• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 1: GELENEK

1.3. Servet-i Fünûn Sanatçılarına Göre Gelenek

1.3.2. Tevfik Fikret’e Göre Gelenek

Servet-i Fünûn şiirinin önemli temsilcilerinden bir tanesi de Tevfik Fikret’tir. Recaizâde Mahmut Ekrem’in kendisini derginin başına getirmesiyle o da faal bir

olmuştur. Tevfik Fikret yenilenmenin peşindeyken zaman zaman Servet-i Fünûn dergisinde ele aldığı konularla kendilerine yapılan eleştirilere de cevap vermiştir. Bu cevaplar hususunda Tevfik Fikret’in önemli bir rolü, Cenab Şahabeddin’i unutmamakla birlikte, büyük olmuştur.

Tevfik Fikret, yazdığı haftalık edebi sohbetleriyle gelenekten tam bir kavram olarak söz açmamış olsa bile ara ara geleneği kasteden bölümleri yazılarında kaleme almayı ihmal etmemiştir.Türk şiirinin modernleşme sürecinin ciddî anlamdaki gruplaşmasının ilk örneği olan Servet-i Fünûn dergisinin şairleri ve yazarlarına ait Türk edebiyatının eski şiiri ile ilgili görüşleri şüphesiz ki Türk edebiyatının geleneğinin doğru bir analizden geçmesi için büyük bir önem taşımaktadır. Bu sebeple Tevfik Fikret’in geleneğe bakış açısı da değerlendirmeye alınmak zorundadır. Bu değerlendirmeler yazılarından seçmelerle mümkün olacaktır. Bu seçmeler kesitler halinde sunulacaktır. Tevfik Fikret, “Musâhabe-i Edebiyye-5” başlıklı yazısında geleneğe şöyle bir atıfta bulunur:

“-Bahara dair,.. Evet, filhakika bugün bundan münasip bir zemîn-i muhâdara da olamaz; fakat evvelâ şurasını arz edeyim ki eslâfın parlak, âhenk-dâr, mükemmel birtakım "bahâriyye!"lerini görüyoruz; bendeniz -kendi hesabıma-bunlardan bazısının tarz-ı belâgatine hayran da oluyorum. Maamafih "şiir"i bizim anladığımız gibi anlayan bir fikir, eşyayı bizim gördüğümüz gibi görmeye alışmış olan bir nazar için bugün o neşaidi tabiî ve güzel bulmak, yani o bahar numunelerinden bir zevk-ı rûhânî hâsıl eylemek nasıl mümkün olur, bilemem. Đ'tikâd-ı hakîrânemce şu'ârâ-yı sâlife miyanında tasvîr-i tabâ'iyyâta -bi'n-nisbe en çok meyil gösteren Nedîm'dir” (Parlatır, 2000:33).

Buradan anlaşılana göre Tevfik Fikret, eski Türk şiirini tabiat fakiri saymaktadır. Bu yüzden de modern Türk şiirinin haklı olarak yanında durmaktadır. Bugün Türk edebiyatının geldiği noktada tabiat artık şiirde önemli bir rol oynamaktadır. Eskisi gibi bir kasidenin nesip (teşbip) bölümünde yer almaktan ya da cansız bir “Kış Kasidesi” olmaktan kurtulmuştur.

Tevfik Fikret, “Musâhabe-i Edebiyye-35” başlıklı yazısında bu sefer geleneğe dil açısından görüşlerini sunar. Aynen şöyle der:

“Şimdilik gittikçe parlayan, hiç sönmeyen bir şey varsa edebi-yatımızdır. Ne denirse densin, bugün gerek lisanımız gerek edebiyatımız şâ'ibe-i tedennîden külliyen masun bulunuyor. Maamafih birçok taraflardan ileri sürülen fikirler bu iddi'â-yı nâçîze tamamıyla nakizdir, varsın olsun, orada mâ-kabil nakz ve

tağyîr bir hakikat var ki şudur: Her şekl-i terakkî bir nazar-ı mübtedî ve sathî önünde tedenniye müşabihtir. Bu müşabehet zaman ile zail olur. Alışmak dediğimiz bundan başka bir keyfiyet olmasa gerek... Öyle ise şu feryat nedir:

-Lisan bozuluyor... Yazdıkları anlaşılmıyor...

