• Sonuç bulunamadı

GEÇMİŞ VE ŞİMDİ ARASINDA BİR SERGİ OKUMAS

Gülçin AKSOY56

Özet

Sanatçının 2014 yılında İstanbul Depo’da gerçekleştirdiği “Duble Hikaye” başlıklı sergisine dair bir sergi okumasıdır.

ANAHTAR SÖZCÜKLER: Gülçin Aksoy Özdemir, Duble Hikaye. Abstract

An exhibition is reading about “Double Story” titled the exhibition performed in the Depo in 2014.

KEY WORDS: Gülçin Aksoy, Double Story.

Yazının başlığının iddiası geçmiş ve şimdi arasında durmak ve burada durduğunu iddia eden bir sergi- sergileme eylemine yeniden bakmaktır. Şubat-Nisan 2014 tarihleri arasında İstanbul, Depo’da gerçekleştirilen “Duble Hikaye” adlı sergi, sanatçının, bireysel hafızasından yola çıkarak, toplumsal hafızanın izini sürdüğü, öte yandan bir tarih anlatmadığı (en azından bilindik şekilde anlatmadığı) tarihsel süreci sorguladığı, bir sergi, projedir. Şimdinin altı çizilerek, geçmişin izi sürülerek oluşturulan sergi ve sergideki kimi işler bu metin boyunca bireysel hafıza-sanat-siyaset bağlamında ele alınacaktır.

Güncel sanat içersinde belgeleme, kaydetme neden bu denli yer tutar bir hale gelmiştir? Bilindik tarihi yeniden ele almak, daha çok sözlü tarihe dayandırılan bir geçmiş okuması şeklindedir artık. Sözlü tarih, bireysel belleğe göre hareket eder ki bu da geçmiş yüzyılın ulus-devlet kavramı üzerinde şekillenen çizgisel tarih anlayışı ile zıtlık oluşturur.

“Ulus-devlet, siyasi iktidarın merkezileşmiş ve egemen biçimde örgütlenmesidir. Egemenlik, sistemin kendi kendinin idame ettirmesi, yönetmesi ve diğer ulus-devlet

56

8-10 Nisan / April 2015

sistemlerinden bağımsız olması demektir. Ulus-devlet, kendi üzerinde insan eliyle kurulmuş başka hiçbir iktidarın bulunmadığı bir iktidar türünü temsil eder. Bir ulus-devlet, yegane merkezi kendisi olan bir iktidardır. Diğer ulus-devletlerle ilişkilerinde, kişiler arasında bir kişi gibi davranır. Kişi (Yunanca’da prosopon, Latince’de persona) tiyatroya ait bir kavramdır, bir oyundaki rol anlamında. Bir maskeden, yani canlandırılacak kişiden, ve onu temsil edip görünür kılan bir bedenden oluşur. Bu kendi içinde bir paradokstur, çünkü maskeye hayat veren bir bedenin de bizatihi “kişi” olması gerekir. Ulus-devlette, devlet maske, ulus da bedendir” (Kreft 2009:21).

Yukarıdaki benzetmeden yola çıkışla, yaşadığımız coğrafyada beden üzerinde biçimlenen hafıza, dahası kurtulamadığımız yan etkiler, bugünümüzü de biçimlendirmekte. Maskeler ve ona bağlı bedenler çoğu kez farklı yönlere dağılmaktalar. Artık eskisi gibi bir tek vucut olma hali her geçen gün daha zorlayıcı olmaktadır.

Modern tasarı sonrasında, geçmişin, belleğin yeniden inşası sürecinden sonra, tarih yazımının hepimiz için kuşkulu hale geldiğini söyleyebiliriz. Artık biliyoruz ki tarih, güç sahibi olanlar tarafından yazılıyor. Modern tasarı tarihteki belirleyici dönemlerden biri olarak karşımıza çıkıyor. Oysa bu tasarı ile şekillenen tarih, bireysel olanı dışarı aldığı ve çizgisel bir zamanı izlediği için her zaman bellek ile çatışkı halinde olmuştur. Belleğin işleyişinin çizgisel olmayışı nedeniyle bellek, sözünü ettiğimiz tarihle çoğu kez örtüşmemiştir.

Bellek zihindeki anların ard arda gelişlerinden oluşmaz. İnsanın kendi zamansal deneyimi, anların çizgisel diziliminden farklı bir biçimde işler. Bildiğimiz tarih ise genel olanı içinde barındırır ve normalde kimsenin kuşku duymaması gereken bir tarihtir. Tarih ve belleğin bu karşıtlığı modern sonrası zamanlarda bireysel hafızanın değer kazanmasına yol açar. Ve yukarda da değindiğimiz gibi tarihe bakış, tarihin sorgulanması ile sonuçlanır.

