• Sonuç bulunamadı

1. BİRİNCİ BÖLÜM: HAYATI, EDEBÎ KİŞİLİĞİ VE ESERLERİ

2.3. Şiirlerinde Motifler

3.1.3. Tema ve Tezler

Hikâyeyi, sanatçının dünya görüşünün en rahat yansıtma yolu olarak gören Akbaş, eserlerinde estetik kaygıdan çok fikri yapıya önem verdiğini görmekteyiz.

Toplumsal sorunlar karşısında yalnızlık

Akbaş, iç bunalımlardan yola çıkarak değişen dünyanın içinde yalnız kalmış karakterleri işleyerek dünyevileşmenin getirdiği acıları irdelemeye çalışır. Kültürel baskı, yerli olma arzusu, manevi değerler ve kaybolan insani ilişkilerin yoğunlukta olduğu bir dünyayı önümüze serer. "Bir Dönüşün Hikâyesi", "Küçük Teyzem Şadiye", "Dayı", "Yalan Ağacı", "Karanlık Bir Gündü" ve "Köşeli Parantez" bu eksende yazılan

hikâyelerdir. “Bir Dönüşün Hikâyesi”nde Fadıl geçmişin güzelliklerinde kaybolmayı yeğleyen, pişmanlıklarla dolu kaçış ve yaşayışı işler. "Küçük Teyzem Şadiye" adlı hikâyede ise bir buçuk yıl gibi kısa bir zamanda değişim geçirmiş taşranın kötü izlenimlerini teyzesi vasıtasıyla sunmaya çalışır. "Köşeli Parantez"de saflığın bir anda kirliliğe bulanmasına şaşırmışlığın tepkileri vardır. "Dayı" adlı eserde sosyal anlamda şansız bir hayat yaşayan Abuzer'in ayakta kalma çabası anlatılırken mahcup yanı verilmeye çalışılır. "Gülmisal"de ise âşık bir gencin şehrin yalnızlığında sevgisine daha fazla sarılması konu edinilir. "Ağlama Ceylan Balası" adlı hikâyede ise şehrin ve ona verilenlerin değil de kendi çabasıyla bir şeyler yapmak isteyen bir gencin, ayakta durma gayreti anlatılır. "Orada, O Çizginin Ötesi" adlı hikâyede anasız ve babasız büyüyen ve bu eksikliği hep hisseden Bekir'in duygusal travması ve sonucunu işler. “Ayna ve Suret” adlı hikâyede ise şehrin velvelesinde düşündükleri ve yaşadıklarının arasında kalan birinin buhranları verilmeye çalışılır. "Ey Çerh-i Sitemger" adlı hikâyede devamlı içen ama aslında hayatın özünü yakalamaya çalışan Beyhude'nin hikâyesi vardır. "Gül Deren Eller" adlı eser de ise yalnızlığın getirdiği iç çatışmalar korkuyla verilmeye çalışılır. "Şaheser" adlı hikâye ise hayal ettiği roman yazma fikrine sahip bir öğretmenin hevesinin yetersizliği konu edinilmiştir. "Hayal Bilgisi" adlı eserde ise tiyatrocu Kemal Abi vasıtasıyla hayallerin ve gerçeklerin acı buluşması dillendirilmiştir. "Gülsakal Dede" adlı hikâyede oğlunu ve onun geleceğini düşünen bir babanın portresi çizilir. "Karanlık Bir Gündü" adlı hikâye geçim derdiyle birlikte sevdiği kızın ayrılığının kişide yarattığı ıstırabı işler. "Yalan Ağacı" hikâyesi ise doğudaki siyasetçi yalanlarını ve halkın yaşam biçimleri değerlendirilir bir batılı gözüyle. "Son" adlı hikâye ise geçmişi ve duygularıyla sıkışan bir kişinin acı bir tablosu vardır.

