• Sonuç bulunamadı

1. BİRİNCİ BÖLÜM: HAYATI, EDEBÎ KİŞİLİĞİ VE ESERLERİ

2.3. Şiirlerinde Motifler

3.2.8. Mekân

Romanı oluşturan temel öğelerden biri de mekândır. Her romanın hayal veya gerçek bir mekâna ihtiyacı vardır. Mekânın işlevi sadece konum değildir. Mekâna yüklenen işlevleri Mehmet Tekin dörde ayırır.

"1. Olayların cereyan ettiği çevreyi tanıtma, 2. Roman kahramanlarını çizme,

3. Toplumu yansıtmak,

4. Atmosferi yaratmak. "(Tekin, 2010, s. 143)

Akbaş, romanında ana mekân olarak İstanbul'u kullanmıştır, geriye dönüş tekniğiyle de memleketini, köyünü kullanmıştır. Yılbaşı gecesi İstanbul'un şatafatlı ve renkli görüntüsü eser başında anlatılır.

" İstanbul'a kar yağıyor ve ben parkama biraz daha sarınıyordum. Bir kar topağına bu defa bilerek vurdum. Vitrinler pırıl pırıl. Alabildiğine gösterişli, yeni yıl yazıları, kardan adamlar, ışıklı simli çamlarla donatılmıştı. Yanıp sönen renk renk ışıklar ortalıkta bir şehrayin havası yaratıyordu. Küçük birahanelerin kapıları, daha erken olmasına rağmen açılıp açılıp kapanıyordu, kimi insanlar sağa sola yalpa vurmaya başlamıştı. Kürklü bir genç kız, bir elinde paketler bulunan uzun boylu, yakışıklı bir gencin koluna abanmış, ağlamaklı birsesle arkadaşlarına tebrik kartı gönderememekten yakınıyordu." (A.g.e. s. 12) Anlatıcının ruh halinin daha belli olmadığı bu anlatımdan da anlaşılabilir. Şehre ön yargılı yaklaşımı eser ilerledikçe daha aşikâr olur.

"Çok ülkeden daha büyük olan şehir, bana bomboş görünüyordu. Kuşluk vakti olmasına rağmen benden ve kukumav kuşu gibi düşünen kekliğim Çelebi'den başka, uyanık tek canlının olmadığı düşüncesine kapıldım. Olsa bile, gidebileceğim, günümü beraber geçirebileceğim kimseler gelmiyordu aklıma. Kendimi zorladıkça bazı isimleri hatırlamıyor değildim. Ama düşündükçe bunların ya İstanbul'da olmadıkları veya gitmemem için birçok sebep bulunduğu anlaşılıyordu." (A.g.e. s.25)

Şehrin kalabalıklığı ve trafik çilesi, anlatıcıya şehri eleştirme hakkı verir. "Şehir, akıp giden araç ve insan seliydi. Bu sele kapılmış, birbirinden oldukça uzak semtlere

savrulmuştum. Otobüs duraklarında, minibüs kuyruklarında beklemiş, ıslanmış, sinirlenmiştim. Trafik tıkandıkça bunalmış, gideceğim yerlere ulaşamamaktan endişe etmiş, kimi yerlere yayan gitmeyi bile göze alabilmiştim." (A.g.e. s.82)

Özellikle amcasının oğlu Necdet'le görüşmek için gittiği Tarlabaşı'nı tasvir ederken İstanbul'un kötü ve çirkin yüzünü aktarmaya çalışır.

