• Sonuç bulunamadı

Türkiye’de Biyoteknolojinin Durumu ve Gelişiminin Kısa Tarihi

BÖLÜM 2 BİYOTEKNOLOJİNİN TARİHSEL GELİŞİMİ VE

2.4. Türkiye’de Biyoteknolojinin Durumu ve Gelişiminin Kısa Tarihi

gelişmelerin teknik bir konu olarak görülmesinin yanı sıra, sosyal bilimcilerin ilgi alanı dışında kalması da bu durumu açıklama açısından önemlidir.

Özellikle ülkemizde sınırlı olarak yürütülen sosyo-ekonomik riskler konusunda da karşıt savunular bulunmaktadır. Hem biyoteknolojinin her alanda kullanımı ile azgelişmiş ülkelerin gelişme şansı bulabileceğini ve bu nedenle de biyoteknolojinin öncelikli alan olarak geliştirilmesini vurgulayanlar ile hem de tam tersini savunanlar bulunmaktadır. Biyoteknolojinin sosyo-ekonomik zararlarını savunanlar onun pahalı bir teknoloji olması nedeniyle bu teknolojiyi geliştiren uluslararası şirketleri küresel düzlemde bir sömürüye yol açmaları yönüyle eleştirmektedirler.

Tartışmaların bugünkü görünümüne bakıldığında, biyoteknoloji ile ilgili tartışmaların tarımsal alana ilişkin olarak daha yaygın yürütülmesi durumunda olduğu gibi, biyoteknolojinin olası sonuçlarının değerlendirilme-sinde de yararları yerine zararlarına daha çok odaklanılmakta ve risklerine ilişkin tartışmalar bilimsel araştırmalara dayanmadan yapılmaktadır. Bu da bir anlamda araştırma yapmayı dahi engelleyecek bir sürece yol açmaktadır.

Burada biyoteknolojinin olası, yarar ve riskleri ya da etik tartışmalarda dikkate alınması gereken bir nokta biyoteknolojinin kullanım alanları arasında bir “geçişlilik” durumunun bulunuyor olmasıdır. Biyoteknolojinin tarımda ve yem sanayinde kullanımı hayvancılık alanını da etkilemektedir.

Biyoteknoloji uygulamalarını olumlu değerlendirenler tarımsal alanlarda bitkilerin yapılarında gerçekleştirilecek değişikliklerle ürün ve verimlilik artışı sağlamanın yanı sıra, hücre zarlarında daha çok selüloz bulunması nedeniyle tarım ve ormancılık alanında kâğıt hamuru ve kâğıt sanayisinde kullanılmaya çok daha elverişli ağaçların yetiştirilmesi biyoteknolojinin sanayiyi olumlu yönde etkilemesine neden olduğunu ileri sürmektedirler. Özellikle de ekonomik kaynakların azgelişmiş ülkeler ve alım gücü düşük gelişmiş ve azgelişmiş ülkelerin yoksulları için biyoteknolojinin “katlanan risklerinden”

söz edilebilir. Dolayısıyla biyoteknolojinin belirli bir alanda kullanımı diğer alanları da olumlu ve olumsuz anlamda etkilediğinden, geniş bir perspektifle ayrıntılı bir değerlendirme sürecinin ardından uygulamalara gidilmesini gerektirmektedir.

2.4. Türkiye’de Biyoteknolojinin Durumu ve Gelişiminin Kısa Tarihi

netliğin bulunmayışıdır. Bunun sonucu ise, biyoteknolojinin risklerine ülke ekonomisinin ve ülke insanlarının riskleri azaltıcı önlemler geliştirmiş ve genellikle gelişmiş ülkelere göre daha risklere maruz kalışıdır. Bu geç kalış sıkça yapılan biyoteknolojide ürün üretip küresel ölçekte rekabet etme düzleminde değil, daha çok ürün üretmeyen ancak yasal düzenlemesi dahi olmayan bir ülke olarak özellikle GDO’lu ürünlerin ithal edilmesi ve bunların tüketilmesinin yarattığı sorunların giderilmesi anlamındadır. Bu sürecin hem ülke ekonomisi hem de insanların ve çevrenin sağlığı üzerinde olası olumsuz etkileri söz konusudur.