Gelişen olaylar karşısında çaresizlik

Yazar birçok hikâyesinde kendi hayatından otobiyografik şekilde izler sunmaktadır. Bunların bazıları direkt mekân ve meslekle benzerlik göstermektedir. Batman ilinin kültür ve yaşayış biçimlerinden faydalandığı "Bir Dönüşün Hikâyesi, Küçük Teyzem Şadiye, Gülmisal" bu minval üzere olan eserlerdir. Taşrada yaşayan insanların günlük dertlerinin yanı sıra derin yaralar oluşturan olaylara da dikkat çekmektedir. İki hikâyede de dayısının vurulmasını, ağaların yaptığı zulümler (A.g.e s. 8), kadınların yaşam zorlukları ve okumuş insana gösterilen olağanüstü saygı yer yer anlatılmaya çalışılmıştır. "Bir Dönüşün Hikâyesi"nde geçmişinden kurtulamayan birini anlatırken, kişinin ruh çöküntüsünü taşraya yaklaştıkça daha da arttan bir dozda anlatır

(A.g.e s. 7). Olayların gelişimini anlatırken doğanın yapısıyla süslemeye çalışır. "Bir Dönüşün Hikâyesi"nin sonunda dedesinin ve babasının ölüm haberlerini duymasını Dicle Nehri'nin donması olarak tasvir eder.

"Küçük Teyzem Şadiye" adlı hikâyesinde yaşadığı dönemin kadınlarının yaşam şeklini ve olaylar karşısında takındıkları tavırları bir gölgeye benzetir, sadece izlemektedirler ve olayların akışında sadece etkilenen olarak göze çarpmaktadırlar. Bu eser de kötü bir sonla biter, olayların akışını başkişi de değiştirememiştir.

"Köşeli Parantez" adlı hikâyesinde liseli gencin içine düştüğü zor durumu anlatırken bir filmin konusunu motif olarak kullanır. Filmin kahramanı hastadır ve kanı pıhtılaşmıştır. İki ya da üç doktor laboratuvarda küçültülmüş ve şırıngayla adamın damarına nakledilmişlerdir. Süre sınırlıdır ve zamanında çıkmazlarsa hastanın içinde büyüyecekler ve hastanın ölmesine sebep olacaklardır. Ümitler kesilmişken son anda hastanın gözünden onun gözyaşları olarak dışarı çıkarlar (A.g.e s. 26). Ağlamanın dertleri ve zor durumu kurtaran bir olay gibi görmesi bu teknikle anlatılmıştır.

Birçok hikâyesinde iç çekişme yaşayan karakterlerini kendi içinde çözüm bulmaya iten Akbaş, bunun sebebini "Ey Çerh-i Sitemger" adlı hikâyesinde Beyhude'ye söyletmiştir. "Bırak acılarımız içimizde kalsın. Onlarla başkalarını zehirlemenin âlemi ne?" (A.g.e s. 73). Bu sonuca varmamızdaki sebep "Karanlık Bir Gündü" hikâyesinde çaresizliğini bakkala bile söylememesi, "Gülmisal"de sevdiğine tam olarak açılamaması, "Hayal Bilgisi" hikâyesinde Kemal Abi'nin içini tam olarak dökememesi, "Gül Deren Eller" hikâyesinde içindeki yangını söndürmesi için arkadaşına açılamaması, "Ey Çerh-i Sitemger" hikâyesinde Beyhude'nin niçin bu denli içmesinin sebebini çevresine anlatmaması, "Ayna ve Suret" hikâyesinde yalnızlığını paylaşamaması, "Köşeli Parantez"de sevdiği kişiye bile suçunu itiraf edememesi, "Küçük Teyzem Şadiye" adlı hikâyesinde teyzesinin zor durumunu kimseye açamaması, "Bir Dönüşün Hikâyesi”nde ise gidiş ve dönüş acılarını kimseyle paylaşamamasında görmekteyiz.

