• Sonuç bulunamadı

Terör, İslam ve İslamofobi

İslamofobi’nin en fazla ilişkili olduğu ve en fazla beslendiği alanı “terör” olarak tanımlamak mümkündür. Bu nedenle “terör” kavramının İslam ve İslamofobiyle olan ilişkisine değinmek, Batı’daki ve Türkiye’deki İslamofobi algısını anlamak açısından önem taşıyacaktır. Terörizm dört temel öğeden oluşur: Şiddet içerir, politik bir amacı vardır, masum insanlara yöneliktir, korkutulması amaçlanan bir seyirci kitlesine sergilenir. Ancak uluslararası medyada terör hareketinin terör sayılması için Batı tarafından değil 'ötekiler' yani Doğu tarafından yapılması gerekmektedir (Akıner, 2006).

Onat (2007, s.414, s.416 ve s. 417), dinin insanlık tarihinin başlangıcından bu yana hem şiddet ve terörün ilacı olarak hem de şiddet ve terörün meşruiyet aracı olarak işlev gördüğünü ancak tarihin hiçbir döneminde şiddet ve terörün dinle bu kadar içli dışlı olmadığını belirtir. Son yıllarda özellikle Doğu Bloku çöktükten sonra gittikçe artan bir dozda İslam ile şiddet ve terör arasında bir bağ tesis edilmeye çalışılmaktadır. Burada öne çıkartılan öğe, “cihat” ve “şehitlik” olmaktadır. Cihad, "mücadele" anlamına gelir. "Cihad" kelimesi, Batı dillerinde genelde "kutsal savaş" (holy war) şeklinde tercüme edilmiştir. Bu şekilde bir tercüme, İslamiyeti silah zoruyla yayılan bir din olarak gösterme gayretinden kaynaklanmaktadır. Halbuki, "cihad" kelimesinin karşılığı "savaş" değildir. Allah yolunda savaşmak da bir tür cihad olmakla beraber; cihad kelimesi, Allah'ın dinini her tarafa ulaştırmak için yapılan her türlü faaliyet ve hareketi içine almakla birlikte (Eren, 2006), cihadın asıl anlamı kişinin güzel ahlak sahibi olması için nefsiyle mücadele etmesi olduğunu Hz. Muhammed, Müslümanların en zorlu savaşı olan Tebük seferinden dönerken çevresindekilere söylediği “küçük cihattan büyük cihada (kötülükleri emreden nefsle mücadeleye) dönüyoruz” sözünden anlıyoruz (Topbaş, 2005). Dolayısıyla cihadın kılıçla özdeşleştirilmesi, Müslümanların Müslüman olmayanları öldürmekle yükümlü olduklarını düşünülmesi büyük bir yanılgıdır. Ancak şunu da söylemek gerekir ki bu yanlış algılamanın pekişmesi ve yaygınlaşması yalnızca Batı’ya özgü değildir. Yaşananlara bakıldığında “Cihad”ın Müslümanlar tarafından da pek doğru anlaşılmadığı açıktır.

Roy (2003, s.11), Müslümanların karıştığı olayların çoğunda İslam’a atıfta bulunularak: “İntihar saldırıları üzerine İslam ne demektedir? Cihat üzerine Kur’an ne demektedir? Kadın üzerine İslam ne demektedir?” gibi soruların gündeme getirildiğini ve bunun etkisiyle 11 Eylül

