• Sonuç bulunamadı

Sovyet Anlatısının ve Bedeninin Çöküşü

SSCB’NİN ÇÖKÜŞÜNDEN RUSYA’DA ONTOLOJİK GÜVENLİK ARAYIŞINA 1990’LAR

2.1. Sovyet Anlatısının ve Bedeninin Çöküşü

Merkezi planlamanın esas unsur olduğu Sovyet ekonomik modeli, 1970’lerin ortasından itibaren işlevini yitirmeye başlamış ve 1980’lerin ortasına gelindiğinde işleyemez hale gelmişti. Bu nedenle, 1985 yılında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) liderlik koltuğuna oturan Mikhail Gorbaçov, ekonomi, bilimsel ve teknolojik gelişme, üretimde etkinlik, ürünlerin niteliği, ağır saniyedeki durgunluk vb.

alanlardaki sorunlara yönelik bir çözüm bulunması gerektiğini düşünmekteydi (Gorbaçov, 1988: 19-20). Sistemdeki sorunların giderilmesi ve SSCB’nin başat ötekisi Batı karşısında son dönemde kaybedilen etkinin yeniden kazanılması amacıyla Gorbaçov, Perestroyka (Yeniden Yapılanma) sürecini başlatmıştı. Perestroyka ile kurumsal yeniden yapılanma sürecini başlatan Gorbaçov, sürece bürokratik bir hız kazandırmak için de Glasnost (Açıklık) (1988: 78) ve Demokratizatsiya (Demokratikleşme) (1988: 107) politikalarını devreye soktu.

Gorbaçov’un liderlik ettiği ılımlı komünistler, SSCB’nin katı merkezi ve sosyalist yapısının demokratikleştirilmesini amaçlıyordu. Gorbaçov ve ekibini bu sürece sevk eden en önemli motivasyon, SSCB’nin mevcut rutinleriyle geleceğe taşınmasının zor olacağı düşüncesiydi. Sovyet siyasal elitleri için iki seçenek söz konusuydu: Ya sistemi yeniden düzenleyerek SSCB’nin geleceğini erkenden şekillendirecekler ya da hiçbir şey yapmadan geleceğin kendilerine sunacağı şartlara razı olacaklardı.

Belirsiz bir geleceğin yarattığı kaygı, Gorbaçov ve ekibini ilk seçeneğe yöneltti.

akışına bırakamazdı. Bu nedenle Gorbaçov, tıkanmış ve hareket kabiliyeti iyice zayıflamış olan Sovyet sistemini kökten revize etme yolunu seçti. Yetmiş yıla yakın bir zaman diliminde kökleşmiş rutinleri, gelenekleri olan ve katı bir muhafazakâr yapıya sahip Sovyet sisteminin yeni baştan kurgulanması, öncelikli olarak sistemin üzerine kurulu olduğu meşruiyet kaynağını yani anlatısını dönüştürmeyi gerekli kılmaktaydı.

Demokrasi ve sosyalizm arasında karşılıklı bir ilişki olduğunu savunan Gorbaçov (1988: 37-38), işe ilk olarak, Sovyet sisteminin anti-demokratik yapısından başlanması gerektiğini düşünmekteydi. Bunun için öncelikle, kitlelerin üzerlerinde bir kontrol mekanizması olarak duran düşünce ve ifade özgürlükleri alanında baskıların kaldırılması gerekiyordu. Gorbaçov böylece, kendisini ifade etme imkanı elde eden Sovyet insanının süreci destekleyeceğini ve bu destek sayesinde de rutinlerinden vazgeçmeme noktasında bir duruş sergilemesi beklenen Sovyet bürokrasinin alt edilebileceğini ummaktaydı.

