• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 3. ÇATIŞMA

3.3. Çatışma Türleri

3.3.4. Topluluklarası Çatışma

72

amacından sapmış ve insanların devlet için yaşamaları istenir duruma gelmiştir. En temel ihtiyaçlar olan, barınma, yeme-içme gibi ihtiyaçlardan bile lüks tüketim vergilerinin alındığı bir ülkede birey-devlet çatışmasının yaşanması kaçınılmazdır.

Bazı toplumlarda dinsel inançların da etkisiyle cinsiyet ayırımcılığı en üst noktalardadır. Kadınların insan olup olmadıklarının sorgulandığı sempozyumlar düzenlenen ülkelerde, aklını kullanabilen kadınların, yaşadıkları toplumla, toplumun dayattığı değer yargılarıyla çatışmaması mümkün değildir. Kadınlar için ayrı taşıtlar önerenler tarafından yönetilen, eşcinsellerin cinsel tercihlerinden dolayı baskı gördüğü, hor görüldüğü, yok sayıldığı, şiddete uğradığı, öldürüldüğü, vatandaşının değil küçük bir azınlığın maddî çıkarları için doğanın katledildiği bir ülkede kişilerin toplumla, devletle çatışması kaçınılmazdır. Çok yüksek oy oranıyla kabul edilen bir cunta anayasasına karşı çıkanların, yaşadıkları topluma yabancılaşmaları, toplumun değer yargılarının yanısıra toplumun yapısını ve düşünme biçimini eleştirmeleri doğaldır.

Toplumla çatışma yaşayan kişilerin, Nietzsche’nin insan tiplemesine bakıldığında, sürüye karşı yaşamaya ve var olmaya çalışan insanlar olduğu söylenebilir.

Kişilerin kişiliklerini koruyabilmeleri, kendileri olarak var olabilmeleri için, sürü ile hareket etmek yerine, değer diye dayatılan değer yargılarını sorgulaması ve özgür insan olma yolunda ilerlemesi gerekmektedir. İşte, toplumla çatışan kişiler, çoğunlukla, özgür insan olmaya adım atmayı başarabilen kişilerdir. Bu adımı atan kişiler, pasif nihilizme sürüklenirlerse sadece başkaldıran olarak kalırlar; ama aktif nihilizm aşamasına geçebilenler ve bunu aşabilenler, değer yaratmayı başarabilen, yaratıcı/trajik insan olabilirler. Yaratıcı insan aşamasına ulaşan kişi ise toplumla çatışmayı bir kenara bırakır, yeni değerler yaratır ve topluma/toplumlara yön vermeye çalışır.

73

(Clausewitz’den aktaran Özbek, 2011, 19) diyen Clausewitz, topluluklararası çatışmanın en ileri boyutu olan savaşı diğer çatışmalardan ayıran şeyin bu geniş çaplı çatışmanın yıkıcı biçimde çözülmesi olduğunu düşünür. Her ne kadar Machiavelli gibi, bir hükümdarın incelemesi ve öğrenmesi gereken tek şeyin savaş olduğunu, barışın sadece, askerî plânları uygulayabilme yeteneğini ve becerisini sağlamak ve bunu tasarlamak için kendisine boş zaman kazandıran nefes alacak kısa bir dinlenme vakti olması gerektiğini düşünenler olsa da, iç savaş ya da topyekûn savaş olması fark etmeksizin, savaş, en yıkıcı çatışmadır.

Emre Kongar, küreselleşmenin güçlendirdiği ve yeniden öne çıkardığı kimlik bilincinin benzer insanları bir araya getirip “biz” anlayışını geliştirdiğini, bu anlayışın aynı zamanda “ötekiler” kavramını yarattığını, bu kavramın da “ayırımcı vicdan”ın temellerini attığını söyler.

Ay[ı]rımcı vicdan ise “ötekilere” yönelik her türlü zulmü meşru sayar. İşte bu noktadan itibaren zulüm, insanlığın ortak değerlerinden biri haline gelir. Haçlı Seferleri’yle tarihe damgasını vuran din savaşları, Fatımilerin İslam halifesinin gözlerini oyup hapse atması, Katoliklerin Protestanlara yönelik Sen Bartelemi katliamı gibi mezhep çatışmaları, İkinci Dünya Savaşı’yla tüm dünyayı kana bulayan ırkçı-milliyetçi faşist yaklaşımlar, hep bu “ayrımcı vicdanın”

yansımalarıdır. Bu aşamada zalim davranışların toplumsal kökeninin, ayrımcı kimlik bilinci ve buna dayalı olarak öğrenilen “öteki” kavramı olduğunu söyleyebiliriz. (Kongar, 2016, 20)

diyen Kongar, insanların türdeşlerine zulmedebilmesini “ayrımcı vicdan” kavramıyla açıklamaya çalışır. Buna göre, insanlar kendilerine öğretilen ya da dayatılan milliyet, ırk, din, mezhep gibi ayırt edici olduğu iddia edilen kimlik özellikleri nedeniyle “ben” ve

“öteki” kavramlarını geliştirmekte, kendinden olmayana yaşama hakkı tanımamayı sıradan kabul etmektedir.