1960 sonrası sanat eğilimlerinde belgeleme, fotoğraf, video gibi kaydetme yöntemleri sıklıkla kullanılmaya başlanır. Sanat nesnesi, geçmişten biraz daha farklı olarak bir çeşit hafıza nesnesine dönüşür. Diğer yandan nesnenin dönüşümünden öte kendini yapılandırmak isteyen güncel sanatçı daha da fazla kimlik ve aidiyet sorunlarına yönelmiştir. Böylece bireysel hafıza üzerinden bir temsiliyet inşa olunmaya başlar. Burada yine temsiliyet sorunu ile karşılaşıyoruz. Bu temsiliyet ne kadar sorunludur? Modernitenin ötelediği kimlik ve aidiyet meseleleri ile birlikte ne tür bir temsiliyetin gerçekleştiği, sanat yapıtının özerkliği, bugün tartılışılan üzerine konuşulması gereken bir alandır.

“Duble Hikaye” hikayenin sonlandığı (ölüm) bir yerden başlıyor. Bir dönem Türkiye’sinde yok olan, kaybedilen değerlere dair bir çeşit saygı duruşu niteliğini elden bırakmayarak, şimdiden geriye bakışla, modernleşme projesi ile inşa edilmiş olan kavramları sorgular nitelikte. Modernleşme projesine dayalı olarak üretilen kahramanlık öyküleri ve merkeziyetçi içerikler bu serginin konusudur. ‘Ulus devletler tarihi, kahramanlık ya da mazlum hikayeleri üzerinden yazarlar’ diyor Pierre Nora. Hikayede sözü edilen kahramanlar, dönem özellikleri açısından baş tacı edilmiş olsalar da, kabuklarından sıyrılıp, sadece varlıkları ile gündelik ilişkileri ile başbaşa bırakıldıklarında, sıradan varlıkları ile bir önceki duruşlarından farklı anlamlar kazanıyorlar.

“Duble Hikaye” başı sonu olmadığı halde bu coğrafyada yaşayan herkesin bildiği 1980 darbesi ile başlamaktadır. Kuruluşundan bu güne ulus-devletin inşa etmiş olduğu kimliğin bugünkü sembolleri ile karşılaşmalar sıklıkla kullanılmaktadır. Bu semboller, göstergeler toplumsal hafızada yer alması gereken denklemin değişmezleridirler. Sürekli hatırlanmaları gerekir. “Geçmiş tanınmalı ve ona saygı duyulmalıydı, Ulus’a hizmet etmeliydi, geleceği ise hazırlamak gerekir” (Nora, 2006: 9).

8-10 Nisan / April 2015

Geçmişteki büyük olayların tekrarı ulus bütünlüğü için gereklidir. Ulus hafızası bu şekilde işlem yapar. Öte yandan kimliğin ve aidiyetin devamı için unutulması gerekenler de vardır. “Duble Hikaye”, unutulması gerekenler kategorisinde yer almayı tercih eder.

Bir sergi ya da, yapıt okumasında, işi oluşturan çevresel ve hafızaya dayalı tarihsel etkenleri incelemek gerekir. İşi anlatmak değil ama bir sanat işini iş yapan o bilgiye ulaşmak için. “Duble Hikaye” deki “Kurtuluş Yolu” adlı düzenleme, yukarıda sözünü ettiğim yöntem için çok verimli bir alan sunar. Fotoğraflarda görülen mekan, gerçek mekanla aynı adı taşımaktadır. Samsun’da Atatürk ün karaya ayak bastığı yerde (o dönemde tütün iskelesi olarak bilinmektedir) bugün bir canlandırma yapılmıştır. Bandırma gemisinin maketi, Mustafa Kemal ve maiyetinin yer aldığı balmumu heykellerden oluşan bir canlandırmadır bu. Hepimiz biliriz ki Mustafa Kemal Samsun’a ayak basmıştır ve Kurtuluş Savaşı başlamıştır. Bu canlandırma bahsettiğimiz olayı hafızalarda taze tutmak için yapılmıştır. Yetkililer şöyle açıklıyor:

“İnsanlarımıza Atamızın Samsun’da ilk ayak bastığı yeri gösterme zorunluluğumuz vardı. Eğer insanlara kültürünüzle ilgili mekanları gösteremezseniz o kültürü yaşatmanız kolay olmaz.” 57

Gülçin Aksoy, “Kurtuluş Yolu”, 2013

“Hafıza özellikle mekanlar içinde ortaya çıkar ve insanların iradesine ya da yüzyıllara bağlı olarak en çarpıcı simgeler de buralarda görülür: bayramlar, amblemler, anıtlar ve anma törenleri, ayrıca övgü söylevleri, sözcükler, müzeler” (Nora 2006:9).