saldırılarından sonra Fransa’da Kur’an meallerinin satışında patlama yaşandığını ve herkesin nasıl İslam’ın kökünden şiddet ve fetih yanlısı olup olmadığını kanıtlayacak alıntı avına çıktığını hatırlatmaktadır. Ancak Roy’un bahsettiği “İslam’ı ayetlerle anlatma çabası ve terörle asla yanyana gelemeyeceğini vurgulama” asla beyhude bir çaba değildir. Çünkü savaşla ilgili ayetlerin vahyedilme sebepleri, Müslümanların içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik koşulları anlamadan “bakın Kur’an’da ‘Allah yolunda savaşın’ diyor, bu inanmayanları öldürün anlamına gelir bu mu hoşgörü dini?” gibi ifadeler İslam hakkında korkutucu ürkütücü nefret ettirici söylemlere çanak tutmakta ve bu klişeleri kökleştirmektedir. Bu nedenle savaşla ilgili ayetlerin tefsirlerinin geniş kitlelere anlatılması önemlidir. Zira kendini Müslüman olarak konumlandıran insanların çoğunun da aslında Roy’un dediği gibi ayet ve hadisleri kendi görüşlerini desteklemek için kullandığı ama bunu yaparken de İslam’ın (merhamet, kibirlenmeme, şirke düşmeme, kolaylaştırıp güçleştirmeme sevdirip nefret ettirmeme, yeryüzünde farklı toplum-inanç sistemlerinin olmasının kadir-i mutlak olması vb.) temel prensiplerinden uzaklaştıkları görülmektedir. Bunu anlayabilmek için internette “terör”, “islamcı terör örgütleri” “el kaide” gibi anahtar kelimelerle arama yapılması yeterlidir. Bu konular üzerinde açılan bloglar, köşe yazıları, tartışmalar İslam dünyasında cihad kavramının anlamına dair farklı algılamaların bulunduğunu göstermektedir. İslam Birliği Teşkilatı Genel Sekreterliği, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı, cemaat liderleri vb. en yetkili ağızlardan “İslam ile terör asla yanyana gelemez” açıklamaları yapılmasına rağmen, bu konuda ayet ve hadisleri örnek vermesine rağmen, İslamcı terör örgütlerinin de yine cihad kavramından beslendiği, bu örgütlerin sempatizanlarının da kendi görüşlerini bir takım ayet ve hadislerle desteklediği görülmektedir. Örneğin El Kaide veya Hizbullah gibi örgütlerin bir savaş içerisinde oldukları, ABD ve İsrail’in de sivil halka ve masum insanlara yönelik katliamlar gerçekleştirdikleri savunulmakta ve yerleşim birimlerine roketli veya bombalı saldırılarda bulunmak için icazet “kısas” ayetlerinden alınmaktadır. Bu sorunlu bir yaklaşımdır. Şüphesiz ki, sivil halka yapılan tüm saldırılar, her ne kadar ses getirse, bir kargaşa ortamı yaratarak gündemi ve dikkatleri üzerine çekse de çok net bir biçimde antipatiyle karşılanmakta ve temsil edildiği iddia edilen mensuplara karşı önyargı, kin ve nefreti körüklemektedir. Son zamanlarda İslami örgüt kimliğiyle saldırılar yapıldıkça bu saldırıların Müslüman halka dönüşü yansıması oldukça sert ve yıllarca aşılamayacak duvarlar örerken Müslümanlara da fiili zararlarda bulunabilmektedir. Bunun en trajik örneği, zor şartlar altında ve Hollywood’da etkin Yahudi lobisinin tüm engellemelerine rağmen çektiği Çağrı filmiyle yalnızca İslam dünyasında değil dünya genelinde çok ses getiren yönetmen Mustafa Akad’ın da kızıyla birlikte bir El- Kaide saldırısında –tesadüfen orada bulunduğu için- hayatını kaybetmesidir.

İslam’ı Kur’an’daki bazı ayetleri göstererek savaşçı ve bozguncu olarak itham edenler, bu ayetlerin ne anlama geldiği ve hangi durumlarda geçerli olduğunu görmek istememektedir. Zira ilgili bütün ayetlerin tefsirleri okunduğunda İslam’ın, hukuku korumak için zaruret haline geldiğinde savaşa izin verdiği anlaşılmaktadır. Bu ayetler İncil’de yer alan “sana tokat atana öbür yanağını uzat” ifadesine benzemeyip, Müslümanların yaşamlarını ve bağımsızlıklarını koruyabilmeleri için “meşru ölçülerde ve zulüm yapmadan” savaşmalarına izin verilmiştir. Örneğin Bakara Suresi 190. Ayet şöyledir: “Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın. Ancak aşırı gitmeyin. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez…(Aşırı gitmeyin ifadesiyle mecbur kalmadıkça savaşa girilmemesi savaş kaçınılmaz hale gelince de savaşta çocuklara, kadınlara, yaşlılara ve savaşla ilgisi olmayan diğer sivillere zarar verilmemesi, işkenceden sakınılması vb. hususlar kastedilmektedir.)” Bu ayetin emri gereği, on çocuğa okuma yazma öğretme karşılığında Bedir savaşı esirleri serbest bırakılmıştır. Kur’an-ı Kerim’de savaşa girme koşulları da bellidir: “Allah, din hususunda sizinle savaşmayan ve sizi yurdunuzdan çıkarmayan kimselere iyilik yapmanızı ve onlara adil davranmanızı yasaklamaz. Şüphesiz, Allah, adaletli davrananları sever. Allah ancak sizinle din hususunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanıza yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onları dost edinirse, onlar zalimlerdir”33. Bu ayetin hükmü kapsamında Hz. Muhammed,