Gerçekten de Türkiye’de tarımsal alanlarda bitki biyoteknolojisi çalışmaları başlangıç aşamasındadır ve yasal olarak transgenik bitkilerin ticari amaçlı üretimi yapılamamaktadır. Dolayısıyla bir tarım ülkesi olarak pek çok tarımsal ürünü özellikle de transgenik tohumları ithal etmenin ülke ekonomisi ve geleceği üzerindeki bedellerinin çok büyük olacağı şüphe götürmez bir gerçektir. Türkiye’de transgenik çeşitlerin ekimi, Tarım ve Köy İşleri Bakanlığının kontrolünde “Alan Denemeleri Yönetmeliği” kapsamında yapılmaktadır. Alan denemeleri mısır, pamuk ve patates üzerinde yapılmakta ancak, bu denemelerin ne oranda bilimsel ve güvenilir olduğu konusunda ciddi kaygılar bulunmaktadır.

Türkiye’de biyoteknoloji konusunda başta DPT, TÜBİTAK ve son yıllarda TÜBA ve TTGV (teknoloji Geliştirme Vakfı) olmak üzere farklı kuruluşlar bulunmakta ve Türkiye’nin biyoteknoloji stratejilerini belirlemede etkili olmaktadırlar. Bu kurum ve kuruluşlar dışında özellikle Biyogüvenlik yasa tasarısı ile ilgili olarak Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı faaliyet göstermek-tedir. Bu konuda çalışan kurum ve kuruluşlar arasında koordinasyonun olmayışı ya da eksikliği politika geliştirme ve de uygulamada yavaşlığa ya da yanlışlıklara neden olmaktadır (Erbaş, 2006).

Türkiye’de biyoteknoloji konusunda geliştirilecek politikalar alanında üç temel doküman bulunmaktadır. Bunlardan ilki, 1983’te Devlet Bakanlığı tarafından hazırlanan “Türk Bilim Politikası: 1983-2003”; ikincisi 1993’te BTYK (Bilim Teknoloji Yüksek Kurulu) toplantısı için TÜBİTAK tarafından hazırlanan “Türk Bilim ve Teknoloji Politikası: 1993-2003;

üçüncüsü ise, 2001’de Hazırlanan ve 2003-2023 dönemi Türkiye Ulusal Bilim ve Teknoloji Strateji Belgesi olan “Vizyon 2023: Bilim ve Teknoloji Stratejileri” adlı projedir. Bu proje 1999 yılında yapılan beşinci BTYK toplantısında Moleküler Biyoloji, Gen Mühendisliği ve Biyoteknolojide Ulusal Politikaların Belirlenmesi Kararının alınması ve 2000 yılında yapılan altıncı BTYK toplantısında adının konulması sonucunda oluşturulmuştur.

2005 yılında yapılan 11’nci BTYK toplantısında “Vizyon 2023” projesi

çalışmaları sonucunda biyoteknoloji öncelikli teknoloji alanı olarak değerlendirilmiş ve o doğrultuda belirli adımlar atılmıştır.

Türkiye’de biyoteknoloji alanında araştırmalar gelişmiş ülkelerde olduğu gibi özel şirketler değil, TÜBİTAK ve DPT tarafından finanse edilen üniversiteler öncülüğünde gerçekleştirilmektedir. Ancak biyoteknoloji alanında 1991 yılında Türkiye Cumhuriyeti ile Dünya Bankası arasında imzalanmış olan bir uluslararası borç anlaşması gereğince kurulmuş olan Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı (TTGV) biyoteknoloji alanındaki araştırmaların desteklenmesinde işlev gören bir oluşumdur. TTGV' nin kurucuları kamu kurumları, özel kuruluşlar, şemsiye örgütler ve şahıslardan oluşmaktadır.