"Ara sokaklardaki bazı binalardan saz-caz sesleri geliyordu. Ortalıkta daha çok sarhoşlar dolanıyordu. Camları buğulu, perdeli meyhanemsi, kahvemsi yerlere insanlar girip girip çıkıyordu. Güe eğlene, itişe kakışa geçen bir grup genç, beni daha karanlık ve köhne bir sokağa yöneltti. İrikıyım bir adam, yaklaşarak, parasız kaldığını, herkesten yardım istemeye utandığını, mümkünse bir ekmek parası vermemi istedi. Adam dipdiriydi. Söylediklerinin gerçek olup olmadığını düşünmeden çıkarıp yüz lira verdim. Acımadığım belliydi. Demek ki karanlık sokakta dövülmekten korkmuştum. Saptığım sokaklar gittikçe daralıyor, karanlıklaşıyor, tenhalaşıp sefilleşiyordu. Bazı kapıların önünde erkekler birikiyor, alçak sesle konuşuyor, eski evlere girip çıkıyorlardı. Yanımdan yalpalayarak geçen, sonra bir pencerenin dibine küçük abdestini yapan ihtiyarı bir an için Mıgırdıç'a benzettim. Yüzü seçilemeyen bir başka adam da, sarhoş ihtiyarı görünce hatırlamış gibi, beş adım ötede aynı şeyi yaptı. Bir taksinin farı, sokağı geçici olarak aydınlattı. Taksi köhne bir evin önünde durdu. Kıkırdayan bir fahişeyle iki fedaisini aldı ve sokağı, kendisine çok yakışan kapkara örtüsüne yeniden büründürerek gitti. Bir sarhoş kustu." (A.g.e. s.92)

Bu kadar uzun bir tasviri anlatırken anlatıcının bir yere hareket etmeden izlemesi şeklinde anlaşılabilir. Fakat buradaki durum şaşırma ve tasvip etmeme durumundan dolayı zihinde daha çok yer etmesi sebebiyledir.

Edebiyatın, özel olarak da romanın doğrudan bir şehir kültürünü gerektirmesi sanatçıyı mekân olarak şehirlere yönelten önemli husustur. Özellikle İstanbul, yine romanda örneklerini görülen sembolik mekânlar üzerinden toplumsal değişimin vitrini olarak işlenir. Bu yönüyle mekân insan ilişkisinin Akbaş'ınn romanlarındaki temel meselelerden olduğu söylenebilir. Akbaş'ın en yakın arkadaşlarından olan Mustafa Miyasoğlu, romanlarında İstanbul’un çok zengin bir mekân olarak yer almasının sebebini şu cümlelerle anlatır: “Pek çok romanımızda olduğu gibi herkes için İstanbul biraz hülyaların gerçekleştiği bir şehirdir. Büyük İskender'den beri biraz fatihlerin şehri sayılır; hepsinin burayı fethetme rüyası vardır. (…) Buraya ait olan evrensel bir şehre ait olmuş sayılır” (Miyasoğlu, 2011, s. 65). Fakat Akbaş, köklerinin bağlı olduğu Anadolu’yu da göz ardı etmez. Yahya Kemal’in deyimiyle "İstanbul’u mektep,

Anadolu’yu da memleket" bilir. Bütün kültür şehirleri gibi İstanbul’un da taşradan beslendiğinin bilincindedir.

"Bucağa geliş gidişler canlandı gözümde. Akşamdan toplanan ve özenle zembillerle yerleştirilen domatesler, incirler, üzümler... Sabah ezanıyla beraber merkeplere yüklenen yüksek ve alacakaranlıkta bağ ve bahçelerin arasındaki taşlı yollardan doğan ve oradan da kıvrılan, bükülen patikalarda kasabaya doğru yol alan dizi dizi merkepler ve eli değnekli insanlar... Gün yükselmeden, öğle sıcağı basmadan işleri bitirip dönmek gerekiyordu. Yoksa sıcakta o yol çekilmezdi. Tam yolun yarısında, alıç ağacının dibindeki sarnıcın başında mola verilir, beyaz fırın ekmeğiyle helvaya abanılırdı. Dönüşte, çocuklar için unutulmaması gereken şeylerden biri, hatta en önemlisi halkalı şekerdi. Babamın ve amcamın dönüşünü bunu için dört gözle beklerdik. Küçük olmama rağmen ben de gitmeyi düşler, uyumaz yahut herkesten

önce uyanır ve ağlaya ağlaya onları beni de götürmeleri için razı ederdim. Küçücük bir bohça gibi merkeplerden birinin üstüne atılır, düşmeyeyim diye gözaltında tutulurdum. Dönüşte ben de amcamın kızına halkalı şeker alır ve bir erkek gibi gururuyla verirdim. Geçmişi, özellikle de okul öncesi yıllarımın geçtiği köyü düşünmek güzeldi. O yıllar zamanın içinde yunmuş, arınmış daha ince ve saf olmuşlardı. Masal zamanları düşünerek gecenin bana bulaştırdıklarını silip atıyordum. Beyoğlu sokaklarından kaçıp köyün dar taşlı ama temiz patikalarına sığınıyordum. Neonların yapma aydınlığından çocukluğumun lekesiz, berrak göklerine kaçıyordum (A.g.e. s.113-114).

