• Sonuç bulunamadı

619. Nakış ana karnında çocuk gibi, nakkāşın ve kalemin önünde âciz ve kayıtlıdır

Belgede MESNEVÎ-İ ŞERÎF 1.Cilt 1.Kitap (sayfa 165-168)

620. Bârigâhın bütün halkı, kudretin önünde, iğnenin önündeki gergef gibi âcizdirler.

Âlem bârigâhı gergef gibi ve üzerindeki halkın hepsi, gergef üzerindeki nakışlar gibi; ve ilâhi kudret de, gergef üzerindeki nakış işleyen iğne gibidir; ve nakkāş HakTeâlâ Hazretleri'dir.

621. O ba’zen şeytan ve ba’zen âdem nakş eder; ba’zen mutluluk ve ba’zen gam nakş eder.

622. El yoktur ki el, def'e kımıldasın; söyleme yoktur ki zarar ve fayda hakkında söylesin.

Hakk’ın kudretinin tasarrufuna muhâlif bir el yoktur ki, o tasarrufu def’

etmek için hareket edebilsin; ve söz söyleyecek bir ağız yoktur ki, Hakk’ın kudretinin tasarruflarının zarar ve faydası hakkında söz söyleyebilsin.

623. Sen beytin tefsîrini Kur'ân'dan açıkça oku ki, Hudâ “Mâ remeyte iz

remeyte" buyurdu.

166

Ya'ni yukarıdaki bir beyitte, biz rüzgârlardan hareket eden bayraklar üzerindeki arslan resimleriyiz, demiş ve onu ta'kip eden beyitlerde bunu örnekler ile îzâh etmiş idik. Bu ma’nâ Kur’ân-ı Kerîm'de Enfâl sûresinde geçmekte olan:

(Enfâl, 8/17)

“ve mâ remeyte iz remeyte ve lâkinnallâhe remâ”

"Ey peygamberim, attığın vakit, sen atmadın, velâkin Allah attı"

yüce âyetinde açık bir şekilde beyan buyrulmaktadır. Bu yüce beyânda Hak Teâlâ senin attığın oku sen atmadın, Allah Teâlâ attı demekle, fiilleri kullarından kaldırıyor ve beşeri sûreti Hak Teâlâ Hazretleri kendi fiillerinin âleti olarak gösteriyor.

624. Eğer biz okları atar isek, bizden değildir; biz yayız ve onun ok atıcısı Hudâ'dır.

625. Bu, cebir değildir; bu, cebbâriyetin ma’nâsıdır. Cebbârlığın zikri yalvarıp yakarmak içindir.

Bu beyt-i şerîf yukarıdaki beyitlere karşı olabilecek bir sorunun cevâbıdır. Ya'ni birisi çıkıp diyebilir ki, mâdemki bizim fiillerimiz ve sözlerimiz Hakk’ındır ve bizler Hakk’ın âleti mesâbesindeyiz; şu halde biz sözlerimizde ve fiillerimizde mecbûruz ve bizim irâdemizin ve tercihimizin hiç hükmü yoktur. Bu sorunun cevâbını îzâh etmek için bir ön bilgiye ihtiyâc vardır.

Bilinsin ki, varlık dünyâda ve âhirette hep Hakk’ın varlığıdır. Bu hakîki vücûdun sıfatları ve isimleri vardır, açığa çıkmak isterler. Açığa çıkmak için de mutlaka çokluklar âleminin vücûdu lâzımdır. Oysa sonsuz olan Hakk’ın bir olan vücûdu karşısında, çok olan vücûdların bağımsız olarak ispâtı mümkün değildir. Bundan dolayı bu bir olan hakîki vücûd, latîf oluş mertebesinden kesîf oluş mertebesine tenezzül etmedikçe, çokluklar âlemi var olmaz. Nitekim bu hâle işâret olarak Ebu'l-Hasan Gûrî hazretleri

"Tenzîh ederim o Ecell ve A'lâ Zât’ı ki, Zât'ını latîf kıldı, ona Hak ismini

167

verdi; ve nefsini ve Zât'ını kesîf kıldı, ona da halk dedi" buyurur. Ve Cenâb-ı Şeyh-i Ekber "Tenzîh ederim o Ecell ve A'lâ Zât’ı ki, eşyâyı açığa çıkardı; oysa o Ecell Zât, eşyânın "ayn"ıdır" buyurur.

Şimdi, bir olan hakîki vücûd ilk olarak ilmî sûretlerinin mertebesine tenezzül etti ve bu mertebede sıfatlarının ve isimlerinin sûretleri sâbit oldu.

İlâhi isimler ise, Hâdî ya’ni (Hidayet Eden) ve Mudill ya’ni (Dalâlette Bırakan) ve Dârr ya’ni (Zarar Veren) ve Nâfi' ya’ni (Fayda Veren) gibi karşılıklıdır; ve Hâdî isminin gereği hidâyet olup, bu ismin görünme yerleri mü'minlerdir. Mudill isminin gereği de dalâlet olup, onun görünme yerleri de kâfirler, günahkârlardır.