Bu doğrultuda, SSCB’nin en büyük meşruiyet kaynaklarından biri olan sistemin biyografik anlatısı eleştiriye açıldı. Gorbaçov, Mart 1986’da, basının tüm kesimlerini SSCB bürokrasisini eleştirmeye çağırdı (Hewett & Winston, 1991: 502). Sistem üzerinde düşünümsel bir sorgulamayı başlatan bu çağrı, kartopu gibi büyüyecek ve çeşitlenecek bir düşünümsel gözetim sürecini harekete geçirdi. Gorbaçov, Sovyet sistemi içinde devletin işleyişinden habersiz olan halkın bilinçlenmesi ve perestroyka sürecine destek vermesi için açık bir şekilde olaylardan ve süreçlerden haberdar olması gerektiğine inanmaktaydı. Bu nedenle de medyanın üzerindeki engellerin kaldırılması ve eleştirinin önünün açılması gerekiyordu. Bu sayede daha fazla aydınlanacak olan halkın, dönüşüm sürecinde kurumsal mekanizmalara baskı yapacağı umulmaktaydı (Lane, 1992: 77). Bu doğrultuda devlet kontrolündeki gazete ve dergilerin birçoğunun yönetimine reform yanlısı isimler getirildi ve bu yayın organlarında açık bir şekilde devlete ve sisteme ilişkin eleştiriler kaleme alınmaya başladı (Yapıcı, 2010: 126).

Devletin kontrolünde bulunan medya içinde dahi sistemin esasına ilişkin eleştirilerin başlaması, düşünümsel sorgulamanın kurumsal bir nitelik kazanmasına yol açtı.

1986’da başlayan yeni süreçle birlikte devlet, geçmiş ve gelecek ile ilgili olarak açık bir kamusal tartışmanın yapılmasına öncülük etmiş oldu (Tsygankov, 2014: 81).

Glasnost yazarlar, bilim insanları, sanatçılar ve gazeteciler üzerinde büyük bir etki yaratmıştı (Kotz & Weir, 2012: 105). Sovyet toplumu bir bütün olarak, Sovyetlerin kim olduğu, nereden gelip nereye gittiği, dünya üzerindeki konumunun neresi olduğu, ötekisinin kim olduğu, devletin bedenin işlevsel olup olmadığıyla ilgili kaygılarını düşünümsel bir sorgulamaya tabi tutmaya başladı. Meydanlar, bu süreçte, mutat şekilde gösteri ve grevlere ev sahipliği yapar hale geldi.

Bu süreç, SSCB’nin her yönüyle tartışılmasına olanak sağladı. Sovyet tarihi, kültürü, ekonomisi ve siyasi yapılanması gibi unsurlar, elitler arasında ve toplum içinde yüksek sesle ele alındı. Süreç, Gorbaçov’un beklediğinin aksine farklı anlatı sahibi grupların kendi dünya görüşlerini dile getirmelerine fırsat verince tartışmalar toplumu çok çeşitli gruplara böldü. Stalin dönemine geri dönmek isteyenler, SSCB’nin tartışma gerektirmeyecek şekilde dinç ve ayakta olduğunu savunanlar gibi devrim öncesi monarşiyi yeniden diriltmek isteyenler de bu tartışmalarda etkin bir şekilde yer aldılar.

Tüm SSCB kısa bir süre içinde muhafazakarlar, devrimciler, karşı-devrimciler, reformcular gibi birbirlerinden tamamen farklı dünya tasavvurlarına sahip kesimlerin mücadele sahasına dönüştü (Kotz & Weir, 2012: 107).

Ayrıca eskiden yasaklı olan Aleksandr Soljenitsin’in Gulag Takımadaları, Vassili Grossman’ın Yaşam ve Yazgı kitapları ile Gürcü Tenguiz Abuladze’nin Tövbe filmi gibi Stalin karşıtı eserlere izin verilmeye başlandı ve ifade hürriyetini geliştiren yasal düzenlemeler yapıldı (Jouanny, 2017: 60). Kolektif bellek üzerindeki devletin baskıcı eli ortadan kalkmıştı. Tarihin kefesinde biriken bütün olaylar artık Sovyet insanının sorgulamasına açılmaktaydı. Bu, Sovyet halkları için yeni bir durumdu. Bin

yıllık geçmişe sahip Rus halkı, ilk defa özgür düşünme ve ifade etme sürecini tecrübe etmekteydi (Onay, 2008: 236).

Rutin normları yerle bir eden bu süreç, yakın gelecekte ortaya çıkacak olan sosyal ve siyasal karmaşaya da zemin hazırlıyordu (Onay, 2008: 236). Dünyadaki bütün diğer insanlardan farklı bir varlığa sahip olduğunun simgesel ifadesi olarak Homo-Sovyeticus şeklinde anılan Sovyet insanları, birbirleriyle ortak tek bir komünist hafızayı paylaşan “bellek komşuları”ydılar (Aleksiyeviç, 2017: 11). Fakat Glasnost süreci, Homo-Sovyeticus’un belleğini adeta parçalamış ve birbirinden çok farklı ve hatta birbirine düşman farklı bellek şemalarını ortaya çıkarmıştı.

