• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 1: TARİHİN GİZLİ KALMIŞ SESLERİ “KADINLAR”

1.4. Toplumsal Cinsiyet ve Kimlik Kavramları

1.4.1. Toplumsal Cinsiyet Rolleri

Başka bir deyişle, kadınlığın ve erkekliğin kişilere öğretilen ve toplum tarafından inşa edilen olgular olduğunu öne sürmektedir.

Toplumsal cinsiyet tartışmalarında genel sorun, erkek ve kadının toplum içerisindeki davranış biçimlerinin doğuştan kazanılmış olan “biyolojik” özellikleri tarafından mı yoksa bunun aksine çevresel etkilere bağlı olarak gelişen “kültür” tarafından mı şekillendiği sorununa yoğunlaşmaktadır.

Erkekler ve kadınlar doğaları gereği mi, yoksa içinde yaşadıkları toplum yüzünden mi farklıdırlar? Erkekler doğaları gereği mi “yapan-eden” yani; işçi, savaşçı, karar alıcıdır, kadınlar ise yine doğalarından kaynaklı “bakıcı” konumda mıdır? Erkekler doğaları gereği saldırgan, akılcı ve duygusal olmayan yapıdayken, kadınlar doğaları gereği daha pasif, güçlü sezgileri olan ve duygusal varlıklar mıdır? Erkeğin görevi çalışmak, mücadele etmek, yönetmek iken kadının yeri evi midir? (Slattery, 2007: 341). Gibi sorular toplumsal cinsiyet tartışmacılarının cevap aradığı temel noktaları oluşturmaktadır.

Toplumsal cinsiyet terimini, cinsiyet teriminden ayıran feministlere göre; kadın ve erkeği birbirinden ayıran farklılıklar “kıyafetleri, yaptıkları iş, birinin daha duygulu oluşu, diğerinin daha akıllı oluşu” gibi kıstaslar değildir. Bu iki cinsi birbirinden ayıran gerçek farklılıklar biyolojik özellikler, doğuştan gelen, öğrenilmemiş ve “kalıcı” olan farklılıklardır. Bu kalıcı farklılıklar değişik tarihsel süreçlerde, zaman ve mekân bağlamında her toplumda ayrı birikimler oluşturur ve dolayısıyla toplumun bireye yansıması her dönemde farklı özelliklerle kendini gösterebilir.

Böylesi tüm tartışmaların gölgesinde, cinsiyet ve toplumsal cinsiyet kavramlarının ayrı ayrı kullanılması üzerinde yürütülen çalışmalar yoğunlaşmıştır. Zira tanımlamalardan anlaşılacağı üzere; toplumsal cinsiyet kavramı bireyin yaşadığı toplumun ekseninde geliştiği gibi, kadınların ve erkeklerin belirlenen tutum, tavır ve davranışlarda bulunmasını bekleyen toplumsal yapı düzeni kişilere belli sınırlar çizmeye devam ettiğini söylemek mümkündür.

1.4.1. Toplumsal Cinsiyet Rolleri

Toplumsal cinsiyet tanımı, genel hatlarıyla toplumsal cinsiyet rolleri ile ilgili bir tanımdır. Bireylerin cinsiyetine bağlı olarak; toplumun beklenti, görev ve

16

sorumluluklarını, toplumun bireyi nasıl gördüğünü açıklamasıyla ilgili olduğunu söylemek mümkündür.

Kişiler, içinde yaşadıkları toplulukların kültürel özelliklerinden, geleneklerinden, yaşayış biçimlerinden farklı değillerdir. İnsanlık tarihi boyunca yaşanan, toplumsal, siyasal, tarihi, coğrafi ve iktisadi pek çok olay her coğrafyada kendine has sosyal ve toplumsal yapıların meydana gelmesine zemin hazırlamıştır. Yaşanılan tüm gerçekliklerin etkisiyle her coğrafya, kendi inanış ve yaşayış biçimine paralel olarak gelişim ve değişim göstermiştir. Değişimin ise en büyük söz sahibi kuşkusuz ki kişiler ve kişi grupları olmuştur. Başka bir ifade ile: “Toplumun tarihsel süreçlerine etkili olan en büyük özne bireylerdir”. Toplum ve birey söz konusu olduğunda bu iki konunun da birbirinden ayrı ele alınması hayli zordur. Nitekim toplum ve birey arasındaki kurgu her dönemde başta sosyal bilimciler olmak üzere, birçok bilim dalına kaynak oluşturmaktadır.

