• Sonuç bulunamadı

Ulemanın Ġlmi Zihniyetinin Dini ve Siyasi Açıdan Devlet

2. Ehl-i Sünnet Ġtikadı ve Osmanlı Zihin Dünyasındaki Önemi

2.2. Ulemanın Ġlmi Zihniyetinin Dini ve Siyasi Açıdan Devlet

Arapça âlim kelimesinin çoğulu olan ulema‟nın, Kur‟an-ı Kerim‟i, Hz. Peygamber (s.a.v.)‟in hadislerini, dolayısıyla da Ġslam‟ın prensiplerini bir bütün halinde anlayıp yorumlayabilecek niteliklere sahip kiĢiler için kullanılmıĢtır (Ocak, 2014:125). Kavram bu muhtevasıyla Kur‟an-ı Kerim‟de iki yerde, hadislerde ise çeĢitli Ģekillerde çok sık olarak geçmektedir. Ġslam tarihinin ilk dönemlerinde ulema terimi yerine daha çok hadis, tefsir, fıkıh ve kelam gibi alanlarda bilgili kimseler için müfessir, muhaddis, fakih ve mütekellim gibi kavramların kullanıldığı gözlenmiĢtir. Osmanlı Devleti‟nde ise kavram medrese tahsilini tamamlayıp icazet alan hukuk,

38

eğitim ve baĢlıca dini hizmetlerdekimi zamansa bürokraside sorumluluk üstlenen veya kendisini toplum hizmetine adayan ilim erbabına ulema denilmiĢtir (ĠpĢirli, 1999: 71). Allah‟ın sıfatlarından birisi olan ilim sıfatıyla meĢgul olan ulemanın ilk dönem Ġslam devletlerin itibaren toplum içerisinde çok önemli ve nüfuzlu bir yeri olmuĢtur. Bu nüfuz halk nezdinde olduğu kadar devlet nezdinde de aynı orantıda geliĢme göstermiĢ hatta çoğu zaman aynı düzlemde paralellik arz etmiĢtir. Halk nezdinde ulemanın bu derece itibar görmesinde temel iĢlev Ġslami ilimleri en iyi anlayan ve yorumlayan kiĢiler olması, diğer yönüyle ise bu konularla ilgili yorumları kendi Ģahıslarında yaĢamalarıdır. Bu itibar aynı zamanda ulemaya toplumsal bir ödev mahiyetinde olan çeĢitli konularda fikir danıĢılması gereken kiĢi olarak vusul bulmuĢtur. ĠĢte bu imaj ulemaya halk ile devlet arasında bir otorite merci olma gibi bir iĢlevsellik kazandırmıĢtır. Henüz medreselerin tesis edilmediği dönemlerde ulemanın bu konumu, ona devlet nezdinde bağımsızlık kazandırmıĢ ve sahip olduğu otoritesiyle devlet içerisinde etkili bir güç haline dönüĢmüĢtür (Ocak, 2014: 128).

Ancak Büyük Selçuklular zamanında açılan Nizamiye medreseleriyle ulema, devlet ve siyasi otoritenin bir parçası haline gelerek bürokraside yer almıĢtır. Selçukluların Bağdat‟a girerek Ġslam dünyasındaki üstünlüğü ele geçirmeleri, Sünni dünya için büyük bir tehlike arz eden, ġii-Bâtıni akımlara karĢı muazzam bir gücün ortaya çıkması anlamına geliyordu. Ancak bu tek baĢına yeterli bir etmen değildi. Medreseler açılarak ilmi faaliyetler bu yönde yoğunlaĢtırıldı. Nizamülmülk tarafından açılan Ġslam dünyasının o zamana kadar ki en önemli medreselerinde eserleri Osmanlı âlimleri tarafında büyük bir önemle okunan Gazzali gibi en meĢhur Ġslam âlimleri bu medreselerde görevlendirildi. Selçuklu uleması medreselerde yazdıkları eserlerle hem Ġslam dünyasını hem de onun koruyucusu konumundaki devletleri çeĢitli fikri akımlardan korumak gayesiyle yıllarca görev yapmıĢlardır. ĠĢte Osmanlı uleması bu süreçte ve ortamda yetiĢen böyle bir geleneğin varisi olmuĢtur.

Bu tarihi olgunun Osmanlı‟ya intikal eden iki önemli yönü Osmanlı ulemasının gerek ilmî zihniyeti gerekse bu zihniyetin devlet politikalarına yansıyan Ģekli hakkında ipuçları vermektedir. Bunlardan ilki, Ehl-i Sünnet itikadının devletin resmi görüĢü olarak iyice belirmesi ve buna yönelik tehdit-tehlikeli görüĢlerin devlet nizamına yönelik tehditler olarak algılanmasına neden olmuĢtur. Bunun tabii bir sonucu olan ikinci etmense devletin resmen benimsediği bu dini görüĢün, dini otorite

39

olarak kabul edilen ulema tarafından desteklenerek toplumsal kaymaların önüne geçilmesidir. Bu ikinci durum Osmanlı‟da ulemanın dayandığı zihni temelleri göstermesi açısından oldukça önemlidir. Zira burada görüldüğü üzere devletin ulemadan beklediği görevlerin biri de bu inanç kaymalarının önüne geçilmesi ve resmi ideolojinin ulema tarafından desteklenmesidir. Selçuklu Devleti‟nde Nizamiye medreselerinin ve Gazzalilerin üstlendikleri bu görevi, Osmanlı‟da medreseler ve yaĢadıkları dönemde Ehl-i Sünnet‟i en üst seviyede savunan Ġbn-i Kemal ve Ebussuûd Efendi tarafından yerine getirilmiĢtir (Lekesiz, 1999: 81).

