• Sonuç bulunamadı

Bülent BULDUK23

Özet

En başından beri sanat/sanatçı diye tanımlanan özerk bir alanın olmadığı bilinir. Antik dönemlerden Rönesans'a kadar ve hatta bu dönemde de devam etmekle birlikte derici, kunduracı, ciltçi gibi el işçileriyle birlikte üreten ve aynı kategoride değerlendirilen zanaatkarlar vardı. Dolayısıyla ortaya çıkan üretimler zanaat olarak değerlendirilen bir alana aitti. Sanatlar, liberal/soylu ve bayağı sanatlar olarak iki kategoriye ayrılmaktaydı. Liberal sanat kategorisi edebiyat, geometri, şiir, retorik gibi dalları kapsarken bayağı sanatlar kategorisi kunduracıdan eczacıya, heykeltıraştan ressama kadar bütün dalları içine almaktadır. Bu anlamda bir el işçisi olarak görülen ressamın ya da heykeltıraşın kendi başına, bağımsız işler üretmesi söz konusu değildir. Aydınlanmanın köklerinin atıldığı Rönesans ve sonraki süreçler, sanatın ve sanatçının günümüzdeki anlamıyla bağımsızlığını kazanacağı adımların atıldığı ilk dönemeci işaret eder. Rönesans kültürel, teknolojik ve sosyolojik dönüşümlerin verdiği heyecanla o zamana kadar var olan aidiyetleri sorgulamaya başlar. Sanat ve sanatçının kimliğinin de tartışıldığı bu süreç on dokuzuncu yüzyıla kadar yani sanatın özerkliğini kazandığı, kurumsallaştığı döneme kadar devam eder.

Anahtar Kelimeler: Sanat, Zanaat,

Sanat üzerine yapılan tartışmalar bir yandan sanatın sınırlarını (varsa eğer) aşındırmakta bir yandan da sanatın ne olduğu/olmadığı gibi tanımlamalardan hareketle sanatın sınırlılıklarını eritmeye yönelik süreğen bir tavrı göstermektedir. Kurumsal bir mecra olarak sanat, bu ayrıcalıklı yapısını (kendi başına bir alan olarak özgün bir dile dönüşmesi) tarihsel anlamda önemli kırılma noktalarından sonra kazanmaya başlamıştır. En başından beri hem üslup olarak hem de kuramsal olarak sanat kavramından söz etmek mümkün değildir. Bugün modern anlamda ya da çağdaş/güncel anlamda bir sanat kurumundan söz ediyorsak bu yüz yıllar gerektirmiş bir sürecin sonucunda ortaya çıkmış bir olgudur.

Dillerin nasıl doğduğunu bilmiyorsak, sanatın da nasıl doğduğunu bilmiyoruz. Tapınak, ev inşası, resim ve heykel ya da dokuma gibi etkinlikleri sanat olarak saymak demek sanat ve sanatçının olmadığı bir topluluk yok demekle aynıdır. Ancak sanat deyince, müze ve sergilerde izlenen ve az rastlanır bir şeyden bahsediyorsak sanatın bu ayrıcalıklı durumunun pek yakınlarda geliştiğini ve sanat tarihinin başköşesine geçmiş büyük mimarların, ressam ve heykeltıraşların sanatın bu özel konumunu bu anlamda düşünmediklerini bilmek zorundayız. Örneğin ilkeller için, kulübeler nasıl ki onları yağmurdan, rüzgârdan, güneşten ve kendilerini yaratmış olan ruhlardan koruyorlarsa aynı şekilde bir imge de onları, doğal güçler kadar gerçek olan güçlere karşı korurlar. Bu anlamda resimler ve heykeller büyüsel amaçlarla kullanılan işlevsel bir öneme sahiptir (Gombrich,1999:40-41).