Bireyler üzerinde etkili olan toplumsal yargılar söz konusu olduğunda ise, bireylere yüklenen misyonları göz önünde bulundurmak önem arz etmektedir. Yaygın olarak başvurulan genel kanaate göre; kimliklere atfedilen anlamları kavrayabilmek adına, toplulukların bireylere yüklediği beklentileri ve sorumlulukları, cinsiyetler üzerinden incelenmesi gerekmektedir. Bu da ancak “toplumsal cinsiyet rolleri” ile açıklanabilir. Toplumsal cinsiyet rollerini, kadın ve erkek bireyler arasındaki farklılıkların toplum tarafından algılanışına odaklı olduğu ve toplumun perspektifinden cinsiyet sınıflandırmalarının kişilere yüklediği sorumluluklar temel alınarak, toplumun beklentilerini içeren bir terim olduğunu söylemek mümkündür.

Rol terimi temel olarak tiyatroya ait bir terimdir ancak sosyolojik çalışmalar bünyesinde de sık sık kullanılır. Spence’ in rol terimine ilişkin ifadesi şu şekildedir, sosyal bir yapı içerisinde, kişinin yer aldığı konumu, bu konum ile alakalı beklentileri, ayrıcalıkları ve diğer pozisyonlardaki kişiler ile etkileşimini yönlendiren kuralları göstermektedir” (Spence 1985’den aktaran, Dökmen, 2010: 25). Roller; annelik, babalık, öğretmenlik gibi birkaç şekilde örneklendirilebilir.

Fatma Zehra Dökmen’ e göre, çocukların toplum içerisindeki bireyler tarafınca “kız ya da erkek” etiketlendirilmelerinin sonrasında cinsiyet kavramının toplumsal anlamlarını idrak etmeye ve kazanmaya başlarlar. Cinsiyet sözcüğünün kültürel anlayışlar ise, toplumsal cinsiyet rolleri şeklinde görülür (Dökmen, 2010: 29). Kadın ve erkeklere

17

biçilen rollerin birbirinden ayrı oluşu da toplumsal cinsiyet rolleri olarak adlandırılmaktadır.

Bu tanımlamaların hepsi toplumun bireylerden beklediği tutum ve davranışa vurgu yapmaktadır. Böylelikle rol bir yanıyla toplumsal bir yanıyla bireysel olmaktadır. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse; toplumsal olanın, bireylerde davranış halinde görülmesidir (Vatandaş, 2007: 33).

Böylelikle toplumsal cinsiyet rolleri için, “toplum tarafınca belirlenen ve kişilerin uygulaması beklenen cinsiyete dayalı tutum ve davranışlar” olduğunu söylemek mümkündür. Bu roller kadın ve erkek bireylere uygun olarak görünen bireysel nitelikleri kast etmektedir. Bu uygun olma durumunun öğrenildiği süreçler ise farklı kuramcılar tarafından farklı şekillerde ele alınmaktadır. Fatma Dökmen’ in ifadesi ile: “Kız ve erkek çocukların toplumsallaşma süreçlerinde, etkinlikleri, oyunları, nesneleri, çeşitli meslek gruplarını ve farklı kişilik özelliklerini, kendileri için uygun olan ya da uygun olmayan olarak ayırt etmeyi öğrenirler” (2010: 29).

Kadınlar ver erkekler hangi davranışlarının doğru ve uygun, hangilerininse uygun olmadığı konusundaki “sosyo-etik” kabullerini sosyalleşme sürecinde ve kültürün içinde öğrenmektedirler ki; bu durum doğal olanın uzantısı niteliğinde algılanabilecek olan rol ve işlevlerin nasıl yerine getirileceği ve bunlara hangi anlamların atfedileceğine ilişkin toplumsal açıdan varlık kazanmış biçimlerin; toplumsal olarak belirlendiği ve kültürün içinde öğrenilip, içselleştirildiği anlamına gelmektedir (Uluocak ve Aslan, 2011: 27).

