• Sonuç bulunamadı

130. Ben yâri olmayan o yârin şerhini nasıl söylerim ki, bir damarım ayık değildir

Ben yâri ve eşi olmayan ve benim yârim ve eşim bulunan o Hz. Şems'in hallerinin ve sözlerinin şerhini nasıl söyleyebilirim ki, vücûdumda bir damarım bile ayık değildir.

131. Bu hicrânın ve bu gam ve kederin şerhini, başka bir vakte kadar, şimdi bırak!

Beytin orjinalinde geçen "Hûn-ı ciğer" gam ve kederden kinâyedir.

(Bahâr-ı Acem.) Ya'ni, bu Hz. Şems'in ayrılığının ve bu ayrılıktan doğan gam ve kederin şerhini, şimdi söyleyebilecek bir halde değilim; bunları başka bir vakte bırak!

132. Dedi: Beni doyur; çünkü muhakkak ben açım ve acele et ki vakit, keskin bir kılıçtır.

Çelebi Hüsâmeddîn hazretleri dedi ki: Benim rûhum ilâhî hakîkatlere ve bilgilere pek acıkmıştır; bundan dolayı Hz. Şems'in Hak bilgisinin ayn’ı olan halleriyle ve sözleriyle beni doyur; ve bunları söylemekte acele et;

63

çünkü vakit çabuk geçer ve ömürleri keskin kılıç gibi kesip kısaltır; belki başka vakte yetişmek mümkün olmaz.

133. Ey arkadaş! Sûfî vaktin oğlu olur, Yarın demek yolun şartından değildir.

Sûfî hakkında hakîkat ehlinin çok sözleri vardIr; özeti budur ki: Sûfî kalbini gayrıdan saklayan ve Hak'tan başka mevcût bilmeyen ve ilâhî ahlâk ile ahlâklanmış olan kimsedir. Sûfî, ya makâm sâhibi olur veyâ hâl sâhibi olur. Makâm sâhibi, dinleyenlerin isti'dâdlarını ve çevresinin hallerinin ve şartlarını gözeterek söz söyler. Hâl sâhibi ise, sözlerinde dinleyenin isti'dâdı ve çevresinin halleri ve şartları ile ilgilenmez. Makâm sâhibine

"vaktin babası" ve hâl sâhibine "vaktin oğlu" derler. Makâm sâhibi, hâl sâhibi olan sûfîlerden daha yüksektir.

Bu beyitlerden anlaşılır ki, Hz.Pîr, bu Mesnevî-i Şerîf’in 1.cildini söyler-ken Çelebi Hüsâmeddîn hazretleri, hâl sâhibi ve vaktin oğlu imiş; Hz. Pîr efendimiz ise, makâm sâhibi ve vaktin babası olduklarından, onların isti'dâdlarını dikkâte alarak, Hz. Şems'in ma’rifetlerini ve hakîkatlerini

"başka vakit" ta'bîriyle, onların yükselmeleri zamanına ertelediler.

Ya'ni Hüsâmeddîn Çelebi hazretleri, kendi mertebelerinden Hz. Pîr'e hitâben dedi ki: Ey arkadaş! Sûfî vaktin oğlu olur; bundan dolayı hâlin îcâbına tâbi' bulunur; yarın demek ve Hz. Şems'in hallerinin şerhini başka vakte bırakmak sûfînin yolu değildir.

134. Sen ise, acabâ sûfî biri değil misin? Elde var olana, veresiyeden yokluk gelir.

Beytin orjinalinde geçen "Nüsye" veresiye demektir. Ya'ni, ey sûfîlerin imâmı olan muhterem pîrim! Acaba sen sûfî degil misin? Bu sözleri başka vakte bırakıyorsun. Oysa bir kimse, elinde mevcût olan malı veresiye verecek olursa ve bedelini almayı ertelerse, o elindeki mal yok olur ve eline de bir şey girmez.