Kısa vadeli rahatlama veya yazarın hikâye sonlarında üstünde durduğu huzuru bulma olaylarında genellikle dini değerlere sarılma olduğu aşikârdır. "Gül Deren Eller" hikâyesinde namaz kılmak için abdest almaya giden şahıs, buhranlardan bir an olsun kurtulmuş olur. "Yalan Ağacı" hikâyesinde de Seyda adlı bilge kişinin dini sohbetleri rahatlatıcı bir unsur görevindedir. "Orada, O Çizginin Ötesinde" adlı hikâyede de Bekir'in üzülmemesi için uğraşan ahalinin dini bir değer olarak gördükleri yetim ve öksüze bakma görevini yerine getirmek için çabaladıkları görülmektedir. Dini

hassasiyetler her ne kadar şahısları rahatlatıp iç huzuru verse de şahıslar hayata karışınca tekrar iç karışıklığı yaşamaktan kaçamazlar. "Gülsakal Dede" adlı hikâyede yaşlı şahıs Kuran tilaveti yaptıktan sonra rahatlayan kalbine oğlu Osman'ın geleceğini düşününce tekrar huzursuz doğmuştur. "Sürelerle aklanıp paklanmış yüreğine şimdi hüzünler, kötü düşünceler doluşmaya başlıyordu." (A.g.e s. 104)

Maziye sığınma

Yazar, hikâyelerinde zor duruma düştüğünde hep bir geçmişe özlem duygusunu işler. Geçmiş iyisiyle kötüsüyle aslında daha samimi ve daha yaşanılabilir yerdir. Bu özlem bütün hikâyelerde bulunmaktadır. Birinci hikâyede on beş yıl sonra köye dönen kahramanda, asker dönüşü köyde birçok değişen olayı görünce üzülen ikinci hikâyedeki kahraman, üçüncü hikâyede de liseli gencin hırsızlık olayına karışmadan önceki hayata özlemi vardır.

Yazar sınıf ve ekonomik farklılıkları da şahsiyetler ve onların yaşadıkları mekânlarla anlatmaya çalışır. "Dayı" adlı hikâyede Abuzer'in yoksul ve ekonomik bakımdan zor durumunu anlatırken evinin kerpiç olduğunu vurgularken Abuzer'in buraya "Şato" ismini takmasını da yoksul kesimin kendi içinde bir dünyanın sahibi olduklarını gösterir. Benzer bir olay da "Ey Çerh-i Sitemger" adlı hikâyede de vardır, çatı katı bir yerde yaşayan anlatıcı mekânına "Kartal Yuvası" ismi Beyhude tarafından takılır.

Abdulvahap Akbaş’ın, hikâyelerini yazarken zihninde şekillenmiş, netleşmiş ön düşüncelerle yola çıktığı görülür. Okuyucuya vermek istediği mesaj, metinde alenen yer bulur. Buna örnek olarak “Gül Deren Eller”de anlatıcın sokaktaki farklı insanların ilişkilerini öznel olarak anlattığı kısımları gösterebiliriz. "Ey Çerh-i Sitemger" adlı hikâyede Beyhude karakterinin anlatıcıyı rakı içmeye çağırması üzerine anlatıcı yetiştiği kültürün öğeleriyle, biraz da övünç duyarak "Beyhude, ta Doğu Anadolu'da bir göçer çadırında sac ekmeği ve yayık ayranına ne dersin?" diyerek alternatif yolu gösterir (A.g.e s. 71). Akbaş kendi yetiştiği kültürün üstünlüğünü eserlerinde bolca ön plana çıkarırken karşı durduğu veya eleştirdiği kültürün öğelerini de kişilerini de asla ötelemez. Sadece açıklarını ve yanlışlarını okuyucuya anlatmaya çalışır. "Ey Çerh-i Sitemger" adlı hikâyede Beyhude'yi devamlı sarhoş görmesine rağmen onu bırakmaz ve onda cevher bulduğunu sıkça tekrarlar. Beğeni unsuru bulmadığı "Son" adlı hikâyede bile eski apartman arkadaşlarının onunla fazla ilgilenmeden sigaraya ve okey taşlarına

boğulmalarını da eleştirirken asla bunu bahane edip orayı terk etmez ve o kişileri değiştirme yoluna gitmez.