düşman devletleri ile savaşa gönderdiği ordu komutanlarına; karşı tarafın savaştan vazgeçmesi, cizye vermesi, Müslüman olması veya Müslümanlarla birlikte adil bir hukuk sistemi ve devlet altında bir arada yaşama şartlarını kabul etmedikçe savaşmamalarını tembih etmiştir. Kur’an-ı Kerim’de “alemlere rahmet olarak gönderildiği” bildirilen Hz. Muhammed’e “sen af yolunu tut. İyi ve güzel olanı emret, delil kabul etmeyen ısrarcı cahillerden yüz çevir” emri geldiğinde, kaynaklarda Hz. Muhammed’in vahiy meleğine bu ayetin anlamını sorduğu ve karşılığında kendisine şu cevabın nakledildiği bildirilir: ” Seninle akrabalık bağlarını kesenle bağını koparma, ona elinden gelen iyiliği yap. Sana vermeyene sen ver. Sana zulmedeni sen affet” Bu sebeple Hz. Muhammed, her zaman merhametli olmayı öğütlemiş, kendisi de canına kastedenleri, kendisine her türlü eziyeti ve hakareti reva gören, ordular hazırlayıp üzerine yürüyen insanlar kendisinden merhamet dilediğinde onları affetmiştir. Cinayetler, ambargo ve gördükleri zulüm nedeniyle Mekke’yi terk eden Müslümanlar on yıl sonra Mekke’yi kansız bir zaferle fethettiklerinde Hz. Muhammed, Mekkeli müşriklere “Size bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yoktur. Şüphesiz Allah merhametlilerin en merhametlisidir. Haydi gidiniz, artık serbestsiniz” demiştir (Topbaş, 2012, s. 42-47).

Kur’an-ı Kerim’de Hz. Muhammed “en güzel örnek” olarak tanımlandığı için kendilerini Müslüman olarak tanımlayan kişilerin herhangi bir konuda onun hangi mantık çerçevesinde davrandığını bilmeleri ve buna göre hareket etmeleri dini bir emirdir. Bu uygulandığında Müslümanların dâhil olduğu bir olayda örneğin yolsuzluk, haksız yere servet edinme, adaletsizlik, emaneti ehline vermeme, zulüm ve de en önemlisi yalan, iftira, çarpıtma ve dezenformasyon gibi konuların sözkonusu bile olmaması gerekmektedir. Eğer varsa ki, bir genelleme ve süreklilik yoksa bireylerin yanlışlarını sistemlere mal etmek yanlış bir yöntemdir. Fıkıh profesörü Hayrettin Karaman (2006), İslam dininin terörü meşrulaştırdığını savunanlara şunları söylemektedir: “…İslam, nizamî savaşta bile bırakın masum insanları, hayvanların öldürülmesini, bitki örtüsüne zarar verilmesini bile yasaklar. Şu halde eğer terör diye nitelenen bir eylem varsa ve bunu yapanlar da, diğer davranışlarına ve beyanlarına göre bazı müslümanlar ise bu eylem "İslam'dan çıkmaz". Bütün hukukların kabul ettiği meşru savunma, zaruret ve çaresizlikten çıkar; buna dayanır. ABD ve İsrail kendileri için faydalı gördükleri her eylemi (saldırıyı, suikastı, işgali, yakma, yıkma, öldürme vb.) kitabına uydurarak veya buna bile lüzum görmeden yapmaktadır. İsrail'deki son eylemi yapan stajyer avukat kız, bu eylemlerde yirmiden fazla yakınını kaybetmiş, bazı yakınlarını da gözlerinin önünde öldürmüşler. Bu eylemlere maruz kalan kimseler, hangi dinden olurlarsa olsunlar savunma veya intikam kararlarını âyetlere, hadislere değil, "zalimin zulmü karşısındaki çaresizliğe" dayandırırlar. Terör istemeyenler önce kendileri terör yapmamalı, sonra hukuka ve adalete riayet etmeli ve insan haklarını çiğnememelidir…”