• Sonuç bulunamadı

Var-olmaya İlişkin Gerilim ve Fırsat Kaynağı Olarak Kaygı

BİR DIŞ POLİTİKA TEORİSİ OLARAK ONTOLOJİK GÜVENLİK

1.2. Var-olmaya İlişkin Gerilim ve Fırsat Kaynağı Olarak Kaygı

Bireyi, elitleri ve toplumu düşünümsel gözetime sürükleyen temel motivasyon, içinde yer alınan dünyanın görünenin aksine bir kaos yumağı şeklinde algılanmasıdır.

Bu kaos, gündelik eylem ve söylemin sıradan görünümlerinin ötesinde sürekli ve gizli bir şekilde durmaktadır. Hayatın kaotik yapısı “sadece düzensizlik değil, aynı zamanda

etmektedir. (Giddens, 2014: 54). Bu kaotik duygu bireyde, sürekli olarak kendini hissettiren bir kaygı durumu ortaya çıkarır. Kaos içerisinde birey, kendisinin, nesnelerin ve diğer kişilerin gerçekliği ve sürekliliği konusunda kaygı taşır.

Bu bağlamda kaygı anlık, somut ve belirgin tehlikelerden ziyade bireyin hayat içindeki sürekliliğine ve gerçekliğine dair geliştirdiği genel güvenlik sisteminin bir parçasıdır. Kaygı, nesnesi olmaması bakımından korkudan farklıdır. Korku, belirgin ve anlık olarak hissedilebilen, nesne görünümünde olan tehlikelere karşı geliştirilen bir tepkiyken “kaygı bireyin duygularının genelleştirilmiş durumudur” (Giddens, 2014:

63). Diğer bir deyişle kaygı, nesnesi kaybolmuş korkudur. Kaygının bir merkezi olmadığı ve bu yüzden de herhangi bir nesneye bağlanmadığı için somut bir karşılığı bulunmamaktadır. Bu nedenle kaygı, belirgin ve merkezi bir nesnesi olan korku gibi dışarıdan değil, kişinin kendi içinden kaynaklanır (Giddens, 2014: 64). Kaygının nesnel/fiziksel bir karşılığı olmadığı için merkezinde de fiziksel yok olma değil, benliğin yok olma endişesi bulunur (Croft & Vaughan-Williams, 2017: 19). Kaygının, korkudan bir diğer farkı da bireyin onu kendi güvenlik sisteminin bütünlüğüne yönelik bir tehlike olarak algılayıp algılamadığında saklıdır (Giddens, 2014: 65).

Freud’a göre kaygının hissedilme derecesi, çoğunlukla bireyin kendisi dışındaki dünyaya dair bilgisine ve onun karşısındaki güçlülük duygusuna bağlıdır (Giddens, 2014: 63). Birey dış dünyaya dair bilgi düzeyini artırdıkça ve bu bilgi birikimi üzerine düşünümsel bir dikkatle yaklaştığında kaygının hissedilme derecesi azalır. Zira düşünümsel gözetimden –farkında olmadan- elde edilen veriler bireye bir saniye sonrasından başlamak üzere geleceğini kurgulaması, kararlarına ve eylemlerine yön vermesi için bir projektör görevi görür. Bundan dolayıdır ki Kierkegaard (2006) kaygıyı bir özgürleşme aracı olarak görür. Kaygı, korkudan farklı olarak nesnesiz olduğu için hayvanlarda değil, insanlarda ortaya çıkar. Bu sebeple de kaygının nesnesi Kierkegaard’a göre “hiçliktir”. Kaygı, dünya-içinde var-olmak ya da hiç olmak üzerine