135. Ona dedim: Yârin sırrının örtülmüş olması daha hoştur; sen ancak hikâyenin zımnına kulak tut!

"Zımn" bir şeyin içi ve bâtını ma'nâsınadır. Ya'ni makâm sâhibi olup,

64

dinleyenin isti'dâdını ve çevrenin hallerini ve şartlarını dikkâte alan Hz. Pîr buyururlar ki: Ben Hüsâmeddîn Çelebi hazretlerine cevâben dedim: Yârin sırrının açıkça söylenmeyip, örtülmüş olması daha iyidir. Sen hikâyenin iç yüzüne rûhunun kulağını tut ve bizim hikâyelerimizdeki sözlerimizin altında kapalı olan ince nükteleri keşfetmeye çalış.

136. O, daha hoş olur ki, dilberlerin sırrı, başkalarının sözü içinde söylenmiş

olsun.

Hakk’ın dilberleri olan insân-ı kâmillerin sırrını bu Mesnevî-i Şerîf’te, birtakım hikâyelerle altında anlatmak ve ehillerine bu şekilde açmak daha iyi bir usûl olur. Çünkü akılların ve idrâklerin mertebeleri bir değildir.

Yanlış anlayanlar fitneye ve dalâlete düşerler. Zâhir ehli varsın bizim hikâyelerimizin zâhirlerinde saplanıp kalsınlar; ve idrâk ve isti'dâd ehli ise onların bâtınlarına geçebilsinler.

Hz. Mevlânâ niçin bu hakîkatleri açıkça söylemedi de, böyle birtakım hikâyeler ve ince nükteler altında sakladı diyenler zamanımızda da vardır.

Bu ve aşağıda gelecek olan beyitler onların cevâbıdır.

137. Dedi: Ey fazîletler sâhibi, beni reddetme; açık ve çıplak ve saklayıp esirgemeksizin söyle!

Beytin orjinalinde geçen "Gulûl" hıyânet etmek, demektir. Burada esirge-yip, saklamaktan kinâyedir.

Ya'ni Çelebi Hüsâmeddîn hazretleri dedi: Ey fazîletler sâhibi olan pîrim!

Benim arzumu ve niyâzımı reddetme; o hakîkatleri ve bilgileri açık ve kısa, elbîselerinden soyunmuş olarak ve saklayıp esirgemeksizin, olduğu gibi söyle!

138. Perdeyi kaldır ve çıplak söyle; çünkü ben dilber ile, gömleğiyle berâber yatmam.

Beytin orjinalinde geçen "Sanem" put demektir; burada ma'şûktan ve dilberden kinâyedir. Ya'ni, hikâyelerdeki ince nükte perdelerini kaldır ve o ilâhî hakîkatleri ve bilgileri hikâye elbiselerinden soyunmuş olarak söyle!

Çünkü o ilâhî bilgiler benim dilberim ve ma'şûkumdur; ben ise ma'şûkum

65

ve dilberim ile gömleği ve elbisesi ile yatmam. Şem'î’den beyit:

Cennet elbisesi olursa yırtayım çekeyim Vuslat ânında bana perde olur gömleğim.

139. Dedim: Eğer o zâhir de üryân olursa, ne sen kalırsın, ne kenârın, ne ortan kalır.

Ya'ni Şems-i Tebrîzî hazretleri, mutlak birlik sırrına nâil olmuştur; eğer bu sır hikâye elbiselerinden soyunmuş olarak, apaçık bir şekilde gözükürse, bakışında senin senliğin kalmaz; ve senin kenârın ve etrâfın olan taayyün-ler âlemi de ortadan kalkar ve senin rûhun ile cisminin arasında bağlayıcı olan aklın da gider.

140. İsteyeceğini iste; fakat ölçüyü de iste! Bir saman çöpü dağa tâkat getiremez.

Ya'ni, isteyeceğin şeyi, ölçü ile iste ve isti'dâdına uygun olan miktarda iste! Çünkü bir saman çöpü gibi zayıf olan bir isti'dâd, dağ gibi olan vahdet-i vücûd ya’ni vücûdun birliği sırrına tahammül edemez. Çünkü Hak Teâlâ hakîmdir; herşeyi lâyık olduğu mahalle koyar ve her hak sâhibine hakkını verir. Bu beyt-i şerîfte, Rahmân sûresinde olan:

(Rahman, 55/8)

“Ellâ tatgav fîl mîzân”

"Mîzanda haddi aşmayınız"

emrine işâret buyrulur.