Sovyet halkı ve siyasal elit içerisindeki farklı kesimler, toplumun geçmişini farklı şekillerde yorumlamaktaydılar. Bu da kaçınılmaz olarak her kesimin farklı bir gelecek tasavvuruna sahip olması anlamına geliyordu. Sovyet toplumu, farklı bellek şemaları üzerinden bir bölünmeye sürüklenmekteydi. Basının büyük kısmında Sovyet sistemi ağır eleştirilere tabi tutulmakta ve devletin Batı sistemi doğrultusunda yeniden düzenlenmesi gerektiği dile getirilmekteydi (Kotz & Weir, 2012: 107-108). Bu bağlamda Lenin’den başlayarak bütün Sovyet geçmişi topa tutuluyordu. Rusya’nın Sovyet öncesi dönemde Batılı devletler gibi demokrasi ve kapitalizm yolunda ilerlemekte olduğu, devrim ve sosyalizm aracılığıyla suni şekilde Batı istikametindeki ilerleyişinden alıkonulduğu ve “filizlenen demokrasinin” akamete uğratıldığı sıklıkla ifade edilmekteydi (Steele, 1994: 42). Burada verilmek istenen mesaj, sosyalizmin ortadan kaldırılmasıyla Batı istikametindeki devrim öncesi tarihsel sürecin yeniden rayına gireceği ve böylelikle Rusya’nın rutinine kavuşacağıydı. Bu bağlamda Rusya’nın Batı ekseninde demokratik bir sisteme evrilmesi, geçmiş ve gelecek arasında bir bağın kurulması olarak savunulmaktaydı. Bu vesileyle demokrasi taraftarları, Rusya’nın geleceğini şimdiden kolonileştirmeye çalışmaktaydılar.

Kadim Sovyet anlatısı, hegemonik özelliğini kaybetmeye başlamıştı. 1980’lerin sonlarına doğru artık SSCB içinde devletin ve toplumun varoluşuna ilişkin biyografiyi farklı şekillerde tanımlayan rakip anlatılar ortaya çıkmıştı. SSCB içerisindeki cumhuriyetlerde milliyetçi hareketler hızla güçlenmeye başlamıştı. Neredeyse bütün cumhuriyetlerde bağımsızlık hareketleri toplumsal ve siyasal dönüşüme öncülük ediyorlardı. Daha önce kendilerini ideolojik bir temelde tek bir varlık, Homo-Sovyeticus, olarak kabul eden Sovyet toplumu, artık ortak Biz idrakini kaybetmişti.

SSCB’nin içindeki gelişmeler kadar dışarıda cereyan eden olaylar da süreci etkilemekteydi. 1989’da Polonya ve Macaristan seçimlerinde komünistlerin kaybetmesi ve Soğuk Savaş’ın en önemli sembollerinden Berlin Duvarı’nın yıkılması, SSCB’nin üzerinde yükseldiği eski sistemi daha da sorgulanır hale getirmişti (Tsygankov, 2014:

80). Doğu Bloğu ülkelerinde milliyetçilik ve demokrasi ekseninde gelişen yeni düşünümsel süreçler SSCB’ye de yansımaktaydı. Milliyetçi bilinç, 1980’lerin sonunda Rusya’ya da sirayet etti. Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti (RSFSC) içerisinde “Biz kimiz?”, “Hala bir Rusya ve Ruslar var mı?” soruları sorulmaktaydı. En nihayetinde Rusya’nın da “halklar hapishanesine” kapatılarak Sovyet sistemin bir kurbanı olduğu sonucuna varılmaktaydı (d’Encause, 2003: 14).

Glasnost, perestroyka ve demokratizatsiya çerçevesinde Gorbaçov’un şekillendirmeye çalıştığı yeni anlatı, büyük siyasi değişimleri de beraberinde getirdi.