Bozulan, anlaşılmayan hangi lisandır, bilmiyoruz; ya bu feryadı edenler bizden başka bir dil kullanmıyorlar ki!...” (Parlatır, 2000:86).

Tevfik Fikret yazısında kendilerine yapılan lisan eleştirisinin zamanla alışılmış bir görünüm alacağını belirtmektedir. Eski karşısında yeni edebiyatın da gelişme çizgisi açısından olumlu bir etkisi olduğu kanaatindedir. Bu kanaati Servet-i Fünûn edebiyatına eski edebiyat karşısında büyük bir güven duymasından kaynaklanır.

Eski edebiyatın yeni edebiyatla gelişeceğini söylemekten çekinmeyen Tevfik Fikret, eski edebiyatın birikimini de göz ardı etmeyerek aynen şöyle der:

“Onlar pek iyi bilirler ki altı yüz seneden beri bir kavmin tekmil tekallübât-ı maddiyye ve ma'neviyyesine tebe'an tahavvül ve takâmül edip gelerek nihayet daha yakında, bundan otuz yıl evvel bir darbe-i sâhirâne-i dehâ'etle büsbütün başka bir şekl-i tabîiyet ve mükemmeliyet alan edebiyatımızın bugünkü hâli -eğer bu, sitayişe lâyık bir eser-i terakkî ise- yine ancak o ka'ide-i umûmiyye-i tekâmülün bir netîce-i mes'ûdesidir. Bakîlerden, Nef'îlerden, Nâbîlerden, Nedîmlerden, Galiplerden hatta Nergisîlerden, Veysîlerden bugün "edebiyât-ı cedîde ve sahîha" namı verdiğimiz meslek-i kavîm şiir ve inşanın o büyük müessislerine gelinceye kadar lisanımızın geçtiği her devre şâyân-ı tedkîk ve mütalâadan o son devre-i tekemmülü ise her lisanın müddet-i hayâtında ancak bir, yahut iki defa uğrayabildiği tahavvülât-ı esâsiyyeden madût olduğu için fevkalâde hâ'iz-i ehemmiyyet addolunur. Bununla beraber bu devre-i kemâlin sahipleri addolunan esatize kurdukları mebnâ-yı metîn-i edebde kendilerinden evvel gelenlerin hukûk-i fazi ve tekaddümünü teslimden hiçbir zaman geri durmamışlar, durmuyorlar ve bundan dolayı şân-i edebîleri zerre kadar nakîsalanmıyor, bilâkis.. Sonra nasıl olur ki bütün bu hakikatlara vakıf olduğumuz ve en büyük meziyet itirâf-i hakîkat olduğunu bildiğimiz hâlde biz: "Evet, hiç yoktan, kendi kendimize bir edebiyat vücuda getirdik!" yolunda bir iddi'â-yı sahîf ile teferrüde çalışalım? Nasıl olur ki bu altı yüz senelik hayât-i edebiyye, hususiyle bu hayatın son nakîz-i nâ-gehânî ve ebedîsi fikir ve nazarımız önünde şuracıkta durup dururken: "Hayır, yoktu, bizde edebiyat mevcut değildi; biz yaptık hiç yoktan, kendi kendimize bir edebiyat vücuda getirdik..." diyelim?

Desek bile bu inkârdan, bu iddiadan ne kazanırız?

Evet, bir iddiada bulunulabilir, denilebilir ki: Biz âbâ-yı edebîmize hayrü-l- halef olduk; onların tesîs ettikleri tarîk-i terakkîde ilerlemeğe çalıştık; başkalarının adımlarımızı çevirmek, hiç olmazsa bulunduğu noktada alıkoymak, durdurmak için bağırıp çağırmalarına ehemmiyet vermedik, vermiyoruz, yolumuzun üzerinde işimize yarayacak zarif ve nefis ne bulursak toplayarak, arasına kendi sermâye-i fıtrîmizden de bir şeyler, birçok şeyler karıştırarak getirip ortaya koyuyoruz.

