BÖLÜM 3: SERVET-Đ FÜNÛN VE ĐKĐNCĐ YENĐ ŞĐĐRĐNĐ KARŞILAŞTIRMA
3.4. Kullanılan Nazım Biçimleri
3.4.2. Manzume
Manzumeler Türk edebiyatının içinde Modern Türk edebiyatının başlamasına kadar geçen sürede Halk edebiyatı içerisinde destan nazım biçimi, Divan edebiyatı içerisinde ise mesnevi nazım biçimi olarak görülebilir. Bu manzumelerin en büyük farkı çağdaş manzumelerdeki ‘fert’ten uzak olmasıdır. Başka bir ayrıldığı nokta da eski manzumelerin daha bir toplumcu ve toplumsal konulardan yola çıkmasıdır. Nasihatlere yer vermesi ya da ana fikir çıkarttırmak istemesi faydacı taraflarını da göstermek ister. Servet-i Fünûn manzumeleri ile eski manzumeler arasındaki benzer taraf ise sembollerden yararlanılmasıdır. Örneğin eski şiirde Harname ve eşek, Balıkçılar’da peder-deniz-çocuk-kadın gibi. Tevfik Fikret’in insanın dramını anlatırken Balıkçılar’da denizi rahmet saymaması, evlilikte keramet görmemesi ve çocukta bereket bulmaması; geleneğe, modernleşme açısından yaklaşılırsa ilginç bir vaziyet halini alır. Bu nasihatlerden Tevfik Fikret de pek görülmez. Đnsanın dramı daha ön plandadır. Đnsanı harcatmaz. Đnsanı kurban etmez. Đnsanın acılarına tercüman olmak ister. Tevfik Fikret’in Balıkçılar adlı şiirinde -ayrı bir tespit olarak- Osmanlı donanmasının da
Đkinci Abdülhamit ile büründüğü içler acısı durum da hatırlanabilir. Çağrışımları genişletmek mümkündür. Öyle de olsa Tevfik Fikret’in asıl amacı fert ve ferdin çektiği çileyi anlatmaktır. Manzumeleriyle Tevfik Fikret’in bu tarzda Türk şiirine bir yenilik getirdiği gerçektir. Bu yenilikte R. Mahmut Ekrem’in daha da öncesinde A. Hamid’in etkisinde Türk edebiyatı tarihi üzerinden bir gerçek olarak durmaktadır. Mehmet Âkif
Ersoy da bu tarzı etkin bir şekilde kullanmıştır. Aşağıdaki Balıkçılar şiirinde bu durum açıkça görülür. Đkinci Yeni şiirinin de bu biçimi kullanmış olması ilgi çekicidir. Temaların farklı da olması, bu türün her iki dönemde de kullanıldığı gerçeğini değiştirmez. Tevfik Fikret, getirdiği bu nazım biçiminin meyvelerini Đkinci Yeni’de de yeşerttiğini ne yazık ki göremeyecektir. Bu açıdan bakıldığında bir dönemde temelleri atılmış ve uzun zaman sonra fazla bir değişime uğramadan günümüze kadar gelerek kullanılmış olan bu nazım biçimi, Türk şiiri içerisinde açık veya gizli bir geleneğin sürdüğüne şahitlik edebilir.
BALIKÇILAR (TEVFĐK FĐKRET)
—Bu gün açız yine evlatlarım, diyordu peder, Bu gün açız yine; lakin yarın, ümit ederim, Sular biraz daha sakinleşir,,, Ne çare, kader!
—Hayır, sular ne kadar coşkun olsa ben giderim, Diyordu oğlu, yarın sen biraz ninemle otur; Zavallıcık yine kaç gündür işte hasta…
—Olur;
Biraz da sen çalış oğlum, biraz da sen çabala; Ninen baban, iki miskin, biz artık ölmeliyiz… Çocuk düşündü şikâyetli bir nazarla: —Ya biz, Ya ben nasıl yaşarım siz ölürseniz? ...
Hala
Dışarıda gürleyerek kükremiş bir ordu gibi Döğerdi sahili binlerce dalgalar asabi
—Yarın sen ağları gün doğmadan hazırlarsın; Sakın yedek biraz ip, mantar almadan gitme… Açınca yelkeni hiç bakma, oynasın varsın; Kayık çocuk gibidir: Oynuyor mu kaydetme,
Dokunma keyfine; yalnız tetik bulun, zira Deniz kadın gibidir: Hiç inanmak olmaz ha!
Deniz dışarıda uzun sayhalarla bir hırçın Kadın gürültüsü neşreyliyordu ortalığa.
—Yarın küçük gidecek yalnız, öyle mi, balığa? —O gitmek istedi; “Sen evde kal!” diyor…
—Ya sakın
O gelmeden ben ölürsem?
