BÖLÜM 4 BİYOTEKNOLOJİYE FARKLI YAKLAŞIMLAR
4.3. Biyoteknolojiye Eleştirel Bakış: Ekonomi-Politik Yaklaşım
4.3.2. Biyoteknoloji ve Sosyo Ekonomik Yapı:
Modern biyoteknoloji bilim dalı anlamında teknolojinin en yeni bileşimidir. Biyoteknoloji genetik mühendisliği anlamının ötesinde çok daha geniş bir şeydir. Bugün deneyimlemekte olduğumuz, yalnızca DNA’yı deşifre edip yönlendirme yeteneğimizi içeren teknolojik bir devrim değil, biyoloji bilimini temelden etkileyen bir devrimdir. Bu bilimsel devrim moleküler biyolojinin yanı sıra, bilişsel nörobilim, popülasyon genetiği, davranış genetiği, psikoloji, antropoloji de dahil olmak üzere konuyla ilgili çok sayıda alanda buluş ve ilerlemeleri beraberinde getirecektir. Bütün bu bilimsel gelişim alanlarının potansiyel politik etkileri vardır. Çünkü bu alanların hepsi de tüm insan davranışlarının kaynağı olan beyin hakkındaki bilgimizi ve dolayısıyla onu ustalıkla yönetme yeteneğimizi arttırırlar (Fukuyama, 2003:23).
Biyoteknoloji konusunda gerçekleştirilen uygulamaların sosyo-ekonomik boyutu en karmaşık alanı oluşturmaktadır. Hem dünya sosyo-ekonomik sistemi açısından küreselleşen bir dünyada uluslararası ilişkilerin yoğunluğu ve karmaşıklığının artışı nedeni ile hem küresel hem de ulusal ölçeği içermektedir. Bu nedenle de oldukça karmaşık bir ilişkiler sistemi söz konusudur. Bu nedenle de biyoteknolojik gelişmelerin daha çok uluslararası ilişkiler bağlamında sosyo-ekonomik yapıya etkileri çerçevesinde yürütülmesi oldukça yaygındır ve giderek de artmaktadır.
“Yeni Dünya Düzeni” olarak adlandırılan dünyamızda ulusal ölçekteki yapılanmalardan söz etmek neredeyse imkansızdır. Dolayısıyla da biyotekno-lojinin etki alanı ulusal değil küreseldir. Hangi ürüne ve hangi özellikteki ürüne yönelinmesi artık ulusal değil küresel olarak kurulan ilişkilerle şekillenmektedir. Bu anlamda biyoteknoloji konusunda atılan adımlar da böylesine bir süreç içinde şekillenmektedir. Uluslararası iş bölümünün ulusal ekonomileri şekillendirmesi eskiden olduğundan daha belirgindir.
Uluslararası ölçekte bakıldığında, farklı toplumların biyoteknoloji uygulamalarının ulusal ve uluslararası ölçekte ne türden sonuçlara yol açacağı önemli bir sorundur. Bilindiği üzere, hatta ulus devlet aşınımına örnek olarak gösterilen AB’de son gelişmelerle aşınımın bölgesel oluşumlarla/birliklerle bile bir hayli zor olacağı görülmekte ve dolayısıyla da tersi iddia edilse de, ulus devletlerin hala mevcudiyeti söz konusu olduğundan sorunun çok da geçici olmadığı görülmektedir.
Bitkisel üretimin transgenik çeşitlere dayandırılması, geleneksel tarımda yerel çeşitlerin kullanımında azalmalara neden olacağı gibi, tarımda dışa bağımlılık sorununu da doğuracaktır. Çünkü transgenik ürünler gelişmiş ülkelerde ve özel sektör tarafından üretilmektedir. Bu ürünler çoğunlukla açıkta tozlanan hibrit türlerdir. Dolayısıyla her yıl tohum yenilenmesi gerekmektedir. Transgenik ürünlerin tohumları, transgenik olmayanlara göre, % 25 ile % 100 arasında daha pahalıdır. Yüksek fiyat nedeniyle tohumluk alımını uzun süre devam ettiremeyecek olan küçük çiftçiler bu durumdan zarar göreceklerdir (Aydın, 2000: Batalion 2000).
Örneğin, Mae-Wan Ho (2001) tarımsal biyoteknolojiden kaynaklanacak sosyo-ekonomik etkileri şöyle sıralar:
1. Genetik kaynakların Güneyden Kuzeye akışı,
2. Entelektüel mülkiyet hakları ve tohum ruhsatı ile kısıtlayıcı uygulamalar; gıda üretimiyle dağıtımının bir tekelin kontrolüne geçmesi sonucunda çiftçi ailelerin dışlanması,
3. Geleneksel teknolojilerin ve ürünlerin değişmesi,
4. Transgenik hatalara özgü genetik kararsızlık ve beraberinde getirdiği ürün kaybı,
5. Ürün kalitesini yükselten ve bozulmuş toprakları yenileyen organik tarıma harcanması gereken kaynakların ve çabaların boşa harcanması olacaktır. Ayrıca beklenmedik toksinler ve alerji yapıcı maddeler genetik mühendisliği gıdalarında şimdiden ortaya çıkmaktadır.