Samsun’da büyüyen sanatçı Atatürk şehri çocuğudur. Büyürken sık sık dinlediği ve karşılaştığı sembollerle tekrar karşılaşır. Karşılaşmak ister. Bu donmuş tarih heykelleri arasında dolaşır. Bir çeşit performans gibidir aslında. Dışından izlenebilen, içerisine girmenin yasak olduğu bu düzenlemeye ancak izin alarak girebilir. Fotoğraflar videolar çeker. Durduğu her noktada temsili tarihe dokunmak ister gibidir. Kimi kez balmumu değil ama fiber malzeme ile yapılmış bu heykellerle birlikte saygı duruşuna geçer. Zaman zaman anlamaya çalışırken sırayı bozar. Bütün figürler erkektir. Tek kadın o’dur. Kendisine biçilen rolü anlamaya çalışır. Hatta poz verir. Tren rayları önemlidir. Devlet elinin göstergesidir. Bir zamanlar Samsun’da bir parçası bulunan Reji İdaresinin tütün dağıtımı bu iskeleden yapılmıştır. Duyunu Umumiye’nin boçları tütün piyasasına bağlıdır. Tütün iskelesi olarak bilinen bu iskele Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde tütün ticaretinin merkezi konumundaydı. Reji idaresi olarak bilinen Fransız, Avusturya, İngiliz

57

8-10 Nisan / April 2015

ve Belçika ortaklıklarına dayanan çok uluslu şirket burada tütün piyasasını elinde tutmuştu. Tütün üretimi için Samsun ve etrafı gerçekten verimli topraklar içermekteydi. Birçok tütün üreticisi oluşmuştu. Reji idaresi Osmanlının borçlarını idare eden Duyunu Umumiye’ye bağlıydı ve tütün piyasasanın yönetimi bu şirkete devredilmişti. Yani Osmanlının borçlarının büyük bir kısmı tütün ticareti sayesinde ödendi. Öte yandan halkın kendi başına tütününü satmasına ve üretmesine izin verilmediğinden Reji idaresi çok ucuza elde ettiği tütünle büyük kârlar sağladı (Keskin 2013). O dönemde Samsun’un kapitalist dünyaya açılan penceresi olarak tütün iskelesi çok önemli bir konumdaydı. Ve sonrasında Atatürk’ün karaya ayak bastığı yer olarak da şanını korudu.

Resmi tarihin biçimlediği bu sahnenin gerçekçi denilen heykellerle inşası ile dekorlandırılmış sahil, bir noktada insanı gerçeklikten koparır. Baktığınızda bilirsiniz ki donmuş bu kare gerçek değildir ama tarih yalan söylemez. Atatürk ve onsekiz silah arkadaşı fiber malzemeden oluşan hiper realist heykelleri ile aslına uygun olduğu iddia edilen sahneyi yeniden canlandırırlar. Balmumundan fiber malzemeye kadar uzanan, şekil verilebilir bu tarih, yine kolay eğilip bükülen malzeme yüzünden “temsili tarihin temsili” hissini artırır gibidir.

“Hafıza, tarih: Bunlar eş anlamlı değildir, hatta onları birbirleriyle zıtlaştıran çok şey vardır. Hafıza her zaman yaşanan gruplar tarafından üretilen yaşamın kendisidir. Bu amaçla, hafıza anımsama ve unutma diyalektiğine açık, onların sürekli biçim değiştirmelerinden habersiz, her türlü kullanımlara ve el oyunlarına karşı çok duyarlı, uzun belirsiziliklere ve ani dirilmelere elverişlidir ve devamlı bir gelişim halindedir. Tarih ise artık bulunmayan şeylerin yeniden oluşturulmasıdır, ama bu hep sorunlu ve eksiktir: hafıza, her zaman güncel bir olay, sürekli şimdiki zamanda yaşanan bir bağdır; tarih, geçmişin bir tasavvurudur. Hafıza sadece onu güçlendiren ayrıntılarla uyuşur, çünkü duygulara dayalı ve sihirlidir; buğulu, karışık, iç içe geçmiş, kabataslak, özel ve simgesel anılardan beslenir; her tür aktarıma, perdeye, sansüre ve yansıtmaya karşı duyarlıdır. Tarih ise zihinsel ve ayrıştırıcı bir iştir, bu yüzden de analiz, söylem ve eleştiriyi gerektirir. Hafıza hatırayı kutsallaştırır. Tarih ise hatırayı kapıdışı eder, onu bayağılaştırır: hafıza kaynağını kaynaştırdığı bir gruptan alır” (Nora, 2006: 19).