Kadın bu son sözle Düşündü kaldı; balıkçıyla oğlu yan gözle Soluk dudaklarının ihtizaz- hasirine Bakıp sükut ediyorlardı, başlarında uçan
Kazayı anlatıyorlardı böyle birbirine. Dışarıda fırtına gittikçe pür-gazab, cuşan Bir ihtilac ile etrafa ra’şeler vererek Uğulduyordu…
-Yarın yavrucak nasıl gidecek?
Şafak sökerken o, yalnız, bir eski tekneciğin Düğümlü, ekli, çürük ipleriyle uğraşarak
Đlerliyordu; deniz aynı şiddetiyle şırak-
Şırak döğüp eziyor köhne teknenin şişkin Siyah kaburgasını… Ah açlık, ah ümit! Kenarda, bir taşın üstünde bir hayal-i sefid Eliyle engini güya işaret eyleyerek
Yürür zavallı kırık teknecik, yürür; “Yürümek, Nasibin işte bu!... Hala gözün kenarda… Yürü!” Yürür, fakat suların böyle kahr-ı hiddetine Nasıl tahammül eder eski, hasta bir tekne?... Deniz ufukta, kadın evde muhtazır… Ölüyor: Kenarda üç gecelik bar-ı intizarıyla,
Bütün felaketinin darbe-i hasarıyla, Tehi, kaza-zede bir tekne karşısında peder Uzakta bir yeri yumrukla gösterip gülüyor;
Yüzünde giryeli, muzlim, boğuk şikâyetler…(Fikret, 1909: 21)
ZELZELE(TEVFĐK FĐKRET)
Bin üç yüz ondu… Henüz dün bu köhne izbeye sen misafir olmuştun,
Ki hep sinirli ve hummalı hastalar gibi yer birden
için için ve uzun
Bir ihtilac ile çırpındı, kırdı, yıktı… Keder Ve korku yüzleri soldurdu; evler, aileler Birer döküntü; kalanlar bütün ezik, kurada;
minareler bile ser- be-zemin
Beşer bu sadme-i meş’uma böyle uğrar da biraz tenebbüh eder:
biraz tenebbüh için bin bela…Ne ders-i haşin! Sen işte böyle siyah günlerin misafirisin,
Hayatın elbette
Kolay ve neş’e-feza bir seyahatin ancak Hayali vardır; uzak bir serab için koşmak Nihayetinde yorulmak ve boş yorulmaktır; Hayatı div-i hakikatle çarpışan kazanır;
Zafer biraz da hasar
Koşan cihad-ı ma’aliye şanlı, lakin ağır, mahuf adımlar atar,
Önünde zelzeleler, arkasında zelzeleler! (Parlatır, 2004: 533).
Đkinci Yeni şiirinde de manzume tarzına bir kayış gözlemlenebilir. Bu eski şiirin Modern Türk şiirinden çok farklı bir görünümde ancak bir yerde Modern Türk şiirinin geçmişine benzer. Bu benzerlik insan tragedyasını anlatırken meydana gelir. Daha çok ‘monolog’ havası şiirin içinde hâkimdir. Ara ara sorular yardımcı kahramanlara sorulur. Cevaplar şâir tarafından verilir. Đkinci Yeni şiirindeki bir öykü ancak serbest
şiir tarzında, bu açıdan manzumelere yakın durur, Đkinci Yeni ve şâirleri. Turgut Uyar, “Aslında her şiir bir hikayeden çıkar, her şiirin bir konusu vardır…Bu kaçınılmazdır. Sözleri karşısına, imgelerin ve simgelerin altında yatar o” der (Uyar, 1985: 33).
SAAT ONDA KALKACAK VAPUR (EDĐP CANSEVER)
Saat onda kalkacak vapur Biliyorum biliyorum
Đşte bavulum, yüreğim işte şurada Biletimi istiyorlar, uzatıyorum
Güverteye çıkıyorum, hiç yoktan bir deniz daha —Saat onda mı kalkacakmış vapur
—Gecikebilirmiş biraz, öyle diyorlar Desinler, desinler
Hey kaptan! Bana baksana
Ben çoktan varmışım varacağım yere
Bir Edip daha bekliyor beni eski bir otelin kapısında .
Üstümde sarı bir gömlek var, iyi ki sarı
Đçimi kapatıyor bana verdikleri oda
Eşyalarımı yerleştiriyorum, öylesine ağırdan alıyorum ki bu işi Özenle sürdürüyorum sanki
Uzanıp musluğa doyasıya su içiyorum
Đlk damlası şuramda, son damlası çocukluğumda Dışarı çıkacağım sıkıca kapatıyorum penceremi.
