneklerinde milliyetçiliğin izleri çok net bir şekilde görülen tarihi roman çeşitli sosyo-politik alanlarla organik bağını hiç kesmemiştir. İçinden çıktığı siyasi kültürün bir ürünü olduğunu göstermiş ve böylece diğer disiplinlerle sürekli ilişki içinde olmuştur. Tarihi roman üzerine yapılacak sosyolojik incelemelere kaynaklık edecek veriler, tarihi romanın sürekli olarak çeşitli dünya görüşlerine sahip yazarlar tarafından kullanılması nedeniyle hep var olmuştur.

Yakın dönem Türk tarihinin en önemli olayı diyebileceğimiz Kurtuluş Savaşı hala zihinlerde tazeliğini korurken onun geçmişte ve bugün siyasi, sosyal ya da kültürel alanda gerçekleştirilecek her türden etkinliğe kaynaklık etmesi veya yarın

edecek olması kendi öneminin yanı sıra bu kaynaklardan yararlanan çevrelerin kimliğinden de ileri gelmektedir. Bu düşünceden hareketle Kurtuluş Savaşı’nın siyasi ve edebi yönlerini romanlar aracılığıyla incelediğimiz bu çalışmada anahtar bir kavram olarak kullandığımız “Kurtuluş Söylemi” bağlamında bazı sonuçlara ulaşılmıştır.

İlk olarak şunu söyleyebiliriz ki romanın gerçekleri yansıtması tezi incelediğimiz romanlarda siyasal gerçeklik açısından doğrulanırken toplumsal gerçeklik açısından tam olarak karşılığını bulmamıştır. Siyasi gerçekliğin yansımasını net olarak görebildiğimiz bu romanlarda toplumsal gerçeklerin siyasi gerçekler tarafından perdelenerek kimi zaman yok sayıldığı kimi zaman da üstün körü biçimde yansıtıldığı görülmüştür. Ortaya çıktığı ilk günden bu yana siyasetle imtihan içinde olan Türk romanı incelediğimiz bağlamda edebiyat açısından kötü ancak siyaset açısından iyi bir imtihan vermiştir.

Kurtuluş söylemi bağlamında ele aldığımız ilk romanlar Cumhuriyetin sıcaklığıyla yazılan romanlar olmuştur. İncelediğimiz Yeşil Gece ve Vurun Kahpeye romanları “Cumhuriyet” gerçeğinin içinden çıkmıştır. Bu nedenle bu romanlarda Milli Mücadele’nin dış düşmandan değil iç düşmandan kurtulmak için yapıldığı tezi öne sürülmüştür. İç düşman kapsamı Cumhuriyet rejiminin düşmanları ile özdeşleştirilmiş böylece istenilen düşman profili oluşturulmuştur. Osmanlı toplumsal yapısının bel kemiğini oluşturan bu düşmanlar savaştığımız dış düşmandan daha tehlikeli olarak değerlendirilmiştir. Bunların içinde kurumsal olarak medreseler, tekke ve dergahlar sayılabilir. Kişisel olarak ise medrese hocaları, softalar, medresede yetişen talebeler, toplumda dini kesimlerin temsilcisi olarak görülen hoca ve hacı gibi kimseler bu kapsamdadır. Mekansal olarak ise Anadolu’nun köhnemiş, eskimiş kırsal bölgeleri ile buralarda yaşayan vatan-millet sevgisi gibi duygulardan habersiz, düşmanla savaşmak bir yana kendisi düşman haline gelmiş cahil köylüler Kurtuluş Söylemi’nin muhataplarıdır. Romanlarda bahsettiğimiz bu kişi kurum ve mekanlar birbirlerinden bağımsız olan değil birbirlerini besleyen düşmanlardır. Bu nedenle incelediğimiz romanlarda Milli Mücadele bunların hepsinden kurtulmak amacıyla yapılmış bir inkılap hareketi olarak sunulmuştur.

İkinci sırada incelediğimiz romanlar Milliyetçilik fikrinin beslediği dünya görüşü ile kaleme alınmıştır. Küçük Ağa ve Firavun İmanı romanları ilk dönem romanlarından yaklaşık kırk yıl sonra yazılmıştır. 1960 ve 1970’li yılların derin siyasi kavgalarını net biçimde yansıtan bu romanlarda Kurtuluş Söylemi bu kavgaların arasında şekillenmiştir. Bir yandan bir önceki dönemdeki romanlarda düşman olarak yansıtılan kişi ve kurumların aslında öyle olmadığı düşüncesini barındıran bu romanlar bir yandan da gerçekte savaşın kimlerden kurtulmak için yapıldığı sorusuna cevap vermeye girişmiştir. Milliyetçi çizgideki romanlar taşıdıkları İslami hassasiyetle Türk-İslam çizgisinin belirlediği bir kurtuluş anlatısı geliştirmiştir. Düşman profilinin dışa kaydığı bu romanlarda Müslüman-Türk’ün gayri müslim azınlıklar ve onların destekçilerine karşı verilen bir kurtuluş mücadelesi anlatılmıştır. Burada düşman yıllarca içlerinde yaşadığı iyilikten başka bir şey görmediği Türklere karşı ihanet içerisinde olan azınlıklar ve Batı’nın bir maşası olan Yunanlılardır. Mücadelenin milli yönünü de bunlara karşı yapılması oluşturur.