Şeyma Ersoy’a göre:

Toplumsal cinsiyet ayrımları sonucu toplum içerisindeki insanların yaşayışları sınıflandırılmış ve bir takım davranış kalıpları ortaya çıkmıştır. Akılcılık, bağımsızlık, hükmetme, saldırganlık, hareketlilik, bireycilik, rekabet, nesneye olan ilgi, sosyal ortamda söz sahibi olma, para kazanma gibi sahip olunması gereken davranış biçimleri geleneksel olarak erkeklere atfedilmiştir. Bunun yanı sıra insanların yaşamlarını devam ettirebilmesi için gerekli olan diğer özellikler ise kadınlara bırakılmıştır. Bunlar; yardımseverlik, duyarlılık, duygusallık, besleyicilik, pasiflik, bağımlılık, ev içi işler, hizmet etmek ve sosyal olmamak, gibi bir takım özellikler sıralanabilir (2009: 116).

18

Kadın ve erkek olmanın birbirinden ayrı biyolojik temelleri olmasının yanı sıra, genel bir cinsiyet tanımı yapılırken, biyolojik temele dayandırılan tanımlardan bağımsız olarak; “kişilerin bir parçası olduğu toplumun donanımlarına da sahip olduğunu” ve kimlik tanımlaması yapılırken “toplumsal yapının kazandırdığı yönlerine vurguda bulunmak” toplumsal cinsiyet konusu sınıflandırması bakımından önemlidir. Bu biçimde kabul edilen, “kişinin sahip olduğu sosyo-kültürel ve biyolojik özelliklerinin birbirinden farklı iki alan olarak ele alınması” görüşü önemli kuramsal süreçlerle gerçekleşmiştir. 20.yüzyıldan itibaren kendinden söz ettirmeye başlayan “toplumsal cinsiyet” kuramının gelişim göstermesinde yüzyıllara yayılan bir süreci olduğu söylemek mümkündür.

Zira kadınlar ataerkil sistem içinde var olup, ataerkil kurumlar vasıtasıyla sosyalleştiklerinden, özel alanda kalarak erkeklere bağımlı oldukları, yüzyıllarca bilimden ve eğitim kurumlarından yoksun tutuldukları için kadın bilincinin ve farkındalığının gelişmesi çok sayıda engelin aşılabilmesiyle mümkün olmuştur. İnsanlık tarihi kadar eski olan bu ataerkil sistem içerisinde görünmez ve duyulmaz olan bir cinsin kamusal alana ve bilime dâhil olma çabaları da elbette zorlu süreçlerden geçmiştir. Kadınlar böyle bir sistemde bağımsız bir biçimde düşünebilmek ve var olabilmek için her şeyden önce kendilerine ve birbirlerine Tanrı karşısında eşit bireyleri olduklarını kanıtlamak zorundaydılar. Bu sebeple ilk olarak “kadının ruhu var mıdır, yok mudur?” diye tartışan kilise kurumlarının, din adamlarının ve filozofların karşısına; “kadın insandır” ifadesiyle çıkmışlardır (Berktay, 2011: 4). Bu perspektif ile başlayan düşünce biçimi daha sonralarda çeşitli evrelerden geçerek, kadınların sahip oldukları doğal hakların varlığını tartışmaya kadar ilerleyecektir. Ama doğal haklar görüşünün ortaya çıkmasından önce Batı Orta Çağı’nda kadınların değerinin vurgulanmasını sağlayan “Meryem Ana Kültü” nün yaygınlaşması annelik otoritesini ve toplumdaki annelik rolünü ön plana çıkarırken; ataerkil düşünme sistemine bir karşı duruş olarak kadınlara direnme cesareti vermiştir. Ancak anneliğin yüceltilmesi ataerkil sistem içinde kalarak ona meydan okuma niteliği taşımıyordur. Daha sonraları bu yaklaşım, 19.yüzyılda “evdeki melek” imgesinin yaygınlaşmasına ve böylece kadının evdeki rolünün daha da pekiştirilmesine yol açmıştır (Berktay, 2011: 4). Ancak tüm bu gelişmelere karşı da bir grup kadın, eğitim olanaklarının iyileşmesiyle ve değişen ekonomik koşulların da etkisiyle; kadınların “annelik” görevleri ile değil, “kişilik” özellikleri ile tanımlanması gerektiğini savunan bir alt yapıyla yeni teorilerin