İlkellerin ürettikleri nesne ve imajlara yönelik yararcı tavrı ile 18.yüzyılın sonuna dek üretilen ve bugün sanat olarak nitelediğimiz nesne ve imajların neredeyse tamamında benzeri yararcılık anlayışı söz konusudur denilebilir. Bu süreç içerisinde bir şekilde dini, dünyevi ya da gündelik ihtiyacı karşılayacak kaygılarla üretilen sanat/zanaat örnekleri, ancak 18. Yüzyıla gelindiğinde kendi başına bir değer olarak anılmaya ve konuşulmaya başlanmıştır.

İngilizcedeki ''art'' sözcüğü, at terbiyeciliği, şiir yazma, ayakkabıcılık, vazo ressamlığı ya da yöneticilik gibi her türlü insani beceriyi ifade etmek için kullanılan Latince ''ars'' ve Yunanca

23

8-10 Nisan / April 2015

''techne'' sözcüklerinden türetilmiştir. XVIII. yüzyıldan önce ''sanatçı'' ve ''zanaatçı'' terimleri birbirinin yerine kullanılıyordu; ''sanatçı'' kelimesi yalnızca ressamlar ve besteciler için değil aynı zamanda ayakkabıcılar, at arabası tekerleği yapımcıları, simyacılar ve liberal sanatlar öğrencileri içinde kullanılabiliyordu. Sözcüğün modern anlamıyla ne sanatçılar vardı ne de zanaatçılar; bir techne'ye ya da ars'a göre, bir sanat/zanaata göre şiir ya da resimler, saat ya da ayakkabılar üreten zanaatçı/sanatçılar vardı sadece. Ne var ki, XVIII. yüzyılın sonuna gelindiğinde ''sanatçı''yla ''zanaatçı'' birbirinin zıddı haline gelmişti; artık ''sanatçı'' güzel sanat eserlerinin yaratıcısıyken, ''zanaatçı'' sadece faydalı ya da eğlenceli şeyler yapan birisiydi (Shiner,2010:22-23).

Dolayısıyla antikçağda resim, heykel, mimarlık, şiir ve müzik, bugün kullandığımız anlamda bağımsız/müstakil bir alan değildi ve bununla birlikte bir güzel sanat kategorisinden de söz edilmemektedir. Sanat olarak çevirdiğimiz techne ya da ars kelimeleri dericilik, ciltçilik, marangozluk, ayakkabıcılık, eczacılık ve şiir, resim, heykel gibi üretimleri içine alacak şekilde kapsamlıydı. Platon ve Aristoteles'te resim, heykel, destan ve trajediler taklit sanatlar (mimesis) olarak değerlendirilmiş, ayrıca bu işler işleyiş bakımından el becerisi gerektiren eczacılık, ayakkabıcılık gibi alanlardan da ayrı tutulmamıştır.

Antik çağda modern sanata ilişkin bir benzetme yapılacaksa geç Helenistik ve Roma dönemlerinde sanatın liberal ve bayağı (ya da hizmetçi) sanatlar olarak sınıflandırılmasından söz edilebilir. Bayağı sanatlar kategorisi el işçiliğine ya da başka fiziksel güce dayanan ve bir ücret karşılığında yapılan üretimler iken, liberal ya da özgür sanatlar kategorisi ise aristokrat sınıfına uygun olan beceri ve uğraşları kapsamaktaydı.

Liberal sanatlar kategorisinde gramer, retorik, mantık vb. gibi sözel sanatlarla, aritmetik, geometri, astronomi ve müzik gibi matematiksel sanatlar yer almaktaydı. Kunduracılık, ciltçilik, eczacılık, heykeltıraşlık, dokumacılık, tarım, avcılık, hekimlik, resim gibi işlerde Bayağı sanatlar içerisinde değerlendirilmekteydi. Resim, heykel el işçiliğine dayanan ve ücret karşılığı yapılan zanaat ürünlerinden başka bir şey değildi. ''Sanatçı'' kavramı ise eliyle iş üreten bir kunduracı ile aynı kategoride anılan zanaatçıdan farklı değildi. Modern anlamda özgün ve bağımsız işler üreten bir kimlikten çok uzaktı.