Türkiye’de biyoteknolojinin önemi ve önceliği konusundaki vurgular ve bu yolda atılacak adımlar 1980’li yıllara rastlar. Biyoteknoloji konusunda ilk çalışmalar TÜBİTAK bünyesinde, Enzim Teknolojisi İhtisas Komisyonu (1982) ve daha sonra Biyoteknolojide Türkiye’nin Önceliklerini Saptamaya Yönelik İhtisas Komisyonu, (1984) oluşturulmasıyla başlamıştır. 1985’te ise, TÜBİTAK Temel Bilimler Araştırma Grubu Biyoteknoloji İhtisas Komisyonu tarafından “Biyoteknoloji Alanında Türkiye ve Geliştirme Politikası” başlıklı rapor hazırlanarak bir durum tespiti yapılmış ve politika önerisi sunulmuştur. 1996 yılında TÜBA-TÜBİTAK ve TTGV’ den uzmanların katılımıyla Genetik-Gen Mühendisliği-Biyoteknoloji Alanına Yönelik Politikalar Çalışma Grubu tarafından “Bilim-Teknoloji-Sanayi Tartışmaları Platformu” oluşturulmuş ve sonucunda Türkiye’de moleküler biyoloji-gen teknolojisi-biyoteknoloji alanına yönelik politika önerileri geliştiren bir rapor hazırlanmıştır.

Biyoteknolojinin DPT’nın çalışmaları ve kalkınma planlarında yer alışı da 80’li yılların ikinci yarısına rastlar. Bilim Araştırma-Teknoloji Ana Planı’nda (DPT, 1988) ve VI. Beş Yıllık Kalkınma Planında (DPT, 1989) biyoteknolojiye geniş yer verilmiştir. Yedinci Beş yıllık kalkınma Planı’nın hazırlanması sürecinde Biyoteknoloji Özel İhtisas Komisyonu oluşturul-muştur. Bu komisyon biyoteknolojinin mevcut durumu ve geleceğe yönelik politikalar konusunda rapor hazırlamıştır. Bu alandaki çalışmalar 2000 yılında, daha da yoğunlaştırılmış ve VIII. Beş yıllık Kalkınma Planı hazırlanması sürecinde oluşturulan özel bir komisyon tarafından “Ulusal Moleküler Biyoloji Modern Biyoteknoloji ve Biyogüvenlik Atılım Projesi Önerisi” olarak adlandırılan “Ulusal Moleküler Biyoloji Modern Biyoteknoloji ve Biyogüvenlik Raporu” hazırlamıştır. Bu gelişmelerin ardından biyoteknoloji alanındaki çalışmalar yeni bir döneme girmiş ve ivme kazanmıştır.

Ülkemizde biyoteknoloji konusunda düzenleyici kuralların oluşturulmasına ilişkin olarak 1997 yılında gerçekleşen üçüncü BTYK toplantısında da Türkiye’de Biyoteknoloji/Gen Mühendisliği Çalışmalarında Düzenleyici Kuralların belirlenmesi biyogüvenlikle ilgili olarak önemli bir gelişmedir. Bu karar sonrasında TÜBİTAK ve TÜBA’dan uzman kişilerin katılımıyla bir çalışma grubu oluşturulmuş. Çalışma grubunun hazırladığı raporda Ulusal Biyogüvenlik Kurulu’nun ve bu kurula bağlı çalışacak Kurumsal Biyogüvenlik Komisyonlarının bir an önce kurulması önerisinin yanı sıra konuyla ilgili düzenleyici kurallara ilişkin öneriler de yer almıştır.

Beşinci BTYK’na (1999) sunulan raporun önerileri doğrultusunda Ulusal Biyogüvenlik Kurulu’nun oluşturulması kararı alınmıştır. VIII. Beş Yıllık Kalkınma Planı için 2000 yılında hazırlanan “Biyoteknoloji ve Biyogüvenlik Özel İhtisas Komisyonunun Raporu” da biyogüvenlik alanındaki gelişmeler açısından önemli bir adımdır.

