• Sonuç bulunamadı

Teknoloji ve Gelişme Konusunda Farklı Yaklaşımlar

BÖLÜM 3 TEKNOLOJİ VE DEĞİŞME KURAMLARI

3.2. Teknoloji ve Gelişme Konusunda Farklı Yaklaşımlar

Teknolojinin kendisinden çok onun toplumsal boyutunun irdelenmesi önemli olmaktadır. Bu nedenle de teknolojinin gelişim tarihinin teknolojinin kendi gelişim seyri açısından irdelenmesi yerine onun toplumsal yapı ile arasındaki bağın irdelenmesi gerekir. Daha önce de vurgulandığı gibi, yeni ve daha gelişkin teknolojilerin devreye girmesi üretim sisteminde değişimlere yol açmakta; bu değişimler de toplumsal yaşamın tüm alanlarında yansımalarını bulmaktadır. Kullanılan teknoloji de önemli olmakla birlikte, üretilen, yaratılan teknolojinin önemli olması ülkeler arası gelişmişlik, kalkınmışlık farklılığı ile bağlantılıdır. Tarihsel süreç açısından gerilere gidip bakıldığında gelişmiş ülkeler hep teknoloji geliştirmede öncü olmuş ve elbette ki bunun getirisinden de yararlanmışlardır. Teknolojinin ikinci yönü ise, ülke özelinde farklı kesimlerin teknolojiden yararlanma açısından eşit konumda olup olmadıkları sorunu çerçevesinde şekillenen iki boyutlu etik sorun olarak ortaya konulabilir.

Teknolojinin gelişiminin gereksinimlerle açıklanması oldukça yaygındır. Bu anlayışa göre, insan gereksinimleri yaratıcı çabayı artırmaktadır.

İnsanlar suya ihtiyaç duyarlar ve bu yüzden kuyular kazar, barajlar inşa eder ve hidrolik teknolojisini geliştirirler. Barınmaya ve korunmaya ihtiyaç duydukları zaman da evler, kaleler, kentler ve askeri araçlar yaparlar.

Yiyeceğe ihtiyaç duyduklarında hayvanları evcilleştirir ve bitkileri ıslah ederler. Kendilerini kuşatan çevrede zorlanmaksızın hareket etme ihtiyacı duyarlar; at arabaları, bisiklet, otomobil, uçak ve uzay gemileri vb. ulaşım araçlarını icat ederler (Basalla, 1996: 7).

Ancak burada gereksinim belirlemeci bir teknoloji anlayışının yanlış olmasa da eksik olduğunu vurgulamak gerekmektedir. Çünkü bir yere kadar gereksinim bir önkoşul olabilmekte iken bireysel ve toplumsal gelişmenin bir aşamasından sonra salt yaratıcılık ve buluş coşkusu da belirleyici olabilmektedir.

Bu anlamda gelişmiş ve azgelişmiş toplumlar arasındaki bilim ve bilimin amacı değişebildiği gibi; bu, farklı kişiler arasında da değişiklik gösterebil-mektedir. Kısacası gereksinimin ne olduğu ve ne olabileceği toplumsal düzlemde ve bireysel düzlemde gelişmişlik düzeyine bağlı olarak farklılaş-maktadır. Bir insan topluluğunun, bir kuşağın veya bir sınıfın herhangi bir şeye duyduğu gereksinimin, başka bir topluluk, kuşak veya sınıf için hiçbir işlevi olmayabilir, ya da yüzeysel bir lüks sayılabilir. İhtiyaçlar evrensel olmanın ötesinde, belirli bir kültürel bağlamda ya da değer sisteminde önem kazanır. Toplumsal düzlemde bu konuda pek çok çalışma vardır. Bireysel düzlemde ise, Maslow’un gereksinimler kuramı buna örnek verilebilir.

Teknolojinin araca dönüşmesi ve dolayısıyla teknolojinin toplumsal ilerlemenin bir göstergesi olarak yorumlanması Rönesans’ın dolayısıyla da Batı Avrupa’nın bir ürünüdür. Batı merkezciliğinin yükselişine paralel olarak da bu anlamdaki bir teknoloji, dolayısıyla da bilim anlayışının pek çok toplum tarafından model olarak alınışı ve bu modelin “modernleşme” olarak uygulanışı onun çok geniş bir mekanda egemen anlayış olmasına yol açmıştır.