Antik dünyada Marangozluk ya da denizcilikte olduğu gibi resim ve heykelde de Yunanlı ya da Romalı bir zanaatçı/sanatçının ilkelere dair entelektüel bir kavrayışı pratik anlayış, beceri ve zarafet ile birleştirmesi gerekiyordu. Eski dünyada sanat olarak anılan herhangi bir etkinlik, bizim bugün ''bilim'' saydığımız etkinliklere benzer bir prestije sahipti. Nitekim o zamanlar, ''X bir sanat mıdır?'' sorusunu işleyen sayısız inceleme kaleme alınmıştır. Ne var ki bu incelemelerde güzel sanatlar ve zanaat arasında bizdeki anlamıyla bir ayrım yapılmıyordu. Eski Yunanlıların zanaatçı/sanatçı anlayışında, çarpıcı bir şekilde eksik olan, bizdeki modern hayal gücü, özgünlük ve özerklik vurgusudur. Hayal gücü ve yaratım, genellikle modernlikte vurgulanan anlamıyla alınmıyor, bunun yerine belli bir amaç için sipariş verilen bir şeyi imal etmenin bir parçası olarak değerlendiriliyordu. Gerçi İ.Ö. V ve IV yüzyıllarda Yunan natüralizminin resim ve heykelcilikteki kazanımları büyük bir hayranlıkla anılıyordu; ama ressam ve heykelciler çoğunlukla hala el işçileri olarak görülüyordu (Shiner,2010:49-50).

Bir taraftan ressam ve heykelcilerin bu önyargı ile bakılan konumları şairler için söz konusu değildi. Platon'a göre şiir esin yoluyla gerçekleşen bir etkinlikti. Antik dünyada şair, amatör olarak şiir yazan bir aristokrat olabileceği gibi, aristokratların himayesinde yaşayan ve yanında gezen bir figürdü. Dolayısıyla şairin statüsü ressam ve heykelciden çok üstündü. Ancak durum böyle olmakla birlikte modern anlamda bağımsız bir şair figüründen de söz edilemezdi.

Antik Yunan ve Roma'da özellikle görsel sanat ürünleri işlevsel olma mecburiyetine sahipti. Yani bugünkü anlamda estetik bir bilinçten söz etmek mümkün değildi. ''Güzel'' ise, üretilen bir nesnenin yararlılığı ve kullanım değeri üzerinden açıklanabilecek biçimsel

8-10 Nisan / April 2015

özelliklerinin yanı sıra işlevsel ama soyut kategorileri de (ahlak, gelenek vs.) birbirine bağlayan bir kavramdı.

Ressam ve heykeltıraşın ürettiği işler o günün koşullarında gündelik işlerde kullanılan nesneler olarak görülmekteydi. Bir heykel bir tapınma ya da bir ritüelin nesnesi olarak işlevsel bir özelliğe sahipti. Sanatçı/zanaatçı insanların ihtiyacını karşılayacak işinin erbabı ustalar olarak görülmekteydi. Genel anlamda Antik dünyanın sanat/zanaat üretimleri toplumsal, siyasal ve dinsel katmanlar içerisinde düşünülen ve faydacı bir güzellik anlayışı üzerine temellendiriliyordu.

Erken Ortaçağ’a gelindiğinde ise antik çağın zanaat/sanat eşdeğerliği devam etmekle birlikte ''liberal'' sanatlar ve ''bayağı'' ya da ''hizmetçi'' sanatlar kategorisi ayrımından da vazgeçilmemiştir. Ancak XII. yüzyıla gelindiğinde bayağı ya da hizmetçi terimlerinin yerine mekanik terimi kullanılmaya başlanmıştır. Mekanik sanatlar ise tüm el sanatlarını içine almaktaydı.