1988’de Komünist Parti’nin yönetimdeki rolünü azaltan düzenlemeler, yarı-serbest rekabetçi seçimlerin ilan edilmesi, yasamanın daha etkin ve dinamik hale getirilmesi ve hukuk temelli bir devlet ilkesinin ilan edilmesi bu değişimlerin örnekleri arasında sayılabilir (Gill, 2013: 15). Mart 1989’da Sovyet vatandaşlarının seçtiği Halkın Vekilleri Kongresi, mayıs ayında toplandı. Kongrenin açılmasıyla birlikte on üç gün boyunca Sovyet geçmişine dair birçok konu parlamentoda tartışıldı. Stalin’in suçlarından yolsuzluğa, ekonomik sistemin çarpıklığından Afganistan’ın işgaline ve

askeri sanayinin ekonomik kaynakları sömürmesine kadar birçok konunun tartışıldığı bu süreç, televizyon kanallarından canlı yayınlanarak on üç günde 200 milyon Sovyet vatandaşı tarafından izlendi (Kotz & Weir, 2012: 159-160). Tüm ülkenin düşünümsel sorgulamaya katıldığı bu demokratik dönüşümden en fazla kazancı liberal demokrasi taraftarları sağladılar.

RSFSC’de Boris Yeltsin’in lider figürleri arasında yer aldığı Demokratik Rusya Hareketi, seçimlerde ciddi başarılar elde ederken toplumsal zeminde de gücünü artırdı.

Yelsin’in liderlik ettiği radikal demokratlar, 1989 ve 1990’da cumhuriyetlerde gerçekleşen seçimler neticesinde, RSFSC içindeki büyük şehirlerin meclislerinde çoğunluğu elde etti ve Komünist Parti’nin yerel yöneticilerine utanç verici bir mağlubiyet yaşattı (Helf & Hahn, 1992: 551). Demokrasi söylemine hızla sahip çıkan ve Yeltsin’in peşine takılan Rus toplumu, kendilerini “sokakta … demokrasiye götürecek otobüsler” olduğuna inanıyordu (Aleksiyeviç, 2017: 69).

Merkezi planlama üzerinden tüm topluma asgari bir yaşam standardı vaat eden Sovyet ekonomik sistemindeki çöküş, toplumun Sovyet anlatısına olan inancındaki kırılmayı kuvvetlendirmişti. Devletin bedensel işleyişindeki bozulma, anlatının inandırıcılığını sarsmıştı. Devletin en önemli bedensel alanlarından olan ekonomi, SSCB’de 1980’lerin ortasından itibaren ciddi şekilde kötüleşmeye başlamış ve 1980’lerin sonunda dikkat çekici biçimde küçülmüştü (Bkz. Kotz & Weir, 2012: 144-146). 1970’lerin başında Rusya’nın sanayi üretimi, başat rakibi ABD’nin dörtte üçü seviyesindeyken 1980’lerin ortasına gelindiğinde bu oran sekizde bire düşmüş ve bu hal Rus ekonomisini Ekim Devrimi öncesindeki kötü durumuna geri götürmüştü (Gorbaçov, 1987: 538). Bu nedenle devletin siyasi yapısı kadar merkezi planlamaya dayalı Stalinist ekonomik modelin de yeniden yapılandırılmasına yönelik beklentiler ortaya çıktı. Bu bağlamda ekonomik yönetimin iyileştirilmesine yönelik Politbüro içinde “bütün ekonomik istikametler” üzerine çalışma yapıldı. (Colton, 1991: 76).

Politbüro ve Kremlin’in her türlü çabasına rağmen 1980’lerin sonunda tüm SSCB’de kendisini gösteren yokluk, yoksulluk ve uzun kuyruklar, sistemin çöküşe doğru gidişini açık şekilde göstermekteydi. Bu durum, Yeltsin ve destekçilerinin ortaya koyduğu Batı tarzı anlatı için büyük bir avantaj anlamına gelmekteydi. 1980’lerin başında %2 civarında az da olsa büyüme gösteren Sovyet ekonomisi, 1989’a gelindiğinde %10’u aşan yıllık küçülmelerle çökme noktasına geldi. Bu dönemde Boris Yeltsin, Gorbaçov karşısındaki Batıcı muhalefetin lideri olarak boy göstermeye başladı.

Gorbaçov’un sosyalist reform politikasından beklediğini bulamayan siyasal elit, Yeltsin’in etrafında toplanmaya ve Batılı tarzda bir kalkınma modelini savunmaya başladı (Tsygankov, 2014: 79).