Aydınlanmanın etkisi altında şekillenen teknoloji ve teknolojik ilerleme kavramı, altı varsayım üzerine kurulmuştur: 1) Teknolojik buluş, değişim geçiren üründe her zaman için belirgin bir ilerlemeye yol açar; 2) Teknoloji alanındaki gelişmeler, maddi, toplumsal, kültürel ve manevi yaşamın iyileşmesine doğrudan katkıda bulunur ve böylelikle uygarlığın büyümesine hız kazandırır; 3) Teknoloji alanında ve dolayısıyla uygarlık alanında kaydedilen ilerleme, hız, verim, güç ve benzer diğer nicel ölçülere başvurarak kesin olarak ölçülebilir; 4) Teknolojik değişmenin kökeni, yönü ve etkisi tamamen insan kontrolü altındadır; 5) Teknoloji doğayı fethetmiş ve onu insanlığın amaçlarına hizmet etmeye zorlamıştır; 6) Teknoloji ve uygarlık, sanayileşmiş Batılı ülkelerde en üst düzeyine ulaşmıştır (Basalla, 1996: 283–284).

Teknoloji ve değişme konusunda farklı yaklaşımlardan söz edilebilir.

Teknolojiyi determinist bir tarzda ele alışından dolayı, yaklaşıma da adı verilen düşünür Schumpeter’dir. Schumpeterci yaklaşım 1940’larda ortaya konulmuş ve 1970’li yıllardan sonra da yeni-Schumpeterci yaklaşım olarak toplum ve teknoloji ilişkisini tartışmaktadır. Bu anlayışın temel özelliği kapitalist gelişim sürecinde teknolojik değişim sürecine ve teknolojik yeniliklere ağırlık vermesidir. Teknolojiye verdiği öncelik nedeniyle de bu yaklaşım tekno-ekonomik paradigma olarak da adlandırılmaktadır (Taymaz, 1993: 14).

Bu yaklaşıma göre teknolojik değişmenin dört düzlemde gerçekleş-mesi söz konusudur:

1) Küçük-sürekli yenilikler: Bu tür yenilikler hemen her sanayide veya hizmet sektöründe görülen, üretim sürecinde küçük teknolojik yeniliklerdir.

2) Radikal yenilikler: Bunlar ürün veya üretim teknolojisinde önemli değişikliklere yol açan, genellikle bu amaca yönelik kurumsallaşmış AR-GE faaliyetlerinin ürünü olan yeniliklerdir. Pamuk ipliği üretiminde üretkenliği artıran basit yenilikler bir önceki yenilik kapsamında ele alınırken, naylonun bulunması radikal yeniliklere örnek oluşturur. Bu yenilikler genel ekonomi düzeyine etkilerinden çok, belirli bir firma veya sektör düzeyinde etkilidirler.

3) “Teknoloji sistemi”nde değişmeler: Radikal ve sürekli yenilikler ile örgütsel ve yönetimsel yeniliklerin bir arada oluşmasıyla ekonominin birden çok sektörünü etkileyen veya yeni sanayilerin gelişmesine neden olan değişimlerdir.

4) “Tekno-ekonomik paradigmanın değişmesi (teknolojik devrim):

Teknolojik sistemde dolaylı veya dolaysız olarak bütün sektörleri etkileyen ve böylece bütün ekonomi düzeyinde etkide bulunan değişmelerdir. On yıllar boyunca etkisini sürdürecek, kurumsal yapıların da değişmesini sağlayacak bütün ekonomi kapsamındaki bu değişmeler, “tekno-ekonomik paradigma”nın değişmesi olarak tanımlanmaktadır.