Topluluklararası çatışmada, yani savaş öncesinde ve savaş süresince, yazınsal metinlerin savaş propagandası yapmak amacıyla kullanıldığı görülmektedir. Birinci Dünya Savaşı öncesinde Almanya’daki sanat çevreleri, çıkacak bir savaşın sanat üzerinde olağanüstü olumlu etkiler yaratacağı anlayışında neredeyse birleşir. Savaşın dolaysız bir tecrübe olarak düşünsel yaratıcılığın kaynağı olacağı düşünülmektedir. 1914’te gazete ve dergilere değerlendirilmek üzere günde elli bin savaş şiiri gönderilmektedir. Bertold Brecht, bu dönemin savaş karşıtı eserler veren en önemli yazarıdır. Herman Hesse, Ernst

74

Bloch gibi isimlerse savaş karşıtı görüşleri nedeniyle ülkelerini terk etmek zorunda kalmışlardır. (Özbek, 2011, 11-12) Bu bağlamda, Curzio Malaparte’tan bahsetmek yerinde olur. Malaparte, Birinci Dünya Savaşı’na gönüllü olarak katılmış, İkinci Dünya Savaşı öncesinde faşizmi benimsemiş ama savaşın yıkıcılığını gördükten sonra faşizmle ilişiğini kesmiş bir yazardır. Almancada “yıkılmış, bozuk, mahvolmuş” anlamlarına gelen Kaputt ve Can Pazarı adlı romanları savaşın Avrupa’yı nasıl mahvettiğini gözler önüne serer. Savaş, doğrudan bir tecrübe olarak Malaparte’ın düşünsel yaratıcılığının kaynağı olmuştur belki ve yazınsal açıdan başarılı romanlar yazmasını da sağlamıştır, ancak bu tecrübenin arka plânında yazarın romanlarına konu ettiği savaş sahneleri vardır ve bu sahneler – yemeklerin içinden çıkan insan parmakları, kopan kollar, bacaklar, yoksulluk nedeniyle kendilerini ve çocuklarını satmak zorunda kalan insanlar – kurmaca değil gerçek yaşamdan alınmış sahnelerdir. Yaratıcılığı ortaya çıkaracağı düşüncesiyle savaş yanlısı olmak, insan olmanın anlamının yitirilmesinin belki de en yalın göstergelerinden biridir.

Türk edebiyatında da savaş propagandası yapan, savaşı eserlerine konu eden yazarlar vardır. Özellikle Millî Edebiyat Dönemi’nde Türkçülük akımının diğer düşünce akımlarının önüne geçmesiyle milliyetçi edebiyat önem kazanmış, dönemin romanlarını, hikâyelerini savaşın gerekliliği teması istila etmiştir. Kiralık Konak’ın Hakkı Celis’i savaşın gerekliliği konusunda bir anda aydınlanan, cepheye gitmek için hiç zaman kaybetmeyen bir genç insandır ve bu yönüyle dönemin gençlerini etkilemek amacıyla kurgulandığı izlenimini uyandırır. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun savaşı yücelttiği hikâyeleri de vardır. 1916’da İkdam gazetesinde yayınlanan altı öykü, Karaosmanoğlu’nun edebiyat çizgisinin dışında özellikler taşır. Erol Köroğlu, savaş yıllarında verem olan ve Ziya Gökalp’in araya girmesiyle, masrafları devlet tarafından karşılanarak İsviçre’ye tedaviye yollanan Karaosmanoğlu’nun bu altı propaganda öyküsünü tedavi yolculuğunun bedeli olarak yazdığını söyler. (Köroğlu, 2016, 10) Halide Edip Adıvar Ateşten Gömlek’e cephedeyken başlamıştır, ancak cepheye savaşmak için değil gözlemci olarak kısa süreliğine gitmiştir. Savaşa fiilen katılsaydı, yazdığı roman bu kadar savaş yanlısı olur muydu bilinemez. Cepheye katılan tek edebiyatçı olan Cenap Şehabettin ise metinlerinde savaşı hiç konu etmez, kimseyi savaşa özendirmeye çalışmaz.

Katıldığı savaştan ve tanık olduğu sahnelerden kaçmak istercesine sadece sembolist şiirler yazar. “Yakup Kadri ve propaganda etkinliğine katılan diğer yazarlar bir yandan

75

yeni kurbanların üretiminde savaşçı şeflerle işbirliği yapmış, bir yandan da kendi akıl ve yeteneklerini kurban etmişlerdir.” (Köroğlu, 2016, 11) Bu noktada Yaşar Kemal’e bir kez daha kulak vermek gerekir:

Bir; benim kitaplarımı okuyan katil olamasın, savaş düşmanı olsun. İki; insanın insanı sömürmesine karşı çıksın. Kimse kimseyi aşağılayamasın. Kimse kimseyi asimile edemesin. İnsanları asimile etmeye can atan devletlere, hükümetlere olanak verilmesin. Benim kitaplarımı okuyanlar bilsinler ki, bir kültürü yok edenlerin kendi kültürleri, insanlıkları ellerinden uçmuş gitmiştir. Benim kitaplarımı okuyanlar yoksullarla birlik olsunlar, yoksulluk bütün insanlığın utancıdır. Benim kitaplarımı okuyanlar cümle kötülüklerden arınsınlar.16

İnsanı yüceltmeye, insanlığı birkaç adım öteye taşımaya gönüllü olan okura, savaşı yücelten ve savaş propagandası yapan yazarlara değil, yaşadığı ülkenin ezilen, hor görülen, küçümsenen farklı etnik kökenlerinden birinin üyesi olmasına rağmen barışı yücelten Yaşar Kemal’e ve benzerlerine kulak vermek düşer.