Değinilmesi gereken diğer bir nokta da Fatih‟in Ġlmiye sınıfını merkezi bir anlayıĢla düzenlemesidir. Bu merkezi anlayıĢ ilk anlamda tasfiye hareketiyle kendisini gösterdi. Bu tasfiye hareketi Çandarlı ve onun halefleriyle beraber, bunların dayandıkları sosyal tabanların saf dıĢına kaydırılmasıydı. Osmanlı Devleti‟nin kuruluĢunda ahi teĢkilatı baĢta olmak üzere bunlarla aynı dairede yer alan tekke ve zaviyelerde bu tasfiye grubu içerisindeydi. Bunun en önemli nedeni aynı sosyal tabana ait yapıların devlet içinde bir güç odağı olmaları ve mutlak hâkimiyeti engellemeleriydi (Öztürk, 1999: 137-138). Tam teĢekküllü merkezi bir devlet kurmak isteyen Çelebi Mehmed dönemindeki ġeyh Bedreddin hadisesi devletin gazi kültüründen imparatorluk sürecine geçiĢinde ilk sancıları ve aynı zamanda Fatih dönemindeki yerli ulemanın tasfiye hareketinin habercisiydi (DöğüĢ, 2005: 92). Gerek ġeyh Bedreddin (ö.1420) gerekse ġah Ġsmail (ö.1524) Safevi liderliğinde din ve devlet karĢıtlığı bu savaĢçı mistikler liderliğinde patlak verdi. Her iki hareket de Osmanlıların gerek dini gerekse siyasi zeminde hükmetme zeminini yok etmeyi amaçlıyordu. Osmanlı yöneticileri ise devlet karĢıtlarını ortadan kaldırıyor ve potansiyel olarak hanedan destekçilerine arka çıkıyordu. Bununla birlikte kitabî Ġslam olarak adlandırılan Ehl-i Sünnet‟i koruma noktasında ortak bir paydada buluĢan tarikatlar ve Ģeyhlere vakıflar tahsis edildiği gibi yönetim çevrelerine giriĢ imkanıda sağlanıyordu (Zilfi, 2008: 13-14).

Osmanlı uleması, bir taraftan devletin bürokratik ihtiyaçlarını yerine getirmek için çalıĢırken diğer yandan ise halkın inançlarının bozulmaması için mücadele etmiĢtir. Bu anlamda ilk olarak Ehl-i Sünnet dıĢı cereyanları bilimsel olarak çürüterek Ehl-i Sünnet‟i güçlendirmek için çeĢitli risaleler ve fetvalar kaleme alma yoluna

40

gittiler. Ġkinci olarak bu Ehl-i Sünnet dıĢı cereyanları hukuki olarak mahkûm etmek için kelam ve fıkıh gibi iki gözde bilimsel disiplini yüzlerce yıl korudular.

XV. yüzyılda Hurifilerin Ġran‟da sıkı bir takibata uğratılmaları onları Anadolu‟ya sevk etti. Ardından, XVI. yüzyıl boyunca hızla devam eden ġii-Safevi propagandalarının yarattığı dalgalanmalarla birlikte Ehl-i Sünnet inancı tahribata uğratılmaya çalıĢıldı. ĠĢ bununla da kalmadı. ÇeĢitli toplum kesimlerinde, inanç ve ibadetlerle alay etmeye varan hareketler söz konusu oldu. Küçümsenmeyecek derecede arĢiv belgesinin varlığı bunun en önemli ispatıdır. ĠĢte tam bu noktada ulema devreye girerek koyu bir savunma psikolojisi içerisinde tam da devletin kendilerinden beklediği ödevi yerine getirdiler. BaĢta Ġbn-i Kemal ve Ebussuûd Efendi olmak üzere dönemin uleması bütün gücüyle Ehl-i Sünnet dıĢı mezheplere özelliklede propagandalarıyla Ehl-i Sünnet‟i tahrip etmeyi amaç edinen ġia‟ya karĢı amansız bir mücadele baĢlattılar (Ocak, 2014: 138). Ehl-i Sünnet dıĢı hareketlerin Ģiddetle üstüne giden Osmanlı uleması, Rafızî üst baĢlığı altında ġiiliğe ve onun tüm varyantlarına hiç bir müsahama göstermeden hücum ettiler. Hanefi fetva literatüründe bu reddiyeler yoğun olarak kullanıldı. KemalpaĢazade bu noktada Rafızîlerin dini durumlarını açıklayan ve onlara karĢı cihat etmenin meĢruiyet zeminini izah eden İkrafu‟ş-Şia (ġiilerin tekfir edilmesi), Risale fi beyan-i fıraki‟d-dalle (Sapık grupların açıklanması hakkında), Risale fi tekfiri‟r-Revafız (Rafızîlerin tekfir edilmesi hakkında) gibi baĢlıklar altında risaleler kaleme almıĢtır (Bulut, 2005:180). Böylelikle ulema inanç kaymalarının önündeki en büyük engel olduğu gibi Ehl-i Sünnet‟i müdafaa noktasında da en önemli iĢlevi görmüĢtür.