Bunları yeni bulanlar, bunlardan mahzuz olanlar da var... Đşte bu bizim için kâfi” (Parlatır, 2000:86-87).

Tevfik Fikret, kendisini ve arkadaşlarını eski edebiyatın mirasçısı olarak görür, eskiyi bir adım öne taşıyanın kendilerinin olduğunu belirtir, onların birikiminden istifade ederek bugünlere geldiklerini söyleyerek eski edebiyatın Servet-i Fünûn şiirine “yakıt” olduğunu belirtir.

Tevfik Fikret, Musâhabe-i Edebiyye 46 başlıklı yazısında eski şiirin savunucularına Ziya Paşa’nın Harâbât’ını hem olumlu hem de olumsuz yönleriyle ele alırken şöyle feryat eder:

“Ey dekadan feryatçıları! Haniya şu "Tahrib ediyorsunuz... mahvediyorsunuz!" diye bir avuç gayretverân-ı edebi itham ettiğiniz tahkirlerle, düşnamlarla iltizam ettiğiniz lisan için neden bir münta-habat vücuda getirmiyorsunuz? Hep şiir yazıyorlar.. Hep şiir ile hayal ile uğraşıyorlar.. Lisanı da bitiriyorlar.. Şiirden başka nasipleri, hülyadan başka meşgaleleri yok. Lisanı da bitiriyorlar., bitiriyorlar... bitiriyorlar diye bağırıştığınız âdemler hiç olmazsa tabiatlerinin şevkine teba'iyyet ediyorlar. Hiç olmazsa yapabilecekleri şeyleri yapıyorlar. Lisanı da bitirmiyorlar; lisanı bitiren onlar değil.. Onlar lisanınıza medâr-ı ıtlak, medâr-ı talâkat oldukları için memnun bile olamazsınız. Bakınız, bu kadar söyleniyorsunuz; ağzınıza gelen tahkiri, tarizi ediyorsunuz” (Parlatır, 2000:101)…*

Tevfik Fikret, “Musâhabe-i Edebiyye-55” başlıklı yazısında gelenek hakkındaki görüşlerini bir sefer daha Türk dilindeki o yıllarda Ö.Seyfettin ve arkadaşları tarafından yapılmak istenen Türk dilindeki sadeleşme hareketine karşı çıkarak şöyle belirtmektedir:

“Fakat maksadımız lisanın bu cihetteki terakkisinden değil. Osmanlıcanın sadeleşmedeki meyl-i hâzırından bahsetmek idi. Biz buna "tasfiye-i lisân" diyoruz ve görüyoruz ki bunun için çalışanlar da buna başka nam vermiyorlar. Tasfiye-i lisân... Vakıa fena bir unvan değil. Lâkin hangi lisan ve nasıl tasfiye edilecek? Osmanlıcanın yüzlerce seneden beri alışmış olduğumuz Arabî ve Fârisî kelimelerini, terkiplerini kaldırarak yerine Türkçelerini koymak suretiyle mi? Bu epeyce bir zaman için tevlîd-i garabet ve müşkilât etmekten başka bir şeye yaramaz ve o müddet içinde, lisanımızın şu haliyle devam ve tevessüünden doğabilecek istifadeler mahv edilmiş olur. Atacağımız kelimelere iyi halefler bulup bulamayacağımız da başka mesele. Doğrusu muhafazakârlığın o kadar taraftarı değilim. Fakat insan istiyor ki yapılan şey bozmaktan ibaret olmasın” (Parlatır, 2000:146).