Çokuluslu şirketler, çiftçilerin üründen yeni ürün elde etmesini engelleyen kısır tohumlara dayalı ‘’terminatör” (yok edici) gen teknolojilerini kullandıkları sürece, gelişmekte olan ülkeler bitki biyoteknolojisinden yeteri kadar yararlanamayacaktır. Bu şirketlerin terminatör teknolojilerini kullanmanın yanı sıra hem başka teknolojileri hem de önemli genleri patent koruması altına alması, gelişmekte olan ülkelerin zararına bir durum ortaya çıkarmaktadır (TÜSİAD 2000). Ulusal ölçekte bakıldığında ise konu, farklı toplumsal sınıflar ve kesimlerin bu süreçten nasıl etkileneceği sorusuna bağlı olarak belirginleşmektedir. Bu da etik ve politik boyutları içermektedir.
Bilimsel araştırma ve yeniliklerin tümünde olduğu gibi, biyoteknoloji konusunda gerçekleştirilecek olan bilimsel çalışmaların, toplumsal yapı ile bağının kurularak ve toplumdan gelen geri besleme mekanizmalarının çalıştırılması yolu ile yürütülmesi bilimsel etkinliklerden yararlanma açısından son derece önemlidir. Bu çalışmanın birinci dereceden önemi bu noktadadır.
Ayrıca, çalışmada kırsal alanlarda yaşayan insanların da yer alması, köylerde biyoteknoloji konusundaki tutum ve davranışlara ek olarak genel anlamda yenilik konusundaki tutum ve davranışların da tespit edilmesi ve bunun yanı sıra tarımsal yapılar ve ürünlerde değişim sürecinin de saptanması planlanmaktadır. Çünkü diğer alanlardaki kullanımının yanı sıra tarım, biyoteknolojinin kullanıldığı ya da kullanılacağı düşünülen alanlardan biridir.
Artan dünya nüfusunun temel ihtiyaçlarının karşılanmasında yaşanan zorluklar, gıda zincirindeki olumsuzlukların biyoteknoloji aracılığıyla aşılabileceği umut edilmektedir. Bu nedenle de hem diğer alanlardaki ürünleri tüketen hem de üretilen ürünleri kullanarak tarımsal üretim yapan bir kategori olarak köylülerin bu konudaki tutumlarının ortaya konulması önemli bir husustur. Çalışmada tüketiciler ve üreticiler olarak köylülük kategorisine yer verilmesi çalışmanın önemini daha da arttırmaktadır. Çünkü, ülkemizde bu konuda özellikle 1980’li yıllardan bu yana yapılmış olan oldukça sınırlı çalışma bulunmaktadır.
Günümüzde 1970’lerin aksine gelişmiş ülkeler sadece bilim ve sanayi alanında değil, özellikle de tarımsal biyoteknolojinin kullanımı ile tarım ve gıda endüstrilerinde de dünyada öncü olmuşlar ve bu teknolojilerin kullanımı küresel ölçekte sınırları aşan bir biçimde kullanıma başlanmış ve bu yönüyle de belli ülkelerin hegemonyasında şekillenen bir sömürüye dönüşmüştür ve dönüşmeye de devam etmektedir (Buctuanon, 2001: Fowler ve dig. 2001;
Dunn ve diğ. irows.ucr.edu; 10.10.2006; Löfgren (2005, www.druid.dk).
Küresel biyoteknoloji pazarına bakıldığında dünya pazarının ABD’nin hegemonyası altında şekillendiği açıkça görülmektedir.
Tablo 1. Küresel Biyoteknoloji Pazarı Göstergeler Küresel
2003 Küresel
2004 ABD Avrupa Kanada Asya/
Pasifik Ciro (milyon $) 54613 46553 42740 7729 2091 2052 Ar-Ge (milyon $) 20888 18636 15701 4151 782 253 Net Zarar (milyon $) 5304 4548 4317 484 408 94
Çalışan Sayısı 183820 174520 137400 25640 7370 13410 Halka Açık Şirket Sayısı 641 611 330 98 82 131 Toplam Şirket Sayısı 4416 4471 1444 1815 472 685 Kaynak: (Ernest ve Young, 2005’ten akt. TÜSİAD, 2006).
