• Sonuç bulunamadı

Sonuç olarak, bölgedeki Arap ülkeleri Irak’ın güçlü bir Arap ülkesi olarak bölge denkleminden çekilmesini ve bu denklemin İran merkezli bir Şii kuşağı tarafından doldurulması ihtimalini endişeyle karşılamaktadırlar. Irak’ın güçlü ordusunu ve Arap kimliğini yitirmesi, bölgede İsrail, İran ve Türkiye’yi stratejik bakımdan daha güçlü bir konuma sokacaktır. Amerikalı yeni muhafazakârların bütün hesaplarına rağmen, yeni oluşan Irak rejimi İsrail yanlısı olmayacaktır.

Ancak bu durum Irak’ın askeri bakımdan güçsüz ve siyasi bakımdan istikrarsız bir devlet olacağı gerçeğini değiştirmemektedir.

‘Yeni Irak askeri bakımdan güçsüz ve siyasi bakımdan istikrarsız bir devlet olacaktır.’

‘Irak’ın güçlü ordusunu ve Arap kimliğini

yitirmesi, bölgede İsrail,

İran ve Türkiye’yi

stratejik bakımdan daha

güçlü bir konuma

sokacaktır.’

C. TÜRKİYE: Kuzey Irak, Türkmenler ve Irak’ın Bütünlüğü

Türkiye ve Irak, genelde Osmanlı mirası algısının, özelde ‘Arap isyanı’nın ve Musul meselesinin izlerine rağmen, Irak 1932’de bağımsızlığını elde eder etmez ilişkilerini hızla geliştirmeye başladılar. Yeni Ortadoğu’da ulusal ve bölgesel çıkarları örtüşen, benzer tehdit algılamalarına sahip olan Türkiye ve Irak, 1937’de (İran ve Afganistan’la birlikte) Sadabad Paktı’nı imzaladılar. Türkiye bu uğurda İran-Irak arasındaki sınır sorununun çözümü için büyük çaba göstermiştir. Türk dış politikasında 1930’larda ortaya çıkan ‘Bağdat ekseni’, Ankara ve Bağdat’taki bütün hükümet ya da rejim değişikliklerine rağmen 1990/91’e kadar devam etmiştir. Türkiye Arap dünyasıyla ilişkilerini bu eksen üzerinden tanımlamış ve yürütmüştür.

Bağdat ekseni İkinci Dünya Savaşı sonrasında da devam etti. Türkiye 1945’ten başlayarak Irak ve Ürdün gibi Batı yanlısı, ılımlı Arap milliyetçisi ve bir ölçüde Sovyet/Komünizm tehlikesini hisseden muhafazakar monarşilerle yakınlaşırken, Suriye ve Mısır gibi cumhuriyetçi, Batı karşıtı, bir ölçüde Sovyet yanlısı ve radikal Arap milliyetçisi ülkelerden uzaklaşmaya başlamıştır. Ortak tehdit algılamaları ve çıkarların örtüşmesi sonucu, Türkiye ve Irak 1955’te Bağdat Paktı’nın kurulmasına öncülük ettiler. 1958 Irak İhtilali sonucu Bağdat’ta Nasır yanlısı radikal Arap milliyetçilerinin iktidara gelmesiyle Bağdat Paktı’nın ve iki ülke arasındaki ilişki zemininin fiilen çökmesine rağmen, beklenenin aksine ihtilal sonrası Irak’la kısa zamanda yumuşamaya gidilmiştir.

Türk dış politikasındaki ‘Bağdat ekseni’, Irak’ta 1958 sonrasında iktidara gelen rejimlerin niteliğine rağmen devam etmiştir. Bunda hiç kuşkusuz ortak çıkarların devamlılığı belirleyici olmuştur.

Türkiye’yi 1960’lar boyunca en çok rahatsız eden nokta, Bağdat’taki istikrarsız rejimlerle Molla Mustafa Barzani önderliğindeki Kürtler arasındaki ilişkilerdir.

Kürtlerin Bağdat’a karşı yürüttükleri isyan ile ilgili gelişmeler, özellikle İran’ın (ABD ve İsrail’le birlikte) Kuzey Irak’ta Bağdat’a karşı savaşan Kürt gruplara yardım etmesi Türkiye’yi son derece endişelendirmiştir. Türkiye sürekli olarak İran Şah’ına bu konudaki rahatsızlığını iletirken, aynı zamanda bunun hem İran hem de Türkiye’deki Kürtler arasında ciddi sonuçlara yol açacak bir otonom Kürt devletinin kurulmasına neden olabileceğini anlatmaya çalışıyordu.