Ortaçağda artista terimi genellikle liberal sanat erbabı için kullanılıyor, mekanik sanatlardan herhangi birini icra eden bir kişiye ise çoğunlukla artifex deniyordu. Ortaçağ ressamı esas itibari ile bir ''dekorasyon'' ustasıydı ve sipariş üzerine mobilyaları, sancakları, tabelaları, kilise duvarlarını, kamu binalarını ve zenginlerin evlerini resimlerdi. Ressamlar genellikle eczacılar loncasına dahildi (çünkü boya için onlara bağımlıydı), heykelciler kuyumcular loncasına, mimarlar da taş ustaları loncasına dahildi. Ortaçağdaki ustaların çoğu, genellikle verdiği siparişlerin içeriğini, genel tasarımını ve kullanılacak malzemeleri kendileri belirleyen müşteriler için çalışıyorlardı (Shiner,2010:59-60).

Ortaçağ zanaatçısı/sanatçısı elbette ürettiği işlerde bir planlama yapıyordu. Salt taklide dayalı kimliksiz işler değildi yaptıkları. Kimi zaman işlerinin altına imza attıkları da biliniyordu. Ancak buradaki sorun bu ustaların statüleriyle ilgili genellemeye dayanmasıdır. Yani ressamlar ve heykeltıraşlar düşük statülü el işçileriyle aynı ortamda çalışan kişilerdir. Sanatçılar, günlük hayatın ihtiyacını karşılayan bir çanak çömlek ustasının yaptığı gibi kendi işlerini üreten imalatçılardır.

Ortaçağ anlayışında modern sanat ve sanatçı düşünceleri yerleşmediği gibi modern estetik kavramı da icat edilmemişti. Elbette bu durum ortaçağ insanının çizgi, biçim, renk, kafiye ya da benzetme gibi enstrümanlardan haz almadığı anlamına gelmiyor. Ancak görünümün içeriği ve işlevi sistematik olarak birbirinden bağımsız değildi. ''Güzellik'' terimi Antik dönemde olduğu gibi Ortaçağda da geniş kapsamlıydı. ''Güzel'' terimi zevk ve hazza dayalı olduğu kadar ahlaki değer ve faydayı da içine almalıydı. Herhangi bir şeyin, nesnenin parçaları arasındaki uyum ve orantı o şeyin güzel olması için yeterli bir özellik değildi. Bunlara ek olarak o şeyin güzel olabilmesi için kullanım amacıyla doğru orantılı olması gerekiyordu (Shiner, 2010: 63-64).

18.yüzyıla dek modern anlamda bir güzel sanatlar kategorisi tartışması ve ortamı bulmak olanaksızdır. Platondan başlayarak kuşkuyla bakılan sanat ve sanatçı olgusu sözü edilen döneme kadar kendi başına eyleyen kurum ve kişiler değildi. Sanatın öncelikli hedefi, bir yararlılık ilkesinden hareketle, haz ve eğlenceden öte, ahlaki bir göreve sahip olmak ve elbette işlevsel olmaktı. Ancak Rönesans'tan başlayarak sanatın ve sanatçının statüsünü etkileyecek bazı önemli kıpırdanmalar olduğunu söylemek mümkündür.

Rönesans’ta sanat hala zanaat ve dekoratif sanatlar kategorisinde değerlendirilmekle birlikte aynı loncalar içinde üretim yapan bir alan olarak devam etmektedir. Lonca sisteminde sanatçı/zanaatçı ağır şartlar altında üretmek zorundadır. Bir taraftan da lonca sistemi ekonomik ve siyasi hayatının en önemli aygıtları olarak siparişleri de organize eden bir kurumdur. Resim ve heykel üretimleri genellikle kilise ve saray çevrelerinin siparişleri üzerine yapılmaktadır. Noter huzurunda, siparişlerin süresi, fiyatı, malzemesi vb. detaylar

8-10 Nisan / April 2015

üzerine kontratlar yapılmaktadır. Genellikle dini konuların sipariş edildiği bu eserlerde malzeme önemli bir ayrıntıdır ve fiyatın belirlenmesinde önceliği etkileyen en önemli araçtır.