Tevfik Fikret’in görüleceği üzere Türk dilinde yapılmaya çalışılan yıkıma karşı olduğu ancak Türk dilinde bir tazelenmeden bahsedilebileceğini söyler. Hatta yapılan bu tasfiyenin dilin genişlemesini baltalayacağını da söyler. Kendisi bu açıdan bakıldığı zaman geleneğin dilinin yanında olmaya kanaat getirmiştir denilebilir.

Servet-i Fünûn edebiyatının temsilcilerinin böyle bir işe kalkışması çok da normal olmaz hatta dilin yanında onların da büyük bir darbe yemesine sebep olabilirdi. Her

şeye dikkatle yaklaşmak bu meselede onlar için daha hayırlıydı denilebilir. Hece ölçüsünü ve sade bir dili çocuk şiirlerine reva görmesi, onun bu konudaki düşüncelerini daha da net ortaya koyması açısından önemli bir kanıttır. Sade bir dil=Çocuk dili formülü o yıllarda Tevfik Fikret için geçerlidir.

Tevfik Fikret başka bir yazı dizisi olan “Hafta-i Edebî-5” başlıklı yazısında da geleneğin küt taraftarlarının Dekadan ithamlarının kendisi ve Servet-i Fünûn sanatçılarına dolayısıyla da Türk edebiyatına nasıl bir zarar verdiğini şu sözleriyle dile getirir:

“Efendi Hazretleri emin olmalıdırlar ki "Dekadan meselesinin ortaya çıkması terakkimizi hızlandırmadı, yavaşlandırdı..." ise bunun vebali o meseleyi ortaya çıkaranlara, o şakayı edenlere aittir. Ve ben zannetmem ki -o şakanın bütün acılıklarını tadanlar, yani şu zavallı bîgünah dekadanlar içinde- bugün kendilerinin tenezzülen itale buyurdukları dest-i iltifatı itecek kadar âdâb-ı ihti-ramdan bîhaber bir şahıs mevcut olsun; fakat ummam ki- yine bunların arasında- o ele bûse-i kabul vazedecek kimse de bulunsun!” (Parlatır, 2000:220).

Tevfik Fikret, şiirdeki tazelenmenin yanında da nasıl durduğunu Mehmet Emin Yurdakul’un Türkçe Şiirler başlığını taşıyan yeni kitabını ele alırken şu sözleriyle belirtmiştir:

“Türkçe Şiirlerin Türk vezninde yazılmış olduğunu ihtara zannetmem ki lüzum olsun; muhârebe-i ahîre esnasında neşrolunan eş'âr-ı hamiyyet ve hamaset arasında bunlar o kisve-i milliyeleriyle daima bir nokta-i refî'a-i imtiyazda irâe-i vücûd etmişlerdi. Yalnız şurasını unutmak istemem ki eserin hâsılât-ı sâfiyyesinden bir miktarı da -bize bu şâir-i güzîni kazandıran- muhârebe-i ahîrede şehit veya malûl olmuş asâkir-i Osmâniyyenin eytam ve evlâdına, bir miktarı da mîr- kevn mekteb-i ibtidâiyyesine aittir” (Parlatır, 2000:221).

Tevfik Fikret, yeni edebiyat ürünlerinden sürekli bahsederek eski eserleri biraz ihmal ettiği hissine kapıldığı için Hafta-i Edebî-5 başlıklı yazısını bu sefer eski edebiyata ayırmayı uygun görür. Eskilerden bahsetmiyorlar diye eskilere düşman olarak değerlendirildiklerini de söylemeyi yazısında ihmal etmez ( Parlatır, 2000).