Neden olmasın
Üstüme pek uymayan bu yalnızlığı ben
Taşımışım bir yolcu gibi çocukluğumdan bu yana.
Her öğrenmek istediğimiz şey onu öğrenme alışkanlığımızda Çarşıyı iyi biliyorum, meyhaneleri bir bir
Kimseler tutamaz benim bu kadehi tuttuğum gibi avucunda Ama öğretilemez de bana bir tarla kuşunun uçuşu
Bu nehir akıyor mu, yüzüyor mu yoksa bir başına Odamdaki gece lambası neden bu kadar soğuk Ben öğretmedim ya
Bir pervane nasıl da öpüyor onu öğrendiği uyumla. Akşam mı, evet akşam
Her şeyi bir bire açıklama vakti —Öyle mi, peki-
Nedenini bilmiyorum, Ayvalık’tayım. -Ayvalığa mı?
Yeniden gösteriyorum biletimi
Hatırlıyorum da, bir arkadaşım vardı benim Tarçından örülmüş bir suskunluktu dili
Hey kaptan! Sen bilir misin, var mı hiç görmüşlüğünü Tam Ayvalık gibiydi yüzü, şimdi karşımda.
Öldü
Vardır ya her küçük şehrin bu yüzden Soluşuyla birlikte gözyaşları da… Önce gözleri boğulmuştu, elleri Kupkuru dudakları en sonra Dediler ki, içkiden öldü, yalan!
Sevgisizlikti onu aramızdan çekip çıkaran. Saat onda kalkacakmış vapur
(BALABAN ONU BESLEMEDEN ÖNCEDĐR.) (ECE AYHAN)
Đki keşiş; külleri karıştırıyorlardı. Avluda dikelmiş duran çocuğa bakıyorlar ve aralarında konuşuyorlardı:
−Saçları uzadığı zaman bu çocuğa tapılır! Başkeşiş:
−Geceyi birlikte geçirelim, diyor. Çocuk şaşırmış, kekeliyor.
Başkeşiş ona altın bir cep saati armağan etmek istiyor. Çocuk:
−Olmaz! diyor ve o gece hiç uyumuyor. ***
Ertesi sabah avluda rasladığı bir keşiş ona:
−Saatin kaç? olduğunu soruyor (Ayhan, 2004: 166).
NE GELĐR ELĐMĐZDEN ĐNSAN OLMAKTAN BAŞKA (EDĐP CANSEVER)
Ne çıkar siz bizi anlamasanız da Evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar Eh, yani ne çıkar sizi bizi anlamasanız da
Hiçbir şey! Kadınlar geçtiği o kadın kokusu anlarında Yıkanmış, mayhoş ve taranmış duygularıyla
Dönüşür içlerimizde az menekşe bir sarmaşık Menekşe hadi neyse, mor deriz sarmaşıklara
Mor deriz, mor bilinir çünkü, bir yandan güneşler kurur Her yerde güneşler kurur, sanki yaz günüyledir
Bir adam kayboluyordur taşra sıkıntısıyla
Deriz ki, “şuram ağrıyor” bir de, “başım dönüyor”, “yanıyor avuçlarım”
***
Ne güzel ellerimizle… Başlayın, hadi başlasanıza
Örneğin bir kahve falı? Az müzik? Diyorum biraz iskambil Ama hiç-seslenmiyelim-Seslenmiyelim-içimizden
oynıyalım ayrıca Dört kişiyiz!
−Hayır, on! −Bin kişiyiz!
−Bana kalırsa…
Ne kadarcık bir fark var bizimle bütün insanlar arasında Öyleyse başlıyalım: Koz kupa! Ah şu sinek onlusu bire bir unutulmaya
Çayınız soğuyacak! Çayınız mı dediniz? Ne tuhaf biraz anlıyorum
−Üç karo!
−Pas diyorum!
−Susalım baylar, dört kupa!
Ah şu sinek onlusu! Koz kupa! Çayınız mı dediniz? susalım! Susalım−Niye susalım−Anılar mı dediniz? Ne sesli bir vuruşma!
Ya sonra?−Bırakın şu sonrayı, bilmem ki nedir o sonra Gene mi, başladınız mı? peki şimdi kim var sırada Sakın haa!.. biz yoğuz, bizi unutun, yok deyin adımıza
Yok deyin, çünkü biz… biz işte korkuyoruz ne güzel korkumuzla (Cansever, 2006: 247).
***
MECNUN VE SĐLAHŞÖR (SEZAĐ KARAKOÇ)
Bir gün Mecnun silahşör kılığında Geziyordu çölün büyük yalnızlığında Bir adamın bir adamı dövdüğünü gördü Kaya gibi önlerine dikildi durdu
Bir köle idi öbürü sahibi
Đlk bakışta oluyordu belli Mecnun(şiddetli): Dövme o köleyi
Köle sahibi: Sen kimsin?