''Dolayısıyla o dönemlerde, modern zamanlarda sanatı ayırt edecek özgünlük, biriciklik gibi nitelikler geçerli değil. Sanat eserinin ihtiyacı karşılaması, kullanımı, yararlılığı önemli. Sanatçının bireysel yaratıcılığını temsil etmiyor. Resmettiği otoriteyi temsil ediyor: İsa’yı, havarilerini, prensleri, Mediciler gibi bankerleri, lonca yöneticilerini vb. Bütün bunlara rağmen özerkliğin filizlendiği girişimler de başlıyor. Başta, sanat tarihinin babası unvanına sahip Vasari’nin Sanatçıların Yaşamları’nı kaydetmek gerekir herhalde. Sanatçıların biyografileri üzerine kurulan bir anlatı bu tarih. Tarihinin yanı sıra Vasari Floransa’da akademinin de öncülüğünü yapıyor. 1563’te kurulan bu akademinin başına Michelangelo geliyor. Özerkliğin bir başka belirtisi, Medici gibi aristokrat kökeni olmayan tüccar bir hanedanın himayesinde sanatçıların hümanistlerle aynı itibarı görmeye başlamalarıdır. Bu sayede antik Yunan’dan beri filozofların ve şairlerin katında yeri olmayan ressamlar ve heykeltıraşlar ilk kez onlarınkine denk bir kabul görür'' (http://www.aliartun.com/content/detail/26).

Rönesans'ta sanatçı/zanaatçı kimliği, sanatçıların biyografilerinin yazılması, kimi sanatçıların hamilerinin yanında yatıp kalkarak saray sanatçısı olmaları ve bunlara ek olarak sanatçıların kendi portrelerini yapmaya başlamalarıyla modern sanatçı imgesinin ipuçlarını veren gelişmelere koşut olarak şekillenmeye başlamıştır. Bütün bunlara rağmen henüz kavramsal bir tanımlamayla modern, bağımsız sanatçı kimliğinin oluştuğunu söylemek ise olanaksızdır.

17. yüzyılda ise özellikle bir sanat şehri olacak olan Hollanda'da yaşanan bazı gelişmeler sanat ve zanaat ayrımının gerçekleşmesine katkıda bulunacak nitelikteydi. Önceki dönemlerin aksine sanat eserinin kendi başına bir değer olarak izlenmeye başladığı bir dönem başlamıştı. Kilisenin ve sarayın hami olarak gücünün kırılmasından sonra sanatı kollayıp gözetmeye aday yeni bir sistem ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu dönüşümü ise toplumsal katmanlarda kendilerine ayrıcalıklı bir yer edinmeye başlayan ve kentli bir sınıf olan burjuvaziyle birlikte ustaların eserlerine sahip olma bilincine erişmiş uzmanlar yani koleksiyonerler gerçekleştirmiştir.

17. yüzyıl Hollanda'sı ticarette söz sahibi küçük bir ülkedir. Aynı zamanda sanat eserlerini evlerinin içine sokmak isteyen ve gündelik hayatını bu eserlerle görünür kılmak isteyen ve sipariş talebinin patlamasına neden olan sanat müşterilerinin sayısı hayli fazladır.

Artun'a göre;