Bu ilmî sûretlere "a'yân-ı sâbite ya’ni sâbit aynlar" derler. Bunların bu mertebede harici kesîf bir vücûtları olmadığından Hakk’ın Zât’ından ayrı olarak bir açığa çıkışları yoktur. Bundan sonra o hakîki vücûd, bu "sâbit aynlar" dolayısıyla gayrı oluş elbisesine bürünerek, rûhlar mertebesine tenezzül etti. Ondan sonra yine bu ilmî sûretler dolayısıyla "misâl merte-be"sine ve ondan sonra da "aşağıların aşağısı" olan "şehâdet âlem"ine tenezzül etti; ve "şehâdet âlem"inde açığa çıkan her bir kesîf vücûd ilâhi bir ismin gereklerine tâbi' olup, onlardan bu ismin hükümleri ve eserleri gâlip gelerek açığa çıktı; ve insan ise ilâhi sûret üzerine mahlûk olduğundan cüz'î ve küllî bütün isimlerin görünme yeri oldu. Fakat görünme yeri olduğu küllî isimlerden birisi onun "hâs Rabb"idir ve onu terbiye eder. Örneğin

"hâs Rabb"i "Mudill" ismi ise, bütün mevtınlarında onda gâlip olarak bu ismin hükümleri açığa çıkar ve " hâs Rabb"i "Hâdî" ismi ise, aynı şekilde onda gâlip olarak, bu ismin hükümleri ve eserleri açığa çıkar.

Şimdi Tekvîn ya’ni (Var Edicilik) Kelâm'a ve Kelâm Kudret'e ve Kudret İrâde'ye ve İrâde İlim'e ve İlim, ma'lûma ya’ni bilinene tâ'bîdir ve ma’lûm

"sâbit aynlar"dır. Ya'ni Hak ilâhi ilminde sâbit olmayan "şey"in açığa çıkmasını irâde etmez ve irâde etmediği "şey"e de kudreti bağlanmaz; ve kudretinin bağlanmadığı "şey" de mevcût olmaz.

Ne zaman ki insan fertleri bu kesîf âlemde var oldu, sûretleri i'tibariyle hepsi insan olduğundan, meydanda bir mîzân ya’ni ölçü olmadıkça hakîkatlerini ve ma’nâlarını birdiğerinden ayırmak mümkün olmadı. Bu maksâdın oluşması için peygamberleri vâsıtasıyla Hak Teâlâ "teklîfî emir"lerini teblîğ etti. Bundan dolayı emir iki tür oldu. Birisi "irâdî emir" ve diğeri "teklîfî emir"dir.

"İrâdî emir", Hakk’ın ilmine dayanan irâdesi, ya'ni ilmî sûretler mertebe-sinde Hak'dan isti'dâd lisânı ile, kendilerinin "Hâdî" veya "Mudill"

isimlerinden birisine görünme yeri oluşunu talep edenler hakkında, o sûretle varlığına Hakk’ın irâdesinin bağlanmasıdır.

168

Diğeri de "teklifî emir"dir ki, bu kesîf âlemde her ferdin isti'dâd ve kabiliyyetinin ayrılması için, peygamberler vâsıtasıyla şer'î tekliflerdir.

Bu hakîkatler ışığında bakıldığında kul, ezelde isti'dâd lisânı ile ne talep etmiş ise, Hak onu vermiş ve bu kesîf âlemde de aynı şekilde kul, irâde ve tercihini, bu isti'dâdının sevki ile fiilen kullanıp, yine onu talep etmiş ve Hak da aynı şekilde onu vermiştir. Bundan dolayı Hak tarafından cebir ya’ni zorlama yoktur. Zorlama ancak her görünme yerinin kendi hakika-tinden kendisine olur. Bunların tamamını Hakk’ın cebbâriyyeti ihâta etmiştir; çünkü hakîki vücûd Hakk’ındır ve kulun vücûdu bu vücûda bağlı olan bir vücûddur. O halde dâima Hakk’ın cebbâriyyeti altında âcizdir; ve mahlûkların Hakk’ın cebbâriyyeti altında âciz olmasının hikmeti de, gayrılık elbisesiyle açığa çıkan insanların vehimlerine dayalı olan varlıkla-rını, hakîki vücûd karşısında fânî etmek için, kendilerini hor görmenin kemâliyle yalvarıp yakarmalarının ve niyâzlarının gerekmesindendir.

626. Yalvarıp yakarmamız çâresizliğimizin delîli oldu; utanmamız da

Belgede MESNEVÎ-İ ŞERÎF 1.Cilt 1.Kitap (sayfa 165-168)