Biyoteknolojinin küresel ölçekte pazar verilerini gösteren tabloya göre (Tablo 3) biyoteknoloji alanında 4400 civarında şirketin bulunduğu bir sektördür. Bu sektörde başta ABD olmak üzere gelişmiş ülkeler etkilidir.
ABD % 78’lik bir büyüklükle birinci sırada yer alırken, Avrupa %14’le ikinci sırada yer alırken Kanada ve Asya/Pasifik bölgeleri küresel pazarın % 4’ünü oluşturmaktadır.
Bu koşullarda gelişmekte olan ülkelerin durumlarını ve ekonomi, bilim ve teknoloji politikalarını yeniden gözden geçirmeleri gerekli olacaktır.
Biyoteknolojideki gelişmeler ve özellikle tarımsal ve sağlık alanındaki ürünlerin üretimi ve ticareti gelişmiş ülkelerin ve de uluslararası büyük şirketlerin çıkarlarına yönelik işlemektedir. Bu açıdan da riskler konusunda azgelişmiş ülkeler ve bu ülkelerdeki belirli kesimler daha fazla bu risklere maruz kalmaktadır.
Bu açıdan da tıpkı 1955 ve 1985 yılları arasında bilim ve teknolojinin gelişmiş ülkelerde bitki üretimi için kullanılmasıyla “Yeşil Devrim” sürecinin başlaması ve bu sürecin azgelişmiş ülkeler için bir fırsat olacağı beklentisi bulunmaktaydı. Bu devrimde önemli rol oynayan yüksek verimli buğday ve çeltik çeşitlerinin kullanılması ile özellikle Asya ve Latin Amerika'da gıda maddesi üretiminde önemli artışlara yol açmıştır (Vasil 1998). Bu nedenle de geri kalmış ülkelerin sanayi yerine tarımsal üretime yönelmeleri önerilmiş ve bu ülkelerin gelişmiş ülkelere tarım ürünleri satışı ile refah düzeylerinin yükseltileceği ileri sürülmüştür. Ancak sürecin ardından azgelişmiş ülkelerdeki tarım; gelişmiş ülkelerdeki tarımda olduğu gibi, sermaye yoğunluklu yüksek girdi kullanımına dayalı tarıma yönelmiştir. Bu yönelimin ardından tarımsal alanlar işgücüne daha az ihtiyaç duyar hale gelmiştir. Tarımda daha gelişmiş teknolojinin kullanımı, azgelişmiş ülkelerde kırsal alanda işsiz kalan fazla emeğin kentlere göç etmesine yol açmıştır. Gelişmiş ülkelerde kente göç eden tarım işçileri kentte istihdam edilebilme olanağı bulurken; azgelişmiş ülkelerde bu emek fazlalığının bir kısmı, kentlerde enformel sektör olarak adlandırılan işlerde iş bulmuş ya da kurmuş, büyük bir kısmı da işsizler ordusuna katılmak zorunda kalmıştır. Dolayısıyla da artan verimliliğin; açlığı, yoksulluğu yok etmesi beklenirken, süreç sermaye sahiplerinin karlarına kar katma biçiminde işlemiştir. Bu gelişimlerin sosyo-ekonomik açıdan yarattığı olumsuz sonuçlarının yanı sıra, yüksek girdili ürünlerin çevreye negatif etkileri de artmaya devam etmiştir. Ayrıca da sadece belli ürün çeşitlerinin kullanılması nedeniyle yerel biyoçeşitlilikte de azalma olmuştur.
Tıpkı “yeşil devrimin” azgelişmiş ülkeler için “fırsat” olmaması örneğinde olduğu gibi biyoteknolojinin de bir fırsat olamayacağı söylenebilir.
Biyoteknolojinin farklı alanlarda kullanımı tıpkı yüksek girdili tarım teknolojisinin verimlilik artışının sermaye sahiplerine kar sağlaması biçiminde işleyen süreçte olduğu gibi, biyoteknolojinin tarımda kullanımına dayalı transgenik bitki üretiminin ortak özelliği tüketiciden çok üreticiye yarar sağlayan bir süreç biçiminde işlemesidir.
Sonuç olarak GDO teknolojisi, verim artışı, gıda bollaşmasından hareketle dünyadaki açlık sorununa çözüm bulabilmek için üretilmiş olmakla birlikte, dünyada 800 milyon üzerindeki insanın aç olması bu sorunun ortadan kalkmadığını göstermektedir. Kaldı ki, sorunun ortadan kalkması şöyle dursun, bu sorun her geçen gün biraz daha büyümektedir. Bu durum da aslında düzenlemelerin etkili olmadığını, yetmediğini göstermektedir.
Düzenlemelerin etkili olabilmesi için her şeyden önce sorunu gerçekten çözme yönünde etik bir niyetin olması önkoşuldur.