Görüldüğü üzere bu anlayış çerçevesinde teknoloji ve sonuçlarına her durumda olumlu bakılmaktadır. Bu anlayışa göre, teknolojinin kendine özgü bir mantık içinde, doğrusal bir gelişim gösterdiği ve bu gelişmenin tamamen tarafsız olduğu ve dolayısıyla da toplumu bir bütün olarak olumlu etkilediği düşüncesi kabul edilmektedir. Bu düşünceden dolayı da teknolojinin toplumları top yekun ileriye götürdüğü varsayılır. Bu anlayış muhafazakâr iktisadın teknolojiye bakışının ta kendisidir.

Ancak, bu anlayışın dışında teknolojinin eleştirel anlayışla ele alınışı biçiminde bir anlayış da mevcuttur. Bu anlayışa göre, teknolojinin

ekonomi-politik ve etik boyutlarının değerlendirilmeye alınması gerekmektedir. Bu anlayışın gelişim seyri de oldukça eskilere dayanmaktadır. Aslında, araçsal aklın eleştirisinin ilk izlerine Butler’de rastlanır. O ilk kez makinelerin insanlardan daha güçlü olması nedeniyle günün birinde insanların teknoloji tarafından bir dünyada geri plana itilmekten kurtulamayacaklarını ileri sürmüştür (Basalla, 1996: 21).

Teknolojinin eleştirisi, özellikle Frankfurt Okulu tarafından ele alındığı biçimiyle, kitle toplumu üzerinden yürütülen tartışmalarda iyice belirginleşir ve günümüzde postmodernizmin yükselişi ile adeta “teknoloji karşıtlığı” daha da ötesi “bilim karşıtlığı” bir görünüme bürünür. Ancak, postmodernizmin bu anlamdaki yorumunun özellikle bilim ve teknoloji alanında gerilerden gelen toplumları gelişmiş toplumlardan daha derin ve görünür biçimde etkilediği savı üzerinde düşünülmeye değerdir.

Postmodernizmin yükselişi ile teknolojinin gereksizliği anlayışı taraftar bulsa da onun gerekliliği ya da gereksizliğinden çok, taraflılığı ya da tarafsızlığı konusunda etik ve politik tercih boyutunu içeren tartışma alanı daha etkilidir ve öyle de olmalıdır. Bu açıdan bakıldığında yine, gelişmiş ülkelerde bu anlamdaki tartışmaların biyoteknolojinin gelişmesine koşut olarak azgelişmiş ülkelerden çok daha önde gittiği söylenebilir.

Araçsal aklın ve dolayısıyla da teknolojinin eleştirisi konusunda da farklı yaklaşımlar mevcut olup, tarihi çok eskilere dayanmaktadır. Bu tartışmalardan ilki teknolojinin kendiliğinden taraflı olup olmadığına ilişkin tartışmadır. Bu tartışmada bir taraf teknolojinin, içinde geliştiği sistem dolayımında kendiliğinden taraf olduğunu varsayar. Örneğin Frankfurt Okulu temsilcilerinden Marcuse, kapitalist sistem içinde üretilen bir teknolojinin kar endeksli olması nedeniyle taraflılığına vurguda bulunurken;

diğer bir vurgu ise, hangi sistem içinde üretilirse üretilsin, teknolojinin kendiliğinden taraflı olmayacağına ilişkin olarak yapılır (Marcuse, 1968).

Dolayısıyla da teknolojinin ne olduğu değil, nasıl kullanıldığı asıl üzerinde durulması gereken nokta olarak değerlendirilir.

Sonuç olarak; teknolojinin kendine ait bir mantık süreci olmadığı ve toplumsal ilişkilerden bağımsız bir biçimde geliştirilip yeryüzüne inmediği, dolayısıyla da geliştirildiği toplumda egemen güçler tarafından belirli çıkarlar doğrultusunda geliştirildiği görüşü daha açıklayıcı görünmektedir. Bu nedenle de teknolojinin daha olumlu sonuçlara götürebilmesi için ekonomi-politik ve etik boyutları çerçevesinde sorgulanması ve değerlendirilmesi gerekmektedir. Ancak ve ancak böylesine bir noktadan hareketle gerçekleş-tirilecek düzenlemeler aracılığıyla daha eşitlikçi ve yaşanır bir topluma gidilebileceği düşünülebilir.