Mecnun: Ben silahşörüm.
Köle sahibi:
Silahşör! Ben de silahşörüm Ve silahımın hakkı olarak
Bu esir, hükmüm altına girmiştir. Mecnun:
Belli Silahşörsün.
Ama, daha önce insansın. Esirdir, belli!
Ama daha önce, insandır. O ellerini iyilik için de Kullanabilirdin
Yurdundan uzak Eş ve dostlarından ırak Bu kardeşimiz için
Gerçek silahşörün eli ancak savaşta silah tutar Parmakları yumuşak olur sulh zamanı
Bir savaşçı eşit şartlarda savaşır Küçülme sayar ondan ötesini Bir savaşçı hep güneşe bakar
Kalbinde güneşler aylar doğup batar Barış ülkesine en büyük armağanı. Ben de savaşçıyım ama
Dökmedim kimsenin kanını Benim kanımı da kimse dökemez Bırak o köleyi savaşçı
(Kaybolur)
Köle sahibi(şaşırmış): Kimdi o acaba?
Köle: Hızır’dı belki de.
Köle sahibi: Senin için Hızır.
Köle: Senin için de.
Bana bir muştu gibi geldi sesi
Gözlerimde canlandı yurdum ocağım Çocuklarımı gördüm o saf gülüşlerini Sılamı içimde bir mucize gibi buldum Efendim, aldırma döv istersen beni Senin bu dövmenden tüter bir
kurtuluş buhurdanı Köle sahibi:
Benim de ellerim bağlandı sanki Gökten bir gümüş zincir indi
O azizin buyruğuna karşı koysaydım Bir hançer kalbime saplanacak sandım
(Sönükleşip kaybolurlar) (Karakoç, 2006: 585)
Sezai Karakoç, serbest şiir ve Türk şiiri üzerine şu paragraflarıyla açıklamalarda bulunur.:
“Serbest şiir, sanıldığı gibi, yirminci yüzyılın getirdiği bir tarz değildir. Eski Yunan, latin ve islâm öncesi Arap ve Türk şiirinde de örnekler vardı. Vezin ve kafiyenin, bir kale duvarı sağlamlığı ve düzenine, ancak Đslâm uygarlığında ulaşıldı. Batı da bu düzeni, Endülüs yoluyla aldı. Hem seste, hem biçimde, hem de konularda, modern çağ Batı şiirinde devrim, Endülüs etkisiyledir… Bizde de, asıl 1950'lerden sonradır ki, serbest şiir, şiirin tarih içindeki bütün gerçekleştirimlerine açılmaya, geçmiş sesi ve biçimleri serbestçe aramaya başlamıştır. Bu sürecin içindeyiz. Bu gelişme sürecektir elbet. Ta ölümsüzleşen şiir onun bağrında doğuncaya kadar” (Karakoç, 1997: 207).
Sezai Karakoç, serbest şiirin bütün şiir geleneğini kucaklayabilceğini belirtir. Serbest
şiirdeki biçimsel sorunlara ise gelenek açısından yaklaşılmamalı der:
“Vezin ve kafiyenin görünüşte ölümüne aldanmamalı. Aruz ve hece sesi, her şiirde, belki her mısrada değil ama yer yer, yoklamasını yapıp durmada. Gizli bir aruz, gerçek şiiri içten besleyen, ses mimarisi, tarihin Ölmez mirasıdır. Kafiye,
belki, sondan mısra içlerine kaymış, daha genel bir çağrışım düzeni haline gelmiştir. Serbest nâzım ya da şiir dediğimiz zaman, akla düz yazının bir türü, ya da bütün koşullardan bağımsız bir şiir türü gelmemelidir. Serbest nazım ya da şiir, vezni ve kafiyesi şairi tarafından aranıp bulunan, sonra da şiirde kaybedilen şiir demektir. Şair, kendi veznini, kafiyesini, nazım ve mazmunlarını arar ve bulurken, klasik yaratımlar, önünde, zengin bir koleksiyon gibi örneklik eder. Bu engin miras, onun yatırım sermayesidir” (Karakoç, 1997: 105).
Serbest şiirin içinde bir yerlerde sonara yakalanan veya yakalanmayan, şiirin okyanusunda gezen biçimsel unsurların varlığını yitirmediğini, okyanusun derinliklerinde yaşayan birçok canlının tespit edilememesine rağmen yok sayılamadığı gibi şiirde de su yüzüne net bir şekilde çıkmamış olmamasından dolayı bu biçimsel öğelerin serbest şiirde ‘yok’ sayılamayacağını belirtmiştir.