17. yüzyıl Hollanda resmini toplumsal bağlamda çözümleyenlerin başında Hegel geliyor. Ona göre Hollanda sanatı sekülerleşmiş, dünyevileşmiş bir hayatı resmediyor. Kentlilerin büyük tatmin duydukları refahlarını, huzurlarını, ahlaki değerlerini temsil ediyor. Onları şükretmeye davet ediyor. Bu estetiği herhalde en iyi ifade eden, Vermeer’in enteryörleri: sükunet içinde odalar, mutfaklar. Ayrıca şaraplarla, ıstakozlarla, tanrının nimetleriyle dolup taşan sofralar. Haz üzerine kurulu bu natürmortların arkasından cinsel hazla ilgili, randevu evlerine ait tablolar geliyor. Hegel “realist” olarak nitelendiriyor bu sanatı. Yeni sınıfa kendi hayatını, zenginliklerini, bu zenginliğin kaynaklarını resmediyor: Rembrandt’ın lonca tabloları, ticaret gemileri, limanlar, değirmenler. Burjuvazi, imparatorlarla, peygamberlerle ve onların mucizeleriyle değil, kendi yaratılarıyla övünmeyi, tatmin olmayı öğreniyor. Sekülerleşme kadar, sanatın bireysel bir mahiyet kazanması da bu zamanda özerkleşmeyi etkiliyor. Birey tarafından üretilen sanat gene birey tarafından tüketiliyor. Oysa Rönesans’ta bir birey tarafından üretiliyor ama bir topluluk tarafından alımlanıyor: kilisedeki bir topluluk, kent meydanındaki bir topluluk veya bir saray meclisi. Daha da önceki bir döneme, sanatın bir kült nesnesi olduğu zamanlara bakarsak, sanat orada ayinlerde olduğu gibi toplu olarak üretiliyor ve gene toplu olarak alımlanıyor. (http://www.aliartun.com/content/detail/26).

Sanatın kendi başına bir değer olarak kendi mecrasında akması bir süreçtir ve bu süreç bazı kırılmalarla gerçekleşmeye başlamıştır. Sanat eserinin kilise ve saray gibi güçleri temsil etme görevinin ardından meydana gelen bu bireyleşme arzusu sanat/zanaat ayrımını bir

8-10 Nisan / April 2015

adım daha ileriye taşımıştır. Hollanda'da yaşanan bu gelişmeler sanat/zanaat ayrımını güçlendirecek aşamalar olmasına rağmen himaye sistemi ve lonca sistemi devam etmekteydi. Sanatçı/zanaatçıdan beklenen şeyler ise hayal gücü, hizmet, yetenek ve yararlılıktı. Neredeyse 18. yüzyılın sonuna dek sanat/zanaat başlığı el işçiliğini gerektiren bütün üretimleri kapsayıcı bir alan olarak devam etmekteydi. Bir yandan da sanat/zanaat ayrımını sağlayacak kurumsal yapı oluşmamıştı. Her ne kadar 16. yüzyılda Floransa'da kurulan Tasarım Akademisi ve 1648'de kurulan Fransız Akademisinin varlığı resim ve heykele liberal sanatlar seviyesinde bir statü sağlamış olsalar da bu kurumlar yine de bir lonca sistemi disiplininde katı bir eğitim ve eğitim ortamına sahipti. Bütün bu gelişmelere rağmen henüz bir güzel sanatlar kategorisinden bahsedilemezdi. Fakat 18. yüzyılın ortalarından itibaren bir güzel sanatlar kategorisi oluşturma yönünde bazı kavramsallaştırmalar yapılarak çok önemli bir adım atılmış oldu. Örneğin ''beaux-arts'' terimiyle liberal sanatlar şeması içerisinde bazı değişiklikler yapılmış ve görsel ve müzikal sanatlar tek bir başlık altında değerlendirilmeye başlanmıştır. Bu sayede sanat hem bilimsel kategorilerden hem de zanaattan ayrı tutulabilecekti. Deha ve hayal gücü terimleriyle üretilen eserler zevk ve fayda sağlayacak üretimlerden ayrılarak ''beaux-arts'' ı zanaattan ve bilimden farklı kılıyordu.

Özerkliğin, sanat/zanaat ayrımının önünü açan en önemli adımlar, akademi ve akademik sanatın saray çevrelerine sunulduğu salonların, yani monarşiye ait sanat kurumlarının tasfiye edilmesiyle başlar. İmparatorun ve soyluların himayesinde bulunan ve sadece onlar tarafından izlenen koleksiyonların salon sergileri aracılığıyla kamuya açılmaya (18.yy) başlamış olması sanat/zanaat ayrımının (özerkliğin) dönüm noktalarından biridir. Bu sayede geniş kitlelere kendi beğenisini ifade etmenin olanakları oluşur. 19. yüzyılda ise galeriler açılmış ve bu galeriler salon sergilerinin yerini almıştır. Böylelikle himaye sisteminin yerini de piyasa almıştır. Sanatçı kimliği ise her hangi bir otoritenin hizmetkarı ya da temsilci değildir. Galerilerin ön ayak olduğu başka bir gelişme ise kişisel sergilerin açılmaya başlamış olmasıdır (http://www.aliartun.com/content/detail/26).