O, eskiyle ilgili olarak yazısında aynen şöyle bir değerlendirmede bulunur:

“Ne yapalım "eski" deyince hatıra en evvel seci ve kafiye hutur ediyor; insan ister istemez cümel-i müsecca'a tertibiyle it'âb-ı ser u şuur eyliyor. Güya ki fikr-i kadîm bu tarz beyan ile tevemdir; güya ki âsâr-ı kudemâdan bahse mütecasir olan bir kalem behemehal riştebi rengârenk tecnis ve teşci ile mukayyet olmak elzemdir... Hasılı o töhmetten tahlîs-i girîbân ancak bu illetle ta'lîl-i fikrü beyân

sayesinde dâhil-i havsala-i imkân olacağına kesb-i itmi'nân ettiğinden bu haftalık çarnaçar köhne füruşluğuna karar verdim ve bu karar-ı muvakkat üzerine teşhîz-i nigâh-ı dikkatle zihn-i bî-liyâkatimi araştırarak bulabildiğim hırdavat-ı me'ânî'yi pîş-i nazar-ı erbâb-ı hakîkate serdim. Mamafih bu kadar seci ve kafiye kimin hatırı için olursa olsun, zannederim ki yetişir de artar bile” (Parlatır, 2000:229)?

Tevfik Fikret, ahenk açısından eski şiirin yoğunluğunu abartı olarak görür. Yazısının ilerleyen bölümlerinde bu ahenk yoğunluğunun getirmiş olduğu zararı şöyle dile getirir:

“Eski şiirlerimizin hangisini ele alacak olursanız bu kafiye tesirini bulursunuz; en güzellerinde, en samimîlerinde bile o tesirin bir eser-i gadri görülür. Đşte bunun içindir ki "eskiden şairlerimiz vardı, şiirimiz yoktu!" diyenler haklıdırlar; ve işte bu hakka istinaden diyorum ki: Bîçare şi'r-i Osmânî yoksuldur... Edebiyatımızın bu fakrı vakıa yavaş yavaş azalıyor; Tefekkürler, Makberler, Sahralar, Zemzemelerle açılan menâbi-sâmân-ı efkâr bu gün kafiye gibi, aruz gibi sedleri, hâilleri devirip geçecek bir feyazân-ı âzâde-serâne ile feveran ve cereyan eden ve emvâc-ı huruşânı içinde altınlar, elmaslar taşıyan bir seyl-i terakkî vücuda getirdi. Şu köhne teşbihimi ikmal için diyebilir miyim ki: Seyl-i terakkimizin cereyanına mani olmak isteyen has u hâşâk muârizîn ta'arruz-ı beyhudeleriyle yine kendilerini yoracak. Nihayet hiçbir şeye zerre kadar tesirleri olmadan ezilip, çürüyüp gideceklerdir” (Parlatır, 2000:237).

Buradan da anlaşılacağı üzere Tevfik Fikret, eskiyi ele alırken onu tükenmişlikle suçlar, ayrıca eskilerin de çürüyüp gitmeye mahkûm olduklarını da söylemekten çekinmez. Bütün bunlar Tevfik Fikret’in geleneğin karşısında neden bir tazelenme ve yenilenme ihtiyacı duyduğunu gösterir. Yeni geleneğin kimler olduğunu göstermesi bakımından da önemlidir. Eskinin karşısına Recaizâde Mahmut Ekrem ve Abdülhak Hamit Tarhan’ı çıkarmasıyla da kanıtlanır.

Tevfik Fikret, aynı yazısının sonlarına doğru tartışmanın eski-yeni çekişmesi olmadığını, aslında Türk edebiyatının gelişim özellikleri açısından bir haklı-haksız tespiti olduğunu belirtir. Kazananın da haklı olan olması gerektiğini söyler. Tevfik Fikret, tartışanların ben haksızım sen haklısın gibi, söylemleri dile getirmesinin mümkün olmaması nedeniyle haklının da haksızın da bir türlü bulunamayacağının üzerine dikkat çeker. Bu da eski yeni tartışmalarının Servet-i Fünûn devrinde hangi boyutlara çıktığını işaret eder. Bu boyut çok yukarılardadır denilebilir.

Tevfik Fikret dil açısından geleneğin yanındadır; ancak hissiyatta geleneğin tarzına karşıdır. Ondan beslenmek taraftarı ama bu beslenmeyle yenilen ürünün aynısı olmamak gerektiğini savunur. Yenilen ürüne karşı yenilenmek hususunda önemle durur.