• Sonuç bulunamadı

Yapısalcılık (constructivizm) olgusal gerçekliğin insandan bağımsız bir şekilde ele alınamayacağını savunur. Bilgi nesnel ve genel geçer değil, duruma özgü ve özneldir. İnsanın zihninde ve sosyal bağlamda üretilir. Bilginin doğası sabit değil değişkendir ve yeni karşılaşılan durumlarla sürekli güncellenir. Bilimsel problemler için matematiksel modeller ve ölçmeye dayalı tahminler kalıcı çözüm sağlayamaz.

Bunun yerine sınırlı bir örneklemde derinlemesine analizlerle problemlerin kökenlerine inilmesi gerekir. Kısaca yapısalcı paradigma bilimsel araştırmalarda ölçme yerine anlamlandırmanın önemini vurgulamaktadır.

20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren toplumlar ve örgütler tarihte eşi görülmemiş felaketler yaşamaya başlamıştır (Gilbert, 2007). Örneğin 26 Nisan 1986’da Çernobil nükleer santralinde dördüncü reaktörde meydana gene patlama, Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarını tam iki yüz kat aşan bir etki yaratmıştır. İlk anda yalnızca 31 kişinin öldüğü patlama, yakın coğrafyayı on yıllarca

sürecek bir felakete sürüklemiştir1 (CNN Türk, 2019). Mart 2011’de Japonya’da 9.0 şiddetinde deprem olmuş ve sonrasında meydana gelen tsunami sebebiyle Fukuşima nükleer santralinde elektrikler kesilmiş, sürekli soğuması gereken reaktör aşırı ısınarak erimiştir. Bu felaket de Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarının 100 katından fazla radyasyon yaymıştır. Deprem ve nükleer felaketten önce önemli bir tarım merkezi olan Fukuşima, felaketten sonra bir hayalet şehre dönüşmüştür (BBC Türkçe, 2019). Bu felaketin tedarik zincirlerine etkisi araştırıldığında otomobil üretiminde üç aylık gecikmelere sebep olduğu ve Apple iPad2 ürününün tanıtımını geciktiği belirtilmiştir (Bradley, 2014). Ayrıca, yapılan bir araştırmada Japonya’da yaşanan bu iki felaketten sonra Avrupa menşeli 639 firmanın %80’inin tedarik zincirlerinde kesintiler yaşadığı ortaya koyulmuştur (Kumar, Himes ve Kritzer, 2014).

Finansal krizlerden mikrobik salgınlara, doğal afetlerden terör olaylarına kadar modern sonrası toplumların yaşadığı felaketlere daha birçok örnek sayılabilir.

Şüphesiz gelecekte şimdi adını bilmediğimiz daha pek çok benzer felaket ve krizler yaşanacak. Sanayileşmiş toplumlar, maruz kaldıkları bu ağır risklerden dolayı “risk toplumu” olarak adlandırılmaktadırlar (Beck, Scott ve Brian, 1992; Boin, 2009;

Gephart, Van Maanen ve Oberlechner, 2009; Giddens, 1991). Bu risklerin ortak özelliği, olasılıklarının çok küçük, etkilerinin ise çok büyük olmasıdır. Dolayısıyla pozitivist risk teorisi bu riskleri ölçememektedir. Taleb (2008) bu riskleri siyah kuğu metaforuyla tarif etmektedir. Siyah kuğuların tedarik zincirleri üzerindeki etkileri;

üretimin durması, faaliyetlere ara verilmesi, ürünlerin geri çağırılması ya da kirlilik içeren kaynakların imhasına mecbur kalınması olabilir (Lalonde ve Boiral, 2012).

Yapısalcı teoriye göre risk, gözlemlenemeyen bir yapıdır ve çoklu anlamları vardır.

Bu sebeple riskin tanımında daima bu tarz sübjektif unsurlar bulunur (Malenfant, 2009).

Peki, siyah kuğulara karşı tedarik zinciri yöneticileri nasıl bir strateji benimsemelidir? Yapısalcı teori, risk yönetimini devamlılık ihtiva eden ve sosyal yapılandırılmış bir süreç olması gerektiğini vurgular (Beck vd., 1992; Hansson, 2005;

McEntire ve Myers, 2004; Perry ve Lindell, 2003). Ayrıca, Douglas ve Wildavsky

1 ABD federal sağlık kanunları 1980-1996 yılları arasında Türkiye’de beş aydan fazla zaman geçirenlerden kan alınmasına izin vermemektedir.