“Duble Hikaye” dönemsel tanıklıklardan oluşuyormuş gibi görümektedir. Tanıklıklar ironik bir bakış açısıyla ele alınır. İroni yaşananları biraz daha katlanabilir kılabilir, yaşananlara biraz daha mesafe koyarken, tek odaklı sonuçları da öteler. Karşımızda çizgisel anlatıma dayalı ‘”BİR” sonuç yoktur, bir çok yol vardır.

Sergide kişisel bellek üzerinden kollektif belleğe uzanan bir tarih sıçramaları izlenir. Yaşanan büyük toplumsal travmaların gündelik yaşam içersindeki gözden kaçan detayları önemsenir. Sanatçının içebakış durumu inşa etmesi, gündelik yaşama bilgi eklemenin ötesinde daha çok, delik açma ile ilgilidir.

Bir çeşit tanıklık da yapılmaktadır. On’ar yıllık dönemlerle ele alınan bu coğrafya ya ait tanıklıklar kimi zaman kısa cümleler de özetlenir. Bir yandan bütün bu yaşananların tanıklığını yapmak mümkün değildir.

Nurdan Gürbilek, “Sessizin Payı” nda, “felaket” mevhumunu edebiyat açısından ele alır. 12 Eylül’ü yaşayan insanlarla edebiyat arasında, felakete uğrayanlarla toplum arasındaki mesafeden söz eder.

Bir felaket nasıl anlatılır? Edebiyat bunun için kullanışlı bir alandır. Fakat felaketin edebiyata veya sanata konu edilmesi felaket açısından, felaketi yaşayanlar açısından felaketle sonuçlanır.

8-10 Nisan / April 2015

“Ama Felaketi edebiyatın konusu olarak görmek ona ihanet etmek demektir. Öyleyse tanıklığa yer açılmalıdır; ama tanıklık edilemez; çünkü Felaket tanığın ölümüdür” (Gürbilek 2014: 120). Yaşananların tanıklığını yapmak, şimdi burada yaşamayanlar karşısında hala hayatta olma suçluluğu ile gelen bir tanıklıktır. “Dehşeti yaşayan anlatmaya başladığı anda kendi ya da başkasının yaşadığına ihanet ettiğini düşündüğü için de anlatamamıştır.” (Gürbilek 2014: 120). Nurdan Gürbilek ekler: ‘Felaket üzerinden konuşulamaz dediğimiz an, felaket üzerine konuşmaya başlamışızdır.” (2014: 120).

Öyleyse böyle bir sergi de anlatılan nedir? Tanıklık mıdır? Hikaye bir felaket ile başlar: 12 Eylül 1980. “DARBE”

“Duble Hikaye” de, biri ölen, diğeri iltica etmek zorunda kalan ikiz kardeşler ve onların etrafında gelişen yaşantıları ikilikler içersinde ele alınır: “Yaşayan ve Ölen”, “batı da yaşayan ve batının doğusunda yaşayan", “vatandaş olan ve vatandaşlıktan çıkarılan”, “kendini hırpalayan ve kendini seven” gibi… İkilikler arasında ise anlatıcı, kapıyı açık bırakır. İki kahraman, kahramanlar arası gerilim ve bir anlatıcı. Kahraman ya da kahramanlaştırma kavramlarının içerdiği hiyerarşik yapı, değerlendirme kriterleri ironik bir yaklaşımla görselleştirilir, yazılılır, çizilir ve bozuma uğrar. Bu anlam kaydırma içeriğin boşaltılması anlamına gelir. Anlatıcı kimi zaman oyuncu olarak, bir çeşit kurmaca bir belgesel yaklaşımı ortaya koyar. Buradaki belgesel yaklaşımı da yine hikayeye bahane olmak konumundan öte değildir. Belgesel olma niteliği varmış gibi duran belgeseli kendine bahane edinen, küçük bir coğrafyada büyük fikirlerin büyük ideallerin küçük ama büyük tahayyülleri, iz düşümlerini işleyen bir çeşit kurgusal DAVA gibidir.