SSCB’nin bedensel çöküşünün bir başka göstergesi de orduydu. SSCB’nin bir devlet olarak en etkili kullandığı bedensel alanların başında Kızıl Ordu gelmekteydi.

Sovyet yönetimi, toplumu bir arada tutmak ve başta ekonomi ve özgürlükler olmak üzere çeşitli alanlarda halkın fedakârlıkta bulunmasını sağlamak için, İkinci Dünya Savaşı’nın muzaffer ordusunun başarı anlatıları üzerinden oluşturulan bir mistisizmi kullanmaktaydı (Recknagel, 1999). Fakat 1979’da işgal edilen Afganistan’da yaklaşık on yıl süren savaşta yaşadığı başarısızlık, hem Kızıl Ordu’nun içine düştüğü zafiyeti gözler önüne serdi hem de Sovyet yurtseverliğinin kilit taşı olan orduya inancı yok etti (Recknagel, 1999).

Afganistan’ın işgali sürecinde on dört bin Sovyet askeri öldü. Binlerce askerin ölümüne ve sakat kalmasına neden olan Sovyet askeri konvoylarına yönelik pusular mutat hale gelmişti. Afganistan Savaşı’nda sakat kalmış binlerce askerin Sovyet şehirlerinde sahipsiz bir şekilde görülmesi toplumda orduya ve devlete olan inancı gün geçtikçe artan oranda sarsmaktaydı. En nihayetinde 1989’un başında Kızıl Ordu’nun başarısız olarak Afganistan’dan çekilmesi, toplumda büyük bir mağlubiyet olarak algılanmıştı (Reuveny & Prakash, 1999). Bu durum başta askerlerde olmak üzere

Sovyet toplumunda Afgan Sendromu olarak isimlendirilen bir travmanın oluşmasına neden oldu (Sarin & Dvoretsky, 1993). Dolayısıyla Afganistan Savaşı, SSCB’nin bir devlet olarak bedensel ehliyetini kaybettiğinin en önemli göstergelerinden biri haline geldi.

Glasnost ile başlayan yeni sürecin somutlaştığı en önemli eylem alanlarından biri de dış politika sahasıydı. SSCB, perestroyka ve glasnostun dış politika yansıması olan “Yeni Düşünce” (Novaye Mişleniye) çerçevesinde Afganistan’dan, Afrika’dan ve Doğu Avrupa’dan askerlerini çekti, dış politikada ideolojik temelli yaklaşımı bıraktı.

Yeni Düşünce kapsamında Gorbaçov, üç alanda SSCB’ye dış politik istikamet belirlemekteydi. Birincisi, ABD ile silahsızlanma sürecini geliştirmek; ikincisi, uluslararası kapitalist sisteme eklemlenme çabası; üçüncüsü de “Ortak Avrupa Evi”

projesiyle SSCB gibi Doğu Avrupa ülkelerinin de kapitalist sisteme eklemlenme süreçlerini desteklemek (Tellal, 2013: 160-161).

Yeni Düşünce’yi savunanlar, ortak insani değerlere dayalı bir uluslararası sistemin, sınıf temelli çıkar çatışmasına dayalı sistemden daha iyi olacağını ileri sürüyorlardı (Wallender, 2002: 119). Başta Sovyet etki alanında olan ülkelerde olmak üzere, halkların kendi yönetim tarzlarını serbestçe seçebilmelerini savunan Gorbaçov, 1980’lerin sonunda Doğu Avrupa ülkelerinde yaşanan demokratik dönüşüm süreçlerine müdahale etmedi. İki Almanya’nın birleşmesine ve bu şekilde Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’ne (NATO) dahil olmasına karşı çıkmayan Gorbaçov Yönetimi, nükleer silahsızlanma konusunda da önemli adımlar attı. 1987’de ABD ile Orta-menzilli Nükleer Kuvvetler Anlaşması (INF), 1990’da Avrupa’daki konvansiyonel kuvvetlerde önemli azaltmalarını içeren Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Anlaşması (AKKA) imzalandı (Yapıcı, 2010: 276).

1980’lerin sancılı yıllarının yarattığı kaygılar, SSCB’nin kendi kimliğini içeride düşünümsel sorgulama ile yeniden üretmeye ve rutinlerden vazgeçerek dışarıda

“diğerleri” içindeki konumuna yeni bir pozisyon kazandırmaya yönlendirmekteydi.