Ankara nihai çözüm olarak İran-Irak ilişkilerini düzeltmeye çalışmış ve bu uğurda bazı arabuluculuk girişimlerinde bulunmaktan da kaçınmamıştır.

Bağdat’ın 1970’te Kuzey Irak’a tanıdığı otonomiye Ankara tarafından ses çıkarılmamasına karşın, Şah’ın Irak Kürtlerine yaptığı para ve silah yardımı Türkiye’yi endişelendirmeğe devam etmiştir. Türkiye bu nedenle Şah’ın Irak’taki Kürt hareketine desteğini ve dolayısıyla Kürt isyanını sona erdiren İran ve Irak arasındaki 1975 Cezayir Anlaşmasını olumlu karşılamıştır.

İran-Irak savaşında (1980–88) iki ülkenin ticaret hacminde büyük artışlar yaşanmasına rağmen, savaştaki gelişmeler nedeniyle statükonun (sınırların) değişme ihtimali Türkiye’nin güvenlik kaygılarını tekrar ortaya çıkarmıştır. Bir yandan Kuzey Irak’taki bütün Kürt grupların birleşerek İran’ın kontrolü altına girmesi diğer yandan İran ordusunun Kerkük’e yaklaşarak Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattını tehdit etmeye başlaması Türkiye açısından endişe verici olmuştur. Türkiye, Irak sınırında bir takım askeri tedbirler alma yoluna gitmiştir. Bu dönemde PKK da sorun olmaya devam etmiştir; Türkiye’nin PKK’ya karşı Kuzey Irak’ta gerçekleştirdiği askeri operasyonları İran, Iraklı Kürtlere (yani kendi müttefiklerine) karşı bir hareket olarak görüyor ve Türkiye’nin savaşta Bağdat’a yardım etmesi olarak kabul ediyordu. Türkiye’nin Kuzey Irak operasyonları arttıkça, Irak Kürtleriyle birlikte savaşan İran’la, PKK’ya karşı savaşan Türkiye karşı karşıya gelmeye başladılar.

1990–1991 yılları Türk dış politikasının hem bölgesel hem de uluslararası manada 1945 ve 1965’ten beri dayandığı bütün temel parametrelerinin değiştiği bir dönüm noktası oldu. Bu temel dönüşümün sebeplerini, Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesiyle başlayan Körfez krizi ve takip eden savaşın Ortadoğu’daki bütün dengeleri değiştirmesi, Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Soğuk Savaş’ın bitmesi ve Arap-İsrail barış sürecinin başlaması olarak sayabiliriz. Bu dönemde Türk-Arap ilişkilerinde 1965’ten beri temel rol oynayan iki faktöre, ‘Kıbrıs’ ve

‘petrol/ticaret’ faktörlerine, 1980’lerde başlamakla birlikte 1990’larda iyice belirginleşen iki yeni faktörün daha eklendiği görülür: ‘Kürt meselesi’ ve ‘su meselesi’. Bu dönemin Türkiye bakımından en önemli sonucu, Türkiye’nin Ortadoğu politikasında 1930’lardan beri var olan ‘Bağdat ekseni’nin belirsiz bir süre için kaybolmasıdır.

1991 sonrası dönemde Türkiye, PKK’nın istifade ettiği otorite boşluğu nedeniyle Kuzey Irak’a müdahil olmaya başladı. Körfez Savaşı’nın sonunda Kuzey Irak’lı Kürtlerin Saddam Hüseyin rejimine karşı başlattıkları isyan sonucu Türkiye ve İran sınırına yığılan sığınmacılar, ABD ve müttefiklerinin duruma müdahalesine yol açarak ABD’yi askeri ve siyasi bakımdan Kuzey Irak’a taşıdı.