(1983) risk kavramının kültürden de etkilendiğini vurgulayarak riske karşı tutumları farklılık gösteren dört çeşit kültür tanımlar. Bu kültürler; riskten kaçınan hiyerarşik kültür, risk arayan bireyselci kültür, riski sosyal sebeplerin bir objesi olarak gören sekreteryan kültür, ve güvensiz tutumlar sergileyen marjinal kültürdür. Risklere karşı yanıt stratejileri geliştirirken tedarik zincirinin hangi kültürlerin etkisi altında bulunduğu da dikkate alınmalıdır.

Korona virüsü, savaşlar, depremler gibi birçok sistematik riskin gerçekleştiği 2020 yılının ilk altı aylık döneminde tedarik zincirlerinin başarısı açısından yapısal risklerin rutin risklere göre gittikçe daha fazla önem kazandığını görmekteyiz. Ancak tedarik zinciri alanında yapısal risklerin ölçülmesi ya da yönetilmesi üzerine literatürde oldukça sınırlı sayıda çalışma yer almaktadır. Bunlar arasında, Bradley (2014) tedarik zincirinde yapısal risklerin sebep olduğu kırılmaları yönetebilmek için sıralı ölçeğe dayalı bir metodoloji önermiştir. Buna göre, yapısal riskleri ölçmek için etki ve olasılıkları bir arada düşünmek yerine ayrı ayrı ele almıştır. Knemeyer, Zinn ve Eroglu (2009) tedarik zincirlerindeki yalın uygulamaları eleştirmiş, insani kaynakları ve envanter düzeyini azaltmanın tedarik zincirlerini terör saldırıları, kasırgalar gibi yapısal risklere karşı daha kırılgan bir hale getirdiğini iddia etmiştir.

Dolayısıyla tedarik zinciri yöneticilerinin birincil görevi artık envanteri azaltmak değil riskleri azaltmaktır (Kumar et al., 2014).

Risk yönetimi konusunda başarının anahtarı, yapısalcı ve pozitivist paradigmanın öğretilerini harmanlamaktan geçmektedir. ISO 31000 risk yönetimi standardı kültür, entegrasyon, öznel değerler gibi yapısalcı paradigmanın altını çizdiği hususları benimseyen, ama aynı zamanda pozitivist paradigmanın getirdiği risk tanımına uygun olarak ölçülebilir rutin riskleri de ihmal etmeyen jenerik bir risk yönetimi modeli ortaya koymaktadır (TSE ISO 31000, 2010). Lachapelle, Aliu ve Emini (2019) ISO 31000 standardının, başlangıcı Rönesans Avrupa’sına kadar uzanan risk yönetimi tarihindeki, gerçekleşen en son devrimsel buluş olduğunu iddia etmektedir. Bununla birlikte örgütlerin içerisindeki ve çevresindeki riskleri tanımlamak, ölçmek ve kontrol etmek için geliştirilen ISO 31000 standardı, tedarik zinciri yöneticileri için de önem arz etmektedir. Literatürdeki TZRY modelleri incelendiğinde, ISO 31000 standardındaki aşamaların bu modellerin tamamına

yakınını kapsadığı görülmektedir. Bu sebeple ISO 31000 standardı sadece örgütler için değil tedarik zincirleri için de jenerik bir risk yönetim modeli olarak kullanılabilir (de Oliveira, Marins, Rocha ve Salomon, 2017).

Bir sonraki bölümde olasılık teorisinin ortaya çıkışından ISO 31000 standardına kadar risk yönetimi alanında gerçekleşen devrim niteliğindeki gelişmeler ele alınacaktır.

Şekil 1.1. Risk Tarihi Kronolojisi

1654: Blaise Pascal ve Pierre de Fermat olasılık teorisinin temellerini attı.

1713: Nicholas/Daniel Bernoulli St.

Petersburg paradoksu ile fayda teorisini ortaya attı.

1764: Thomas Bayes, Bayesyen tahmin teorisini ortaya attı.

1942: Von Neumann ve Morgenstern oyun teorisini ortaya attı.

1952: Harry Markowitz portföy teorisini ortaya attı.

1979: Daniel Kahneman ve Amos Tversky Beklenti Teorisini ortaya attı

1980'ler: Riske maruz değer (Value at Risk - VaR) kavramı ortaya atıldı.

1992: Kent D. Miller, firmaların karşılaştıkları stratejik ve finansal belirsizlikleri kategorize etmede kurumsal

risk yönetimi çerçevesi ortaya attı.

2009: Uluslararası standardizasyon örgütü (International Organization for Standardization - ISO), ISO 31000 risk yönetimi standardını yayınladı.

Kaynak: Lachapelle, Aliu ve Emini (2019)’den uyarlanmıştır.