Sanatçının belgesel nitelikteki fotoğraf ve video kayıtlarını doğrudan sunmak yerine bunları farklı tekniklerle dönüştürmesi, belleğin kaydediş şekillerine ve öznel algının ifadesine yer açmak içindir. Görülen, okunan ve yazılanlar arasında kişisel belleğin oynadığı oyunlar izlenebilir. Bu felaket yaşanmış da şimdi bir serginin malzemesi mi olmuştur? Mesele buradaki ince çizgide, tanıklık ile felaketi yaşamışlık arasındaki ince çizgide durabilmektir. Belleğin önem sıralamasının tuhaf işlemesi ve bunun farkına varılması, size bir çeşit felaket senaryosu yazmanızı değil, yaşanmışlık ve tanıklık arasında bir ifade alanı sağlar. Bireysel belleğin peşinde bir yandan zemin kayar.

Hafızanın mekanlarından söz ediyor Pierre Nora: “Hafıza mekanları, öncelikle kalıntılardır. Bir tarih içindeki anma bilincinin sürüp gittiği uç tarz; bu tarih bu biçimi davet eder, çünkü onu bilmez. Ulusu ortaya çıkaran şey dünyanın ritüellerden arındırılmasıdır”. Nora, baştan aşağı değişime uğramış bir toplumun düzenleyerek, yeniyi eski üzerine saymak, genci yaşlının üzerinde saymak gibi tersine dönmüş bir dünyada hafıza mekanlarını ele alır… Müzeler, arşivler, mezarlıklarla koleksiyonlar, bayramlar, yıldönümleri, anlaşmalar, tutanaklar, anıtlar, kutsal yerler, dernekler, bunlar bir başka çağın tanıkları, sonsuzluk hayalleridir.

Nora, “bu mekanlar tarihin hareketinden kopmuş ama tarihe iade edilmiş tarih anları oluşturur” der. “Artık ne tamamıyla hayat ne de ölüm vardır, canlı hafıza deniz çekildiğinde kıyıda kalan deniz kabukları gibidir” (Nora, 2006: 23).

Sergideki hafıza mekanlarından biri “Duble Hikaye” sanatçı kitabıdır. Herkesin anlayabileceği, anlaşılması beklenen dili kullanır. Hatta dönemine damga vuran belirleyici cümlelere özellikle işaret eder fakat merkezi olmayan bir metin ortaya konur. Metnin işleyişi başlangıç, orta ve son dizilimini izler gibi görünür. Oysa ki sondan başa bu dizilimi kırmak üzere inşa edilmiştir.

8-10 Nisan / April 2015

“Ulus-devletin, yurttaşlarına doğrudan ulaşması, ihtiyaçlarını denetleyip standartlaştırması, kendi bünyesinde merkezileşen dolayımsız iletişim araçları oluşturması gerekmektedir. Herkesin anlayabileceği ya da anlaması beklenen bir dil, keyfi ya da gündelik kullanıma terk edilmeyecek kadar ciddi bir meseledir. Dil bir siyasi bütünleştirme, merkezileştirme, normatifleştirme ve net yorumlama aracıdır” (Kreft, 2009: 25).

“Duble Hikaye” adlı sanatçı kitabı sanatçı tarafından hazırlanmış, serigrafi yöntemi ile 100 adet çoğaltılmıştır. Yöntem olarak serigrafinin seçilme nedeni, ele aldığı dönem itibari ile bir fikrin yayılmasında ve basılmasında çabuk ve etkili sonuçlar veren serigrafinin çok kullanılmış olmasıdır. 80 öncesinde özellikle sol literatur slogan, afiş vs gibi malzemenin basımında serigrafi yöntemini kullanmıştır. Ayrıca sanatçının bireysel hafızasında o dönemi yani 70’lerin sonu ve 80’lerin başını belirleyen bir görsel hafıza sunar kendisine. Kitap elle yazılmış daha sonra çoğaltılmıştır. Elle yazım bilinçli bir tercihtir. Bir çeşit saygı duruşu niteliğinde, zamanı yavaşlatarak tek tek inşa eden bir süreçtir. Öte yandan kitap sadece bir olay anlatmaz hatta hiç anlatmaz. Görseller ve görselleştirilmiş yazı işliğinde kitap formunu zorlayarak, dönemsel gidip gelmelerle ilerler. Bugünden geriye ve şimdiye zigzaglar çizen bir anlatım tercih edilmiştir. Kitabın sayfalarının açılmasından, kağıdın seçimine dokunma eylemine kadar yapılan seçimlerle kişisel bellek içersinde bir yolculuk tasavvur edilmiştir.