Şehrin maneviyatını oluşturan unsurlar, mimari özellikler, büyük şahsiyetler roman kişilerince bilinen yanlarıyla anlatılır.

Akbaş, açık mekânların yanında kapalı ortamlara da yer verir. Kahvehaneler, cemiyet, anlatıcının çalıştığı yer ve yaşadığı ev bunlara örnektir. Kapalı mekân tercihinin kişilikle olan bağlantısını irdeleyebileceğimiz en belirgin örnek kahvehanelerdir. İki türlü kahve tasviri vardır. Birincisi rastgele gidilen cadde üzeri bir kahvehane diğeri tanıdıkların uğradığı mazisi olan kahvehane.

"Ciğerlerden artan sigara dumanı keder gibi savruluyor, içeride bir pus tabakası oluşturarak insanları oyalama ve duvarları sarartma işini sabır ve inatla sürdürüyordu. Zar, pul, taş, ıstaka, bardak ve kaşık sesleri arasında, en başta var olan kelam zavallıydı. Oradaki insanların tek tek, mutlaka anlaşılsın diye sarf ettikleri sözler birleşince bir hiç oluyor ve kör bir uğultu halinde sesli bir dumana dönüşüyordu (A.g.e. s.36).

Anlatıcının kötüleyerek anlattığı kahvehanede sadece sigara dumanı ve gürültü vardır. Ama Cansız'ın tanıdığı Gülember'in kahvesi ise farklıdır.

"İçme konusunda ona uymadığıma sevindiğini söyledi. Sonra birden, "Gel seni bir kahveye götüreyim." dedi Hiç düşünmeden kabul ettim. Çünkü onunla esas gitmeye can attığım yerler kahvelerdi. İstanbul'un çeşitli semtlerinde - nerden de bulurdu - Hoca Ali Rıza'nın tablolarındakileri hatırlatan kahvelere gider ve onun ifadesiyle "yarenlik" ederdik. Gittiğimiz yerlerin hemen hepsinde birçok ahbabı vardı. Bu, balıkçı, arabacı, emekli veya işsiz güçsüz takımının devam ettiği kahvelerde,

Cansız'ın birden katıksız bir Anadolu çocuğu oluvermesi dikkatimi çekerdi. Konuşması bile değişir ve Doğu Anadolu şivesi onun arşivinden, tozlu ve nemli dosyalarının arasından yeniden ortaya çıkardı (A.g.e. s.79).

...

"Tıp öğrencisi Şükrü'nün "Günün üzüntülerinin sızmadığı kompartman" dediği yerin bulunduğumuz kahve olabileceğini düşünüyordum. Durmadan konuşuluyor, ama insanlar en acıklı olaylardan bile haz duyuyorlardı. Küçük kırgınlıklar, kızgınlıklar vuku buluyor ama insanı sarsan, ölesiye kederlendiren her şey kahvenin dışında kalıyordu sanki (A.g.e. s.81).

Akbaş, romanında realist tasvirleri dekor kurmak amacıyla yaparken romantikleri ise kişilerin ruhsal durumunu, iç dünyasını ortaya koyma ve çözümleme adına işlevsel bir nitelikle gerçekleştirir. Anlatıcı, yaşadığı evi anlatırken hem realist tasvirden hem de romantik tasvirden izler gösterir.