Akbaş, hikâyelerinin bazılarında doğu kültürünün olumlu yanlarını önümüze sererken bazı hikâyelerinde ise yerme görevini de üstlenmiş. Fakat överken kurduğu uzun cümleler yerme işlemi sırasında daha kısa ve çabuk geçilmiştir. "Dayı" adlı hikâyede Abuzer, abisinin işlediği cinayeti üslenmesi için zorlanmış ve Abuzer evden kaçmak zorunda kalmıştır. Bu bölüm özetleme tekniğiyle hızlıca geçilmiştir. Birçok kültür öğesini açıklama ve okuyucuya aktarma sırasında çokça yer kaplarken bu kısma az yer verilmiş (A.g.e s. 43). "Gülmisal" adlı hikâyede sosyal normlara dikkat çekmeye çalışan Akbaş, sevdiği kızla yürümenin ayıp sayılacağı düşüncesiyle karşı kaldırımda yürüyen aşığın aynı zamanda kahve önünden geçerken kötü bakışları yermesi de dönemi yansıtması bakımından önemlidir (A.g.e s. 46).

Akbaş, hikâyelerinde özellikle kahve üzerine bolca eğilir. Kahvehaneler sadece bir mekân değil döneminin fikir yolcuğunun yapıldığı en önemli kavramlardır. "Ey Çerh-i Sitemger" adlı hikâyede kahvehane şöyle resmedilir:

"Konuşmalarının süsü maniler, atasözleri ve halk türküleriydi; ruhu ise hayattı. Hayat bence bu mahalle kahvelerinde küçültülerek, daraltılarak oynanıyordu. Bir bakarsınız konu balık ve balıkçılardır. Bir bakarsınız iddialı birsatranç maçından sonra mat olan Gülümber sözü delilere getirmiştir. Böylece ben de tılsımı bu insanların elinde olan bu uçan halının üstüne kurulur, âlemden âleme uçardım." (A.g.e s. 75)

Zaman

Abdulvahap Akbaş'ın edebi şahsiyeti onun eserlerinde edebiyat terimlerini ve edebiyat malzemesini kullanmada daha cömert davranmasına yol açmıştır. "Dayı" adlı hikâyede Abuzer'in içten bir ah çekmesine anlam yüklemek için halk hikâyesindeki "Âşık Kerem'in ahını" (A.g.e s. 42) örnek vermesi, "Gülmisal" adlı hikâyede "Güneş gökte gül gibiydi." (A.g.e s. 46) demesi, yine aynı hikâyede öğretmenin verdiği kompozisyon ödeviyle sevdiği kızın kölesi olmanın değerlendirildiği kısım "Hürriyete giden yolun iki yanı mezarlarla süslüdür." (A.g.e s. 47) sözü gibi birçok yerde edebi bilginin serpiştirildiği görülür. "Ey Çerh-i Sitemger" adlı hikâyede birçok edebi alıntının yapılması da bu doğrultudadır. Shakespeare "Ad da ne demekmiş? Güle başka ad verilseydi yine güzel kokacaktı" (A.g.e s. 48) alıntısı buna sadece bir örnektir. "Gül Deren Eller" adlı hikâyede de buhranlar içinde kalan şahıs, bir ara kurtuluşun

edebiyatta, okumakta olduğunu düşünür ve edebi eserleri ve şahsiyetleri sıralar fakat o ana bu pek işe yaramaz.

"Öğretmenler, doktorlar, anne ve babalar, "Kitap okuyun" der dururlar. Öyle yapsam bir işe yarar mı? Monteigne mesela... Çok mutluluk reçetesi var onda, beleş dağıtır. Denemeler‘in kapağındaki resmi şeytanı çağrıştırıyor ama. Ondan gelecek hayır... Necip Fazıl? Çile, Cinnet Mustatili... "Tak, tak, ayak sesimi aç köpekler işitsin..." "Akrep, nokta nokta ruhumu sokmuş..." Aman Allah'ım. Çivi çiviyi mi söker yoksa? En iyisi Orhan Veli:

Ne atom bombası, Ne Londra Konferansı; Bir elinde cımbız, Bir elinde ayna;

Umurunda mı dünya!" (A.g.e s. 81)