18. yüzyılda Fransa, Almanya ve İngiltere gibi kimi Avrupa devletlerinin İtalya'ya düzenlediği sanat gezileri ise sanat/zanaat ayrımının örnekleri arasında gösterilebilir. Böylelikle sanat eserleri herhangi bir işlev ya da hizmet aracı olmanın dışında seyirlik eserler olarak izlenmiş oluyordu. Bu geziler önceleri aristokratların katıldığı sonra ise daha geniş kitlelerin de dahil olduğu etkinliklerdi. 18. yüzyılın ortalarında yaşanan başka bir gelişme de akademilerdeki artışa koşut olarak ressam ve heykeltıraşların statüsünün iyileşmeye başlaması ve sanatçı/zanaatçı terimlerinin ayrılmaya ve zıt anlam içermeye başlamasıdır. Örneğin;

Lacombe'un popüler Güzel Sanatlar İçin Cep Sözlüğü tanım konusunda en ufak bir tereddüt göstermiyordu: ''[Sanatçı] Liberal sanatları icra edenlere ve özellikle de ressam, heykelci ve gravürcülere denir'' (1752). Kısa süre sonra öteki sözlük ve ansiklopediler de ''sanatçı''yla ''zanaatçı''yı karşıt terimler olarak tanımlamaya başladılar. (Shiner,2010:146).

18. yüzyılda sanatçı figürü özgürlük, özgünlük, esin, hayal gücü gibi kavramları bünyesinde taşımaya başlarken, yetenek, beceri, hizmet, uğraş gibi kavramalar zanaatçının özellikleri arasında sayılmaya başlanmıştı. Sanatçı, çalışmalarını kendi kurallarıyla üretip müşteri arayan bir figür olarak bağımlı olmaktan uzaklaşmaya başlarken, zanaatçı bağımlı olmayı, kurallara uymayı, hizmet etme anlayışı içinde sürdürmeye devam ediyordu. Sanatçılar konusu önceden belirlenmiş, bir mekana özgü işler üretmek zorunda değillerdi. Zanaatçılar ise konusu önceden belirlenmiş, bir mekana özgü, kuralları olan işler üretmek zorundaydılar.

8-10 Nisan / April 2015

Ali Artun'a göre sanat/zanaat ayrımının (özerkliğin) önemli sac ayaklarından ikisi modern, kamusal müzeler ve sanatın tarihinin yazılmaya başlanmasıdır.

19. yüzyıl bir müzeleşme çağıdır: Amsterdam'da Rjiksmuseum (1815), Madrid’de Prado (1819), St. Petersburg'da Hermitage (1853),Viyana’da Kunsthistoriches (1891), aynı yılda İstanbul’da Müze-i Hümayun ve diğerleri. Her ne kadar 1759’da açılan British Museum, Louvre Müzesi’nin selefi sayılsa da, modern müzeolojinin önderi, 1789 Devrimi’nin eseri olan Louvre’dur. Bu müzelerle birlikte imparatorluklara ait koleksiyonlar, Rönesans müzeciliğini temsil eden nadire kabineleri, kamunun denetimine geçer; modern ulusun sahnelendiği, yurttaşların terbiye edildiği, akılcı ortamlar olarak yeniden nizam ve intizama sokulur.

İlk kez 1840 yılında sanat tarihi resmen Almanya’da bir üniversitenin programına alınır. Yüzyıl sonlarında Wölfflin ve Riegl formalist tarihlerin temelini atarlar. Sanatı kendi içinde