"Kartal yuvası, İhsan'la beraber uzun bir arayıştan sonra nihayet bulup sığındığımız kâşanedir. Laleli'nin lüks otellerle dolu sokaklarından birinde, sekiz katlı bir apartmanın teras katının üstüne -Evet teras katının üstüne -kaçak olarak inşa edilmiş iki küçücük odadan ibaret kibrit kutusu evimiz, böyle soğuk günlerde belki dışını değil ama insanın içini ısıtıyordu. Terastan bir tahta merdivenle çıkılmasına, musluklarından ayda yılda, yanlışlıkla su akmasına rağmen şirindi. En cazip tarafları ise, şüphesiz kirasının ucuz olması, hem okuluma, hem işime yakın olması ve bir taraftan Yenikapı sahillerinden Topkapı surlarına, diğer taraftan Bozdoğan Kemeri'nden

Süleymaniye'ye, hatta Beyazıt'a kadar eski İstanbul'un büyük bir bölümünün gözlerimizin menzili içinde olmasıydı (A.g.e. s.81).

Bakan kişinin psiko/kültür konumunu da yansıtan mekân unsuru, figürlerin psikolojik durumları ve toplumsal konumlarından etkilenerek oluşum gösterebilir.

Cansız'ın, anlatıcının odasına verdiği isim "Mezat" tır. Tarihi figürlerle dolu odayı çok seven Cansız mekân kişilik ilişkisini değerlendirirken farklı tespitte bulunur:

"Birden "Tuhaf ama burada, bir sürü eski ve lüzumsuz eşya arasında huzur duyuyorum" dedi. Hem sarhoş hem ayıkken tekrarladığı ender cümlelerde biriydi bu. Ben, hiç ilgisi olmadığını bile bile, ona"Akşam her zamankinden fazla içeceğini sanıyordum" dedim, "içmemişsin". Bana cevap vereceğine, İhsan'ın astığı ve benim de yeni fark ettiğim duvar takvimine takıldı. Bir otomobil fabrikasının eşantiyon olarak dağıttı takvimin yaprağında, elindeki içki kadehiyle kırmızı bir otomobilin önünde poz veren bir manken vardı. Cansız, bu resmi odaya yakıştıramadığını söyledi. Onun fikrine göre kadın çok "cıbılık" ve "moderen" di, sonra otomobil de rahleye ev özellikle koca Sa'dabad gravürüne ters düşüyordu. O resim, odanın ruhuna azap veriyordu.

"Sinesi destindeki peymaneden berrak ü saf Yanağı testideki taze şaraptan kırmızı"

beytini mırıldandı. O zaman bir anlam verememiştim. Daha sonra anladım ki, o, nedim'in beytini mırıldanmakla hiç sevmediği resmi bize ve eşyamıza uydurmaya, odanın azabını dindirmeye çalışmıştı." (A.g.e. s.31)

Cansız'ın bu odaya dair başka bir tespiti daha vardır. Odanın dağınık olmasını kişilikle ilişkilendirerek:" Ben de senin gibi masa adamıyım, ama masalarımız farklı. Seninkinde: kitap defter, karalanmış kâğıtlar... İşe yaramaz bir sürü teferruat. Benimkinde ise: şişe, kadeh ve bir avuç meze... Tek benzer yanları ikisinin de dağınık olması" (A.g.e. s.75). Cansız'ın eşya tasvirine kişilik bağını kurması ancak mekân- psikoloji ilişkisiyle izah edilebilir

Mekânı sadece somut olarak değil çağrışım gücüyle de değerlendirmek mümkündür. Kişilerin olaya ve konulara nasıl ki bakışı farklıysa mekâna da bakışları farklıdır. Kişilerin gizli kalmış bazen unutmak istedikleri bazen de hatırlamasına yardım eden mekân figürleri romana renk katmaktadır.

Klasik anlayışla kaleme alınan birçok romanın başında mekâna dönük uygulamada olaydan önce çevre tanıtılır. Mehmet Tekin bu durumu herhangi bir filmin başlarında verilen fon müziğine benzetir. İzleyicinin, bu müziğin eşliğinde gösterilecek filme hazırlanması gibi işte böyle de romanların başında yapılan mekân tasviriyle de okuyucu, izleyen sayfalarda anlatılacak olaya ısındırılır (Tekin, 2012, s. 157). Bu uygulamayı Akbaş, eserin başında anlatıcının yaşadığı evi tasvir ederek göstermektedir.