Sağlam değerlerden yoksun, metafizik temelleri bulunmayan kimselerin olumsuzluklar karşısında varlık gösteremeyeceği; insanların birtakım menfaatler uğruna, şahsiyetlerinden, değerlerinden ödün vermelerinin kabul edilemez olduğu çeşitli misallerle ortaya konur. "Gül Deren Eller" adlı hikâyede ruhun yorgunluğu önce bedene sonra şehrin her noktasına sirayet etmiştir. Her şey, herkes yorgun görünüyordur (A.g.e s. 79). Ayrıca şehrin karmaşası anlatıcının da kafasını karıştırıp ne düşündüğü ve neyi istediği konusunda hep bir belirsizlik barındırır. "Şaheser" adlı hikâyede yeni öğretmen olan şahsın roman yazma fikri ve sebebi kadar yazamama sonucu da dikkate değerdir. Gelişmeye açık memleketlerde hevesin olduğunu fakat gerisinin gelemediğini ironi yaparak anlatmaya çalışır yazar. "Okul dışındaki bütün zamanımı romanıma adayacağıma kendi kendime söz verdim. Gecemi gündüzüme katacak ve bir şaheser meydana getirecektim. Böylece "Bizde roman yoktur" diyenleri utandıracak, ilk gerçek yerli romanı yazma şerefine erecektim." (A.g.e s. 87). Düşüncesiyle gayet kararlı görünen kahramanımız eser sonunda sadece iki cümle yazabilmiş ve hevesinin geçmesini bekler gibi de görünmüştür. "Sigaram yine sönmüştü. Bir sönmüş sigarama, bir dağınık masama, bir de zavallı iki cümleciğe baktım. Sığınacak bir şeyler arıyordum ki önce bir klakson sesi, çok geçmeden kapı tokmağı...." (A.g.e s. 94) Aynı eserde önemli bir nokta daha vardır ki yazarın genel düşünce sistemine ters gelecek bir tespit yazar tarafından bir lise öğrencisine yaptırılmış, ana kahramanca da destek görmüştür. Nedim ve Lale Devri'nin romanını yazma hevesine kapılan öğretmene öğrencisinin "Bu dönemde kim Nedim'in romanını okur ki!" diyerek çıkışmasının ardından öğretmen,

öğrencisine hak verir. Değişen dünyayla birlikte güzellik anlayışı da değişmiştir. Oysa yazarımız birçok hikâyesinde hem divan şiirinden hem halk şiirinden örnekleri bolca verme gayreti içerisindedir. Bunu yaparken de gerçek güzelliğin eskiyemeyeceği inancını taşır. Ayrıca öğretmenin değişen güzellik anlayışını yine eski (!) bir şairden (Cahit Sıtkı Tarancı) destek alarak yapması da ilginçtir.

"Sorma ne kalmış o hayattan? Ne def-i gam eyleyen şarap, Ne mest-i naz...Sadabat harap Sadabat değil Kağıthane; Çingenenin fal baktığı yer;

Lale Devri ancak efsane." (A.g.e s. 90)

"Şaheser" adlı hikâyesindeki yenilik yapma düşüncesini heves gibi değerlendirip başarısızlıkla sonlandırmasına rağmen, "Hayal Bilgisi" adlı hikâyesinde hayalin, isteğin önemini vurgulamaya çalışır tiyatrocu Kemal Abi vasıtasıyla.

"Soruyor, sorularına kendisi cevap veriyordu. Bize "hayal etmenin faziletleri" ile birlikte bir de meddahlık dersi veriyordu sanki.

"Eskiler, Karagöz oyununa ne derlerdi?" "Zıll-ı hayal..."

"Ne okurdu ecdat?" "A'mak-ı Hayal..." "Başka?"

"Muhayyelat.."

"Ne demiş Yahya Kemal üstadımız?" "İnsan hayal ettiği müddetçe yaşar..." "Daha?"

"Dahasını desem sabahı ederiz azizler." (A.g.e s. 99)

Fakat bu denli hayalin savunucusu olan Kemal Abi şahsının eski bir sevda hatırasıyla bütün hayallere veda eder gibi kalkıp kahveden gitmesi, yazarın hikâyelerinde devamlı çizmeye çalıştığı mahcup ve onurlu kişiliklerin bir göstergesidir.