Bütün bu süreç, SSCB içinde Sovyet anlatısının ve bedenin çökmesiyle örtüşmekteydi.

Çöken Sovyet anlatısının karşısına bir tarafta ılımlı demokratik bir sosyalizm beklentisinde olanlar diğer tarafta Batılı tarzda bir liberal demokrasi arayışında olanlar çıkmaktaydı. 1990’daki seçimlerden güçlenerek çıkan radikal reform yanlısı liberal demokratlar, Sovyet sistemini düzeltmeyi değil, bilakis tamamen ortadan kaldırıp yeni bir sistemi inşa etmeyi amaçlıyorlardı (Hough, 1997: 122).

Mayıs 1990’da RSFSC Halk Temsilcileri Kongresi’ne ve ardından da Rus Yüksek Sovyeti Başkanlığına seçilen Yeltsin, görüşlerini daha açık ve doğrudan dile getirmeye başladı. Yeltsin’e göre Rusya, kendisini ilgilendiren her meseleyi kendisi belirleyecek ve kanunları Birliğinkilerden üstün olacaktı. Dahası, Yeltsin’in yeni Rusyası’nın “gücün halka ait olduğu egemen, demokratik ve hukuk-temelli” bir zeminde yükseleceği düşünülmekteydi (Gill, 2013: 22). Bu doğrultuda düşüncelerini eyleme dökmek isteyen Yeltsin liderliğindeki demokratlar, diğer SSCB cumhuriyetlerinin birbiri ardına egemenliklerini ilan ettikleri bir süreçte, 12 Haziran 1990’da Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti Yüksek Sovyeti üyesi vekillerden 907’sinin lehte 13’ünün aleyhte oyuyla Rusya’nın, Sovyetler Birliği içinde egemenliğini ilan ettiler (Smith, 2002: 91).

Rusya’nın egemenlik kararı, çökmekte olan Sovyet anlatısının maruz kaldığı en büyük darbelerden biri oldu. SSCB’nin anlatısından geriye artık çok az şey kalmıştı.

Liberal demokrasi çerçevesinde yeni bir anlatı ön plana çıkmaktaydı. İngiliz ve Rus iktisatçılar arasında 1991’de yapılan bir kamuoyu yoklaması, Rus elitleri arasında liberal demokrasi ve piyasa ekonomisi anlayışlarının ne denli hakim hale geldiğini açıkça göstermektedir. Bu araştırmaya göre, Rusların %95’i İngilizlerin ise %66’sı piyasayı, ekonomik hayatın merkezine koymaktaydı. Yine benzer şekilde Rus iktisatçıların %100’ü serbest piyasa-özel mülkiyet ilişkisini zorunlu görürken, İngiliz

iktisatçıların %75’i bu gerekliliği kabul etmekteydiler (Barnett, 1992: 1089, 1092).

Dolayısıyla Rus elitler, Batılı meslektaşlarına oranla serbest piyasaya daha fazla inanmaya başladılar. Dahası, sosyalist merkezi planlamaya dayalı ekonomik sistemin en merkezi konumlarında görev alıp, stratejiler üretmiş çok sayıda isim, 1980’lerin sonu ve 1990’ların başı itibariyle serbest piyasa ekonomisini savunur hale geldiler. “Sosyalist piyasa” kavramına sadık kalan az sayıda aydın söz konusuyduysa da bu kişilerin

“dalgalara karşı yüzdüğü çok açıktı.” (Kotz & Weir, 2012: 136-137). Rusya’da 1991 Mayıs’ında yapılan bir ankette hayal ettikleri toplumun nasıl olduğu sorusuna Rusların

%40’ı çeşitli Batılı kapitalist ülkelerin sistemlerini örnek göstererek cevap verdiler.

Toplumun %36’sı demokratikleştirilmiş bir sosyalist modeli tercih edeceğini söylerken eski sosyalist sistem lehine fikir beyan edenler sadece %10’da kaldı (Pew Research Center, 1991: 50).