141. Bir güneş ki ondan bu âlem aydınlandı, eğer biraz artarak gelse, hep yandı.

Örneğin güneş, uzaklık perdesi sebebiyle âlemi nurlandırmakla berâber yakıp mahvetmez. Güneş gibi olan ahad Zât dahi, taayyün perdeleri sebe-biyle izâfî vücûtlar âlemini nûrlandırır. Eğer bu taayyün sûretleri perdesi kalkarsa, izâfî vücûtlar âlemi mahvolur; o zaman sen de kalmazsın.

66

Sûretteli güneş nasıl ki biraz daha yaklaştığı zaman cihânı yakıp mahve-derse, hakîkat güneşi de, perde arkasından çıkıp gözükürse, O'nun kendi varlığından başka hiçbir varlık kalmaz.

142. Fitne ve kavga ve kan dökücülük isteme; bundan fazlasını Şems-i Tebrîzî'den söyleme!

Birlik sırrını apaçık söylemek, halk arasında dalâlet fitnesine ve zâhir âlimleri ile hakîkat ehli arasında kavgaya ve mücâdeleye ve hattâ kan dökücülüğe sebep olur. Nitekim Hallâc-ı Mansûr hazretleri bu sırrı keşfedince, bu halk onun kanını döktüler;ve Muhyiddîn Arabî (k.s.) hazretleri Fusûsu'l-Hikem‘lerini sâdık bir rü’yâda aldığı Peygamberimizin emri üzerine, bu vahdet-i vücûd sırrını apaçık söylediği için, zâhir âlimleri kâfirliğine kadar cür'et ettiler ve günümüzde dahi inkâr edenler çoktur.

Fakat Hz. Mevlânâ bu birlik sırrının birçok inceliklerini, hikâye elbiseleri altında beyân buyurdukları halde, halk bu hikâyelerin iç yüzüne vâkıf olamadıklarından, Mesnevî-i Şerîf, Fusûsu'l-Hikem'e olan hoş görüsüz-lüklerden kurtulmuştur. Hz. Pîr’den beyit:

"İşâret söyleyici olan Mansûr, halk tarafından dâr ağacına geldi. Be-nim sırlarımın sertliğinden ve şiddetinden dolayı, beni Hallâc dâr ağacına asar."

İşte bu sakıncaya istinâden Hz. Pîr, Çelebi Hüsâmeddîn hazretlerine, bundan daha fazla Şems-i Tebrîzî hazretlerinden ve onun sırlarından bahsetmemeyi tavsiye buyururlar.

143. Bunun sonu yoktur; baş taraftan bahset; git, yine bu hikâyenin tamamını söyle!

Ya'ni Hz. Şems'in sırları hakkındaki sözlerin sonu yoktur, çünkü birlik sırları biter ve tükenir şey değildir; bundan dolayı baş taraftan bahsedelim ve dönüp yine bu hikâyenin tamâmını söyleyelim.

67

Câriyeciğin hastalığını anlamak için,

o velînin pâdişâhdan yalnız bırakılmalarını istemesi

"Kenîz" câriye, devâmındaki "kâf" küçültme içindir. "Kenîzek" câriyecik demek olur. "Talebîden" Arapça "taleb" kelimesinden oluşmuş yapma bir mastardır, "istemek" ma'nâsınadır. "Cihet" kelimesi Farsça’da "için"

demektir.

144. Dedi: Ey şâh! Boşalt evi! Uzaklaştır hem akrabâyı ve hem bigâneyi!

Beytin orjinalinde geçen "Hâne"den kasıt, sâlikin kalbi. "Halvet" yalnızlık ve tenhâlık demek olup, burada bütün hâtıralardan soyutlanmaya işârettir.

"Hıyş" akraba demek olup, burada rûhânî olan övülmüş hâtırlara; ve

"bîgâne" yabancı demek olup, nefsânî olan kötülenmiş hâtıralara işârettir.

Ya'ni, ilâhî hekim ve kâmil mürşid, sâlike dedi ki: "Kalbini huzûrumda bütün hâtıralardan soyutlayıp, boşalt; bu hâtıraların iyisini ve kötüsünü uzaklaştır.