Ekomik kaygılar, geçim sıkıntıları ve taşra yaşamı

Abdulvahap Akbaş birçok hikâyesinde geçim zorluğunu işlemiştir. Çalışmanın gerekliliği kadar zorluğu da hikâyelerinde yer bolca yer alır. "Dayı" hikâyesinde üniversite okurken aynı zamanda bir işte çalışılması gereği anlatılmış, bu anlayış

yazarın romanında da yer almıştır. Akbaş, hikâyelerinde çalışan insanları anlatmayı sıkça işler. Onların çalışma hallerini bazen zorluklarıyla bazen de alınlarının teriyle kazandıklarını kutsallaştırma çabası içinde olur. "Ağlama Ceylan Balası" adlı hikâyede yoğurt satan bakraçlı kadınları, taş ocağında çalışan ameleleri saygı duyarak anlatır (A.g.e s. 49).

Yazarın medeniyet- şehir, gelenek- taşra eksenine bakışı hikâyelerinde sıkça rastladığımız konularındandır. Şehrin yoran, hızlı, acımasız ve ekonomik kaygılı yaşamına karşılık taşranın sıcaklığı ve doğayla uyumu devamlı karşılaştırılır. "Ağlama Ceylan Balası" hikâyesinde şehirden kaçan ve çalışmak isteyen kendi yağıyla kavrulma derdi olan kahramanımız doğada huzur bulur. "Gökteki yıldızlarla arkadaş olmayı burada öğrenmişti. Şehirde, onları sadece kitaplarda görebiliyordu. Yüksek binalar ve kuvvetli ışık gökyüzünü öldürüyordu. Ama yıldızlar burada yeryüzüne daha yakın oluyor. Göklerin bu zenginliğini görmek, güzelliğini içmek insanın yüreğini de gökyüzüne döndürüyordu." (A.g.e s. 53). Benzer bir anlatım "Orada, O Çizginin Ötesinde" adlı hikâyede de vardır. Çocuk kahramanlardan biri doğa sevgisini şöyle anlatır:

"Ben, en çok yeşille mavinin kesiştiği çizgiyi severdim. Nehir o çizgiye yakın bir yerden akardı. Akşam saatlerine yakın bir gümüş parlaklığı kazanır, sonra yavaş yavaş gri kızıl karışımı bir renk alırdı. Nehirle o çizgi arasında acayip bir yangın çıkardı çoğu zaman. Oyunu bırakır, saatlerce bu kızıl manzarayı seyrederdim." (A.g.e s. 55)

Akbaş, otobiyografik izler taşıyan bu tür anlatımlarda doğanın insanı her koşulda kucaklayışını anlatırken yer yer gerçek mekân isimleri kullanmaktadır. Dicle Nehri, Hasankeyf, Van'da bir ilçe (Bahçesaray olma ihtimali yüksek) gibi. Akbaş, taşrayı överken de bazı acı gerçekleri de söylemeyi daha doğrusu hissettirmeyi de es geçmez. Ayna ve Suret adlı hikâyede "Şark haritası gibi acılı" ifadesinde doğu kültürünün acılı yanını kasteder. Yine "Küçük Teyzem Şadiye" adlı hikâyede de yaşlı bir dulla evlenmek zorunda kalan teyzesinin başka çaresi yokmuş gibi bahsederken doğuda kadın olmanın zorluğunu anlatır. "Gülmisal" hikâyesinde de kadınların çarşıda yürürken maruz kaldıkları kötü bakışları yerer. "Gülsakal" adlı hikâyede bunalan kişinin doğaya değil de şehre karışma isteğinin arkasında bulunduğu yerden hicret ederek kısa vadeli dertlerden kurtulma olarak anlatılmıştır.