Biyogüvenlik ilgili yasal düzenlemelere ilişkin vurgu 1997’de başlayan süreç ancak 2003’te somut olarak bir yasa taslağı hazırlanması sürecine dönüşebilmiştir. Ülkemizde Cartagena Biyogüvenlik Protokolü’nün 17.06.2003 tarihinde T:B:M:M:’de görüşülmesi ve 4898 sayılı Kanun ile kabul edilmesinin ardından 2003 yılının eylül-ekim aylarından itibaren biyogüvenlik yasası çalışmaları başlamıştır. Bilindiği gibi 11 Eylül 2003 Cartagena Biyogüvenlik Protokolü’nün tüm dünyada yürürlüğe girdiği tarihtir. Cartagena Biyogüvenlik Protokolündeki hükümler T.B.M.M.’de 4898 sayılı kanunla kabul edilerek, 24 Haziran 2003 tarih ve 25148 sayılı Resmi Gazetede yayınlandıktan sonra 24 Ocak tarihinden itibaren yürürlüğe girmiştir.

Cartagena Biyogüvenlik Protokolü'ne taraf devletler, ihtiyadilik ilkesine göre, GDO'lu ürünlerin iç piyasada üretimi, dağıtımı ve çevreye salınımına ilişkin risk değerlendirmesini yapacak sistemi kurmak, çevreye ve diğer gıdalara bulaşmasını engelleyecek önlemleri almak, etkin bir denetim düzeni oluşturmak zorundadır. Bunun için de taraf devletlerce bir iç hukuk düzenlemesi olan yasa çıkartılarak protokolde yer alan koşulların yerine getirilmesi gerekmektedir. Bu amaç doğrultusunda UNEP/GEF (United Nations Environment Programme/Global Environment Facility) destekli

“Ülkesel Biyogüvenlik Çerçevelerinin Geliştirilmesi Projesi” Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı Tarımsal Araştırmalar Genel Müdürlüğü (TAGEM) koordinatörlüğünde yürütülmektedir. Ulusal Biyogüvenlik Yasa Taslağı 2005 yılında, kamu, özel sektör ve üniversitelerin görüşlerine açılmış ancak hala sonuçlanmamıştır.

Biyoteknolojinin Türkiye’deki gelişim seyrine bakıldığında “politika”

düzleminde yani kalkınma politikaları içinde yer alması 1980’lere; bilim ve teknoloji politikaları içinde yer alması ise 1990’lara rastlamaktadır. Ancak

“yasalaştırma” düzleminde biyogüvenlik çalışmaları daha geriden gelmektedir.

Burada dikkat çekilmesi gereken nokta biyogüvenlik önlemlerinin yaşamımıza her geçen gün daha etkili biçimde giren biyoteknoloji ürünleri ve uygulamalarının gerisinden geliyor olmasıdır. Bu geriden geliş de aslında biyoteknolojinin risklerine açık oluş anlamını taşımaktadır.

Biyoteknoloji alanında araştırma yapan kurumların başında Gen Mühendisliği ve Biyoteknoloji Araştırma Enstitüsü (GMBAE) 1983 yılında Biyoloji olarak Gıda Mühendisliği bölümündeki bir odada 1983’te kurulmuştur. Şimdiki yerine 1985’te taşınmış ve 1987 yılında NATO İstikrar için Bilim Programı ve Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı tarafından desteklenen (UNDD) iki uluslararası projeyi başlatmıştır. TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezi (MAM) 1992 yılında Gen Mühendisliği ve biyoteknoloji Araştırma Enstitüsüne dönüştürülmüştür.

DNA/Doku Bankası ve Gen Araştırmaları Enstitüsü, Ankara;

Çukurova İleri Tarım Teknolojileri Araştırma Enstitüsü ve Ankara Üniversitesi Biyoteknoloji Enstitüsü biyoteknoloji alanında önde gelen enstitülerdir.

Türkiye’de biyoteknoloji ve biyoteknoloji şirketlerine ilişkin bir çalışmanın (TÜSİAD, 2006) verilerine göre son yıllarda biyoteknoloji şirketi sayısında artış görülmektedir. Bu kaynağa göre, 2000’de 50 olan biyoteknoloji şirketli sayısı 2005’te 90’a çıkmıştır. Türkiye’de firmaların ilgi alanlarının düzenli kayıtlarının olmayışı nedeniyle biyoteknoloji firmalarının sayısının burada verilen sayıdan daha fazla olduğu düşünülmektedir. Bu firmaların sayının 170’ler civarında olduğu yönünde bir tahminden söz edilebilir.