Tıpkı 1980-1988 İran-Irak Savaşı döneminde olduğu gibi, Kürtler ve Kuzey Irak ile ilgili gelişmeler Türkiye ve İran arasında sorun olmaya devam etti. Irak’ın parçalanıp Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kurulması ihtimali karşısında, Türkiye ve İran önceleri Irak’ın toprak bütünlüğünün kendileri için önemini kavrayarak bir işbirliğine giderken, durum belirsizliğini korumaya devam ettikçe gerilim ve rahatsızlık tırmandı. Ayrıca ABD-İran ilişkilerinin kötüleştiği bir ortamda, ABD’nin bölgedeki varlığının Türkiye sayesinde devam ediyor olması sıkıntı yaratmaya başladı.

Kürt grupların mevcut otorite boşluğunu doldurmak için bir yandan kendi aralarında çatışırken, diğer yandan Türkiye, İran ve Amerika’yı birbirlerine karşı oynayan bir denge siyaseti gütmeleri bir başka gerilim faktörü oldu.

Mevcut otorite boşluğundan yararlanan PKK’nın Kuzey Irak’ta giderek güçlenmesi ve Türkiye’nin bölgeye müdahalesinin artması da İran tarafında endişeye yol açtı. 1999’da PKK lideri Öcalan’ın yakalanmasından sonra şartlar bir ölçüde değişse de, genel itibariyle 2003 Nisanına kadar devam eden bu

tabloda, ABD’nin Irak’a savaş ilan etmesiyle birlikte Türkiye açısından tehditler aynı kalmakla birlikte bir takım yeni gelişmeler ortaya çıktı.

Ankara açısından bakıldığında, Irak’ta 1991 sonrasında ortaya çıkan belirsizliğin ve otorite boşluğunun er ya da geç bir neticeye kavuşturulması, Irak’ın tekrar uluslararası sistemin içine çekilerek normalleştirilmesi, egemen, bağımsız, bütün, demokratik ve istikrarlı bir ülke haline getirilmesi gerekiyordu. Bunun barışçıl bir şekilde cereyan etmesi tercihe şayandı. Türkiye için en ideal çözüm Saddam Hüseyin ve Baas Partisi’nin yeni Dünya dengelerini doğru okuyarak geri adım atması, içeride de tedrici bir demokratik tecrübeye ve toplumsal uzlaşmaya girişmesi olabilirdi. Genelde Soğuk Savaş ve özelde 11 Eylül 2001 sonrası ortaya çıkan parametrelerin sonucu, küresel barışın yanı sıra bölgesel barış ve istikrar da önemli hale gelmişti. Türkiye’nin çıkarları açısından Irak’taki bunalımın, Ortadoğu’da daha büyük bir kaosa dönüşmemesi ve Irak’taki gelişmelerin Türkiye’nin sınırlarını olumsuz yönde etkilememesi büyük önem taşımaktaydı.

Türkiye’nin savaşın hemen öncesindeki beklentileri şöyleydi:

Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması: Sadece Kuzey Irak’ta ortaya çıkabilecek yeni oluşumlara imkân yaratması açısından değil, Irak’taki her türlü bölünme Türkiye ve bölge bakımından zararlara yol açacaktır.

Irak’ın siyasi bütünlüğünün korunması: Merkezi güçlü bir hükümetin bütün Irak’ı doğal kaynaklar da dahil olmak üzere kontrol etmesi yeni Irak’ın istikrarı ve refahı için gereklidir. Saddam Hüseyin rejimiyle kıyas edildiğinde askerî/stratejik bakımdan zayıf bir Irak Türkiye’nin lehine olarak görülebilecekken, Bağdat’ta güçsüz ve zayıf bir hükümetin yer alması Türkiye için kaygı vericidir.

Irak’ta üniter yapının korunması: Irak’ta istikrar için üniter bir yapının daha faydalı olacağı düşünülmektedir. Federatif ya da konfederatif yapılar mevcut ayrımları daha da derinleştirerek Irak’ı bölünmeye götürebilir.

Türkmenler: Türkiye, Baas rejimi altında herkes kadar ezilmiş ve temel hakları çiğnenmiş Türkmenlerin huzurunu ve refahını istemektedir.

Kerkük ve Petrol: Hem Türkmenler hem de Irak’ın bütünlüğü açısından Kerkük’ün ve petrol kaynaklarının bütün Irak’a ait olmasını tercih etmektedir.

PKK sorunu: PKK’nın hiçbir şekilde Irak’ta barındırılmaması gerekmektedir.

‘Türk dış politikasında

Benzer Belgeler