İnce ayrıntılara yönelme, gözden kaçmış gerçekleri ortaya çıkarma

Akbaş, hikâyelerinde zaman kavramını çoğunlukla belirsiz bırakır. Anlatıcı vasıtasıyla dönemin sosyal olaylarını anlatırken siyasi olaylarda isim ve ideoloji kavramlarını kullanmaktan kaçınır. Siyasi ve anarşik olayları daha çok bireyin yalnızlaşmasında duyulan ama önem verilmeyen olaylar olarak değerlendirir. "Ayna ve Suret" adlı hikâyesinde aniden çıkan yüksek sesi duyunca "Yan taraftaki dernek binasına bomba atıldı herhalde" diyerek basitleştirmesi buna örnek verilebilir (A.g.e s. 61). Akbaş'ın başkarakterleri genellikle mücadele etmekten kaçan, yenilgiyi kabul etmiş kişilerdir. "Ayna ve Suret, Son, Bir Dönüşün Hikâyesi, Küçük Teyzem Şadiye, Köşeli Parantez, Gülmisal, Ağlama Ceylan Balası, Gül Deren Eller, Hayal Bilgisi, Karanlık Bir Gündü" hikâyelerinde kahramanlar hep bir bunalım ve bunun sonucu olarak da kendi içinde mücadele edememenin ezikliğini yaşayan kişilerdir.

Akbaş'ın hikâyelerinde göze çarpan bir önemli nokta da çocukluk kavramını sadece süs veya maziden bir sahne şeklinde değil de içi doldurulmuş gerçeğe yakın bir havada işlemesidir. Sonraki yıllarda çocuk edebiyatı üzerine yoğunlaşan, türünün ilk örneği diyebileceğimiz çocuklara denemeler, çocuk şiirleri ve çocuklara hikâyeler de yazan yazar, bu konuda önemli bir yere sahiptir. "Orada, O Çizginin Ötesinde" adlı hikâyede anne babası ölmüş Bekir’in kimsesizliğini anlatırken, kimsesiz bir sokak köpeğini sahiplenmesi, üzüldüğü zaman ebeveyn eksikliğini hissetmesi, çocuk şımarıklığı diyebileceğimiz alınmaları son derece detaylı anlatılmıştır.

"Acıkmıştık. Yanlarında bir şeyler getirenler, onları yiyordu. Bekir de eski bir kilim parçasından yapılma çantasından kocaman tandır ekmeği parçasını ve beyaz peynir topağını çıkarmış, yemeye hazırlanıyordu. Yanına sokuldum, bana da biraz vermesini istedim. Deminki çıkışımdan olacak, omuzlarını "bana ne" anlamında sallayarak yana döndü. Kırıldığını anlatmaya çalışıyordu bana. Acıkmanın ve yenilginin verdiği öfkeyle üstüne gittim. Ayağa kalktı ve biraz öteye giderek yemeğe devam etti. Kendimi kaybederek " Ulan sen kimin ekmeğini kimden sakınıyorsun? O peynir ve ekmek bizim değil mi zaten?" deyiverdim. Yüzü allak bullak oldu Bekir'in. Elindekileri yavaşça yere bıraktı. Ağzındakileri de tükürerek, kasabaya doğru koşmaya başladı. Hem koşuyor hem ağlıyordu. Yaptığıma pişman olmuştum ama iş işten geçmişti. Ardından koşarak gönlünü almaya çalıştım, beni dinleyecek durumda değildi. Kendime duyduğum kızgınlıktan ben de ağlamaya başladım. "Aptalın tekiyim ben" deyip durdum (A.g.e s. 58).

Çocuk edebiyatı üzerine çalışmalar yapan Akbaş, "Gülsakal Dede" adlı hikâyede büyüse bile çocuklarının geleceğini düşünen ebeveynlerin olduğunu anlatması da dikkate değerdir. Yazarın siyasete ve siyasetçiye bakış açısı da olumsuzdur. "Yalan Ağacı" hikâyesinde toplumun acılarından ve gelişiminden habersiz oldukları kadar söz verip tutmayan siyasetçileri hem alay konusu yapmış hem eleştirmiştir. Taşranın önemli liderleri konumundaki öğretmen ve kanaat büyüğünün siyasetçilere bakışı oldukça sert