Aynı çalışmanın verilerine göre bu firmaların çoğunluğu (%57’si) sağlık ve tıp alanında % 24’ü enerji, çevre ve kimya %19’u tarım ve gıda alanlarda faaliyet göstermektedir. Bu işletmelerin çoğunluğu İstanbul (%38) ve Ankara’da (%25) bulunmaktadır. Şirketlerin %65’inde satışlar 5 milyon Amerikan dolarının altındadır. Firmaların % 23’ü ise, 10 milyon doların üzerinde satışa sahiptir. Çalışmaya göre firmaların ağırlıklı olarak ulusal pazara yönelik olarak çalışmaktadırlar.

Türkiye’de biyoteknoloji konusunda uygulamalar ülke koşullarının göz önüne alınarak bir strateji geliştirilmesi yerine, gelişmiş ülkelerin hedeflerinin Türkiye’ye uyarlanması biçiminde gelişmektedir. Buna ek olarak üzerinde

durulması gereken diğer bir özellik de asıl olarak teknoloji geliştirmesi gereken kurumların değil, yeni birtakım vakıf vb. kuruluşlarca sürecin belirlenmesidir. Değinilen bu oluşumlar sonucunda Türkiye’de biyoteknoloji alanında hem kamu kurum ve kuruluşlarında, hem de özel üniversite ve firmalar düzeyinde biyoteknolojinin ivme kazanması AB’nin 2000’li yıllarda biyoteknoloji konusundaki politikalarını değiştirmesi yıllarına rastlar. AB ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de de biyoteknoloji konusundaki gelişmeler 2000 yılından sonra hız kazanmıştır.

Bu tartışmalar ve gelişmeler doğrultusunda Türkiye’de biyoteknoloji politikaları ve uygulamaları konusunda izlenen politika daha çok biyoteknolojinin öncelikli alan olduğu görüşü ile şekillenmektedir. Bu önceliğin gerekliliği ise, gelişmiş ülkeler ve özellikle de AB’nin politikaları çerçevesinde şekillenmekte olduğu söylenebilir. Ancak böylesine bir eğilim, zaten kıt olan teknoloji harcamaları bütçesinin büyük bölümünün bu alana kaydırılması yönünde bir oluşuma yol açmaktadır. Oysa, Türkiye'nin kendi özel koşulları ile şekillenen bir politikasının olmayışı bazı alanlarda bu sürecin kayıplara yol açması ile sonlanabilir. Dolayısıyla, tarım, sağlık ya da sanayi alanlarından hangisine ve bu alanların hangi alt alanlarına yatırım yapılacağı ülke koşullarının analizini gerektiren belirli araştırmalar sonucunda alınacak bir karardır. Örneğin tıp ve sağlık alanında yapılacak çalışmalar ve bu alanda hangi alt alanlara yatırımın yapılmasının gerekliliği kararı gibi.

Ancak, bir tarım ülkesi olarak daha çok tarımsal alana yönelik uygulamalara gidilmesi farklı koşullarda farklı sonuçlara yol açacağından belki de Türkiye için öncelikli alan olmayabilir. Kaldı ki, bu önceliğin kararı olası risklerin hepsinin göz önüne alınması önkoşuluna bağlıdır.

Türkiye’de biyoteknoloji konusundaki gelişmeler, politika ve uygulamalarda 2003 yılında taraf olarak imzalanan Cartagena Biyogüvenlik Protokolü ve AB Direktifleri doğrultusunda şekillenmektedir. Ancak, diğer taraftan da Türkiye’deki politika ve uygulamalar DTÖ, Dünya Bankası ve IMF beklentilerinin etki alanındadır. Bu nedenle de biyoteknoloji konusunda netleşmiş, tutarlı ve bütüncül bir politika oluşturma konusunda başarısız olmaktadır.