Elitlerin ve toplumun yeni anlatıyı sahiplenmesi, bu anlatıyı savunanların iktidara olan yürüyüşlerine de meşruluk kazandırmakta ve güç dağılımındaki değişim sürecini hızlandırmaktaydı. “SSCB’ye karşı Rusya” düşüncesiyle hareket eden Yeltsin, 12 Haziran 1991’de %57 oy alarak büyük bir destekle RSFSC’nin başkanı seçildi ve böylece SSCB’yi var eden birlik ortadan kalktı. Moskova’da aynı anda iki başkan görev yapmaktaydı. Halkın oylarıyla Moskova’da görevinin başına geçen Yeltsin’e karşı Gorbaçov’un üzerinde var olacağı meşru bir zemin kalmamıştı (d’Encausse, 2003: 15).

SSCB’de birliğin ortadan kalktığını gösteren en önemli sembol, 12 Haziran 1991 gecesi Kremlin’in kulelerinde belirdi. 1917’den beri yasaklanmış olan üç renkli Rus bayrağı Kremlin burçlarında SSCB bayrağının yanında dalgalanmaya başladı. Eski anlatıyı temsil eden Sovyet bayrağı, yeni Rus anlatısının zaferini kabul edercesine yanında yeni anlatının bayrağına yer vermekteydi. Yeltsin’in Rusya Başkanı seçilmesiyle Moskova’da “SSCB’ye rakip bir Rus devleti” meydana geldi (d’Encausse, 2013: 15). Böylece Moskova’da iki farklı anlatının iki farklı bedeni kendisini

göstermekteydi. Bir tarafta toplumdaki meşruluğu kaybolmuş Sovyet anlatısı ve onu temsil eden ekonomi, güvenlik ve dış politikada ehliyetini kaybetmiş Sovyet bedeni, diğer yanda ise kitleleri etrafında kenetlemiş ve eyleme geçmek için rakibinin son nefesini vermesini bekleyen demokrasi anlatısı…

Demokrasi anlatısı ile “can çekişmekte olan” Sovyet anlatısının son kez karşı karşıya gelişi Ağustos 1991’de gerçekleşti (d’Encausse, 2003: 16). 19 Ağustos 1991’de Olağanüstü Hal Devlet Komitesi (OHDK) adındaki bir grup Sovyet askeri ve siyasal eliti, Sovyetlerin yıkılışının önüne geçmek için askeri bir darbe girişiminde bulundular.

OHDK, özgürlük ortamından istifade ederek Sovyetler Birliği’nin altını oymaya başladıklarını iddia ettiği bütün yeni kurulan partileri yasakladığını ilan etti. Komite üyeleri, Gorbaçov’un 20 Ağustos 1991 için planladığı ve Birliği daha gevşek bir yapıda yeniden düzenleyen anlaşmayı engelleyerek SSCB’nin dağılmasına ve yok olmasına engel olduklarını açıkladılar. Yeltsin, Rus Bakanlar Kurulu Başkanı Ivan Silaev ve Rus Yüksek Sovyeti Başkanı Ruslan Hasbulatov ile birlikte OHDK’nin eylemlerini anayasaya aykırı ilan ederek girişimi bir komplo olarak niteledi (Smith, 2002: 12-13).

Darbenin ikinci günü özellikle Moskova ve Leningrad şehirlerinde yüz binlerce insan darbe karşıtı gösterilere katıldı. Moskova’da gece yeni bir girişim yaşanması ihtimaline karşı on binlerce Moskovalı Beyaz Ev olarak bilinen Rus parlamentosunun önünde barikatlar kurup nöbet tuttu ve Yeltsin ile ekibi de bölgede bir komuta merkezi oluşturdular. Rus toplumunun direnişi ile bertaraf edilen darbe girişimi, SSCB’nin siyasal bir yapı olarak varlığına ilişkin inancı tamamen ortadan kaldırdı. Zira darbe girişiminin hemen ardından SSCB içindeki cumhuriyetler arka arkaya bağımsızlık ilanlarında bulunmaya başladılar (Mandelbaum, 1991/1992: 176).

1991’in sonuna doğru Sovyetlerin varlığı artık sadece kağıt üzerinde kalmıştı.

Üzerine dayandığı anlatısı ve bu anlatıya ait bütün rutinleri ortadan kalkan, bu nedenle

Üzerine dayandığı anlatısı ve bu anlatıya ait bütün rutinleri ortadan kalkan, bu nedenle