Gülçin Aksoy “Duble Hikaye” Sanatçı Kitabı

Modernizm-İlerleme-Trajedi

Her durumda ilerlemek gerekir. Mekanları dönüştürmek. TC’nin modern yapıları ile bir dönüşüm gerçekleşmiştir. Şimdi yeni TC’nin dönüşüme ihtiyacı vardır ve yıkım yeniden başlar. Tarihe baktığımızda bütün iktidarlar mekanları ile var olmuşlardır. O mekanlar varlıklarının kanıtıdır. Bina yapmak muktedir olanın güçünü gösterme ve tarihe nakşetme biçimidir bir yandan. Ne kadar büyük o kadar büyük…

Sergide yer alan “Umur” videosu bir bina üzerine hazırlanmıştır. Umur videosu aslında herşeyin başladığı mekana işaret eder. Her şey bu binada başlamıştır. Hikayenin kahramanları ve hikayenin anlatıcısı 70’ler ve 80’lerin başında bu binada yaşamışlardır. O dönemde apartman sakinlerinin arasında politik kimliği belirli olan hatta solcu olan yoktur. Hikayenin kahramanlarının solcu olması ve giderek dönüşen yaşam biçimleri sonucu apartmanda değişmeye başlar. Apartman ya da video çekimi yapıldığı sırada “78’liler Derneği” olan daire solcuların uğrak yeri olmuştur. Giriş katındaki dükkanlardan biri serigrafi atölyesidir ve 80 öncesinde her türlü yayın orada basılmaktadır. Darbeden sonra her şey sona erer. Hikayenin kahramanlarından biri 1984’de ölür, diğeri iltica eder ve aile taşınır. Daha sonra daireler bir süre boş kalır. 90’larda yavaş yavaş eski geleneğin yad edilmesi gibi, sol eğilimli dernekler tarafından daireler teker teker kiralanmaya başlar.

8-10 Nisan / April 2015

Video çekimlerinin yapıldığı 2013 yılında ise, beş daire bu dernekler tarafından kullanılmakta, hatta bina zaman zaman saldırılara uğramaktadır. Videodaki konuşmaların yapıldığı yer, sergi yapımcısının bir zamanlar ikamet ettikleri evin misafir salonudur. Bina bir şekilde kendi kaderini yaşamakta gibidir. Ne yazık ki, içerden çalışmalarla uzun süren tartışmalarla hatta bazı mülk sahiplerinin kabul etmemesine rağmen bina yıllardır bakımsız bırakılması öne sürülerek, sosyal demokratlar tarafından 2014 yılında yıkılır. Kitabın basım aşamasında bina da yıkım sürecindedir. İş merkezi olma yolunda önce mağmaya doğru kazılır.

Gülçin Aksoy, “Umur” 2013, Video

Yıkım ve yapım süreci, iktidar sahibi için farklı anlama gelir, birey için farklı. Bireysellik mekanla birlikte sürekli yer değiştirir. Bellek mekanla ve kendine özgü bir zamanla birlikte işler. Kamusal alanların (ki bu coğrafyada kamusal olan devlete ait olan demektir) yıkım sahneleriyle çerçevelenmesi, bireyi dışarda tutar. Hatırlamaktan başka care kalmaz bireyin elinde. Hatırlamanın her seferinde yeniden kurgulamak olduğunu düşünürsek, sergide yapılmak istenenin temsil etmek veya felaketi anlatmak değil, başka bir yapım süreci olduğunu ileri sürebiliriz.

Yıkım sürecinden bir şekilde ayakta kalan “Cumhur-Mefruşat”a gelirsek, Cumhur- Mefruşat bugünden geriye bir bakış açısı sunar. Yani görkemli, derme çatmalığı ile güzel, sürprizli, yapım aşamasında öte yandan sevgili bir memleket manzarası gibidir sanatçı için. Naylon ile kaplı bir bina sıkça gördüğümüz artık yaşantımızın hatta manzaramızın parçası olan bu hazır görüntü, yakalanmış görüntü, güllerle kaplanmıştır. Sanatçı çektirdiği fotoğrafın üzerine gül motifleri eklemiş, cumhur- mefruşat tabelası asmıştır. Mefruşat