Öte yandan romanların yazıldığı yıllardaki siyasi ve sosyal ortamın bir yansıması olarak milliyetçi çizgideki romanlarda bir başka düşman aslında ezelden düşman olan Ruslar’dır. Uyguladıkları politikalar ve iç destekçileri ile 1970’li yıllarda milliyetçi tehdit algısında ilk sıraya yükselen “Moskoflar” Milli Mücadele dönemini anlatan romanlara da konu edilmiştir. Ülkeyi kurtarmak için Batı karşısında bize destek oldukları, karşıt görüşlü yazarlar tarafından sıkça dillendirilen Bolşevikler, milliyetçi söylemde daha Kurtuluş Savaşı sırasında düşman olarak görülmüştür. Amaçları ise İslam dinini ve Türk milletini ortadan kaldırmaktır. Dolayısıyla dini ve milleti uğruna savaş veren Türklerin kurtulması gereken bir diğer düşman Komünist Moskoflar olmuştur. Moskoflar ülke içindeki emellerine ulaşmak için işbirlikçileri kullanır. Bunların çoğu “aydın” kesimden insanlardır. Bu şekilde çizilen manzara ile roman 1920’lerdeki siyasi şartların 1970’lerin durumunu açıklamada şahit pozisyonuna taşınır.

Üçüncü ve son bölümde 1960 – 1970’lerde hız kazanan köy kaynaklı sol romanların Kurtuluş Savaşı’nı konu edinenleri incelenmiştir. Toz Duman İçinde ve

Vatan Dediler romanları hem köyü hem de savaşı anlatması nedeniyle yazarına oldukça geniş bir hareket alanı sunmuştur. Bu romanlarda Milli Mücadele’nin içeride gerici ve mütegallibe sınıfının oluşturduğu bir ittifaka dışarıda ise emperyalist emeller taşıyan batı devletlerine karşı yapıldığı tezi vurgulanmıştır. Romanlarda tezin daha iyi vurgulanması için köyde süregiden toplumsal düzenin tarifine önem verilmiştir. Köylüyü ezen, sömüren devlet, din adamı sınıfı ve ağalar romandaki başlıca düşmanlardır. Savaş sonucunda yapılacak devrimle ülke içerisinde ilk olarak bunlardan kurtulmak gerekmektedir. Bunun için sol söyleme uygun olarak kurtuluş hareketi ezilen halkın başkaldırısı şeklinde tarif edilmiştir.

Bu romanlarda savaşın bir başka amacı ise emperyalistlerin işgalinden kurtulmaktır. Milli Mücadele’nin lider kadrosundan başlayarak aşağıya doğru herkes bu amaca ulaşmak için savaşmaktadır. Romaların yazıldığı 1970’li yılların siyasi ortamının birebir etkisini taşıyan bu söylem solun kendisine daha geniş bir hareket alanı bulma çabasını yansıtmaktadır. Başında Atatürk’ün bulunduğu bir hareketi kendi görüşlerine dayanak olarak kullanmak o dönemde meşruiyeti sağlamak açısından en kolay yol olarak görülmüştür. Böylece milliyetçilerin siyaset ve edebiyatta solda açtığı yaraları kapatma imkanı aranmıştır.

Milli Mücadele üç farklı dünya görüşünden üç farklı şekilde değerlendirilirken bu değerlendirmeler arasında çeşitli benzeşmeler ve yaklaşmalar da görülmüştür. Bunların içinde en göze batanı Kemalist söylem ile Sol söylem arasındaki yakınlaşmadır. Her iki söylemde de Kurtuluş Savaşı’nda karşı tarafın aynılığı dikkat çekicidir. Osmanlı geçmişinden kurtulmak için onu oluşturan omurganın yok edilmesi yönündeki görüş iki yaklaşım açısından da benimsenmiştir. Bu nedenle dini dünya görüşünün beslediği toplumsal yapının bir devrimle yok edilmesi için her iki görüşte de Kurtuluş Savaşı iyi bir başlangıç olarak görülmüştür. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki sol söylemde taraflar sosyo - ekonomik temelli