kurgulanır (Kierkegaard, 2006: 35). Kierkegaard’ın kavramsallaştırmasından hareketle Giddens (2014: 68), kaygının temelinde, bireyin muhtemel geleceğini karşı-olgusal durumlar üzerinden tahmin etme becerisinin ve hatta mecburiyetinin yattığını ifade eder. Bu doğrultuda kişi, dünya-içinde kendi varlığını bir hiç olarak deneyimlememek için sürekli olarak karşı-olgusal durumlar üzerinden, düşünümsel bir yolla, geleceği tahmin etmek ve ona kendini hazırlamak zorundadır. Kaygının bireye sunduğu özgürleşme imkânı da burada ortaya çıkar. Birey, kaosun ve belirsizliğin felce uğratıcı ya da hapsedici etkisini, kaygının kendisine sunduğu harekete geçme ve kendi kaderini inşa etme motivasyonuyla aşarak özgürce eyleme imkânı bulur. Bu manada Jean Delumeau’dan hareketle David Cambbell (1992: 92), kaygıya neden olan tehlikeleri, dünyayla teması sağlayan, var-olmaya ilişkin bir davet olarak niteleyip, Kierkegaard’a benzer şekilde, onların pozitif anlamda tecrübe edilebileceğini ileri sürer.

Dış dünyaya ilişkin bir boyuta sahip olsa da kaygı, temelde var-oluşla ilgili olarak bireyin kendi içinden kaynaklanır. Buradan hareketle, düşünümsel gözetimde olduğu gibi, kaygı da bireyin failliğinin dışarıdan değil, bizatihi kendisinden kaynaklandığının ve geniş bir alana sahip olduğunun bir göstergesi olarak karşımıza çıkar. Zira eğer Wendt ve diğer yapısalcıların iddia ettiği gibi aktörün failliği çok sınırlı olmuş olsaydı, birey kaygı duyma gereği hissetmezdi (Steele, 2008: 33). Eğer aktörün eylemlerine çoğunlukla dışarıdan –yapı tarafından- istikamet verilseydi, birey bir sonraki adımına ilişkin kaygı duymaz ve karşı-olgusal düşünümsel bir gözetimle kaçınılmaz olarak kabul edeceği eyleme hazırlık yapmazdı.

Kaygının hissedilme derecesi bireyden devlet seviyesine çıkıldığında karmaşık ve açıklanması zor bir hâl alır (Croft & Vaughan-Williams, 2017: 19). Kaygı, bireyde bizatihi kendisi tarafından hissedilen ve düşünümsel gözetim ile kontrol altına alınan bir duygu durumu olarak ortaya çıkarken bireyin aksine biyolojik bir varlığı sahip olmayan devlet için böyle bir duygunun hissedilmesi ve düşünümsel şekilde gözetilmesi

mümkün görünmez. Her ne kadar devlet, devasa bir aygıt olarak kendi var-oluşuna ve hayatın kaotik yapısına dair bir kaygı durumu hissetmese de devleti meydana getiren bireylerin tek tek ya da topluluk olarak hissettikleri var-oluşsal kaygılar, ortak düşünümsel gözetim vasıtasıyla devletin eylemine yön verecek gerçeklik algıları meydana getirirler. Ayrıca yukarıda ifade edilen, toplum içinde stratejik konumda bulunan aktörlerin devlet ve toplum adına hissettikleri kaygılar da devletin kaygısı hanesine yazılması gereken türdendir.

Kaygı-tıpkı bireylerde olduğu gibi- devlete de özerklik ve özgürleşme fırsatı sunar. Devlet, içinde etkin olduğu uluslararası sistemin kaotik/anarşik yapısı içinde bir sonraki adımının ne olması gerektiğine dair karşı-olgusal her türlü alternatifi masaya koyup, kendisine en uygun olanı seçerek karar verir. Bu bağlamda, devlet de tıpkı birey gibi muhatap olacağı geleceği önceden kestirmek ve gerekli önlemleri almak durumundadır. Kaygı, devlete kendi geleceğini inşa etme imkânı vermesinden dolayı olumlu anlamda bir katkı sunar. Kendi geleceğini, kaygının motive edici gücüyle inşa eden devlet, uluslararası sistem içinde yapının zorlayıcı ve kısıtlayıcı etkilerini azaltarak kendi failliğini ön plana çıkartır.