• Sonuç bulunamadı

Temel Tasarım, tasarlama eylemini öğretmekle uğraşan çağdaş bir disiplin olarak ele alınmaktadır. Temel Tasarım 19. yy. eski üsluplarını taklit ederek, onlara dayanan araştırmalar yapmak yerine, tümüyle yeni soyut araştırmalar ve belirli bir işleve yönelik olmayan çalışmalar yapmayı tercih eden bir öğreti olmuştur. Bir başka tanıma göre Temel Tasarım çeşitli sanat dalları arasındaki ilişkileri ve bunlara ilişkin ortak yasaları, kuralları, yöntemleri göz önünde bulundurarak belirli bir sanat dalındaki ilkeleri öğretmeyi amaç edinen bir disiplindir. Bu kapsamda Temel Tasarım, çağdaş dünyada hemen her zanaat ve sanat dalında aynı etkinliğe ve geçerliliğe sahiptir. En önemli konu ise temel tasarımın soyut bir içerikte kalmayıp, aksine esas amaçla daima bağlantılı olmasıdır. Temel Tasarım Dersinde amaç, görsel alfabenin geliştirilmesidir (Bayraktar, vd. 2012).

Güzel Sanatlar Eğitimi veren ön lisans veya lisans eğitimi veren kurumlarda Temel Tasarım Ders Müfredatı dönemlik veya yıllık, teorik ve uygulamalı olmak üzere belirli bir program dâhilinde uygulanmaktadır. Her üniversite veya bölüm YÖK’ün belirlediği çerçevede eğitim yöntemleri ve program yapılarına göre ders kredi-saatlerini belirli prosedürlere uyarak değiştirebilmektedirler. Temel Tasarım Derslerinin işleniş biçimi genel olarak plan dâhilinde

25

ilk önce öğrencilere kuramsal bilgiler; dia, film, poster, bilgisayar dokümanları vb. görsel materyallerle desteklenerek teorik bilgilerinin aktarılması ile başlamaktadır. Bir sonraki aşamada sanat eğitimi alan öğrencilere öncelikle tasarımın eleman ve ilkeler kavratılır. Kuramsal bilgilerin anlatımı ve kavratılması sonrası program dâhilinde uygulama aşamasına geçilmektedir. Çok zorunlu olunmadıkça alternatif örnekler göstermek yerine temel uygulama yöntemlerinin gösterilmesinin öğrencilerin özgün çalışmalarına yardımcı olduğu düşüncesi yaygın bir görüş olmuştur. Öğrencilerin taslak veya tasarım aşamasında, gösterilen örneklere bağımlı kalmalarına engel olacak şekilde gösterilen örnek görsel materyaller özenle seçilip sıralanmalıdır.

3.2.2.1. Işık ve Renk

Işığın çevremizdeki tüm objelere çarpmasıyla onlardan yansıyarak gözümüze ulaşan duyum olarak tanımlanan renk, son derece önemli bir öğedir (Ketenci ve Bilgili, 2006, s.193). Hançerlioğlu ışığı; nesneleri aydınlatarak onları görünür kılan, insan gözünün duyarlılık bölgesinde yer alan 400-780 nanometre arasında değişen doğal veya yapay kaynaklı manyetik ışımaya verilen ad olarak tanımlamaktadır (Seylan, 2005, s.9).

Objelerden yayılan ışıklı dalgalar, gözün bu konuda duyarlı olan retinasına işler ve oradan göz sinirleri ile beyne iletilerek rengin algılanmasını sağlamaktadır. Gözlerin renklere duyarlılığı birbirinden farklıdır. Renkler, insanın sağlığı, eğitimi, objelerden aldığı değişik tatlar nedeniyle değişiklik göstermektedir. Opak, yani saydam olmayan bir nesne ışığı önemli ölçüde emer. Tüm renklerin karmasından oluşan beyaz renkli ışığı emdiği zaman göze siyah olarak, bu renkleri emmeyip, yansıttığı zaman ise beyaz olarak gözükmktedir. Biz nesnelerin özümsediği değil, yansıttığı renkleri görürüz. Örneğin, yeşil otlar, beyaz ışıktaki yeşil renk hariç diğer renkleri emme kapasitesindedirler. Yeşil renk, yaprağın yüzeyine klorofil sayesinde yayılmıştır. Kırmızı domates, kırmızı lale yalnızca kırmızı renk yayarlar. Defterimizin beyaz sayfası, ışık çarkındaki beyaz ışık ışınlarını emmez ama tümünü birden yansıtır (Südor, 2006).

Duyguları doğuran ışınların dalga boyları farklılık göstermektedir. Yansıtılan veya emilen dalga boylarının insan gözündeki görünebilirliği 700 ile 400 milimikron olarak tanımlanmaktadır. Bu dalga boyların görünebilirliğine göre; 700-600 arası kırmızı, 600-500 arası yeşil, 500-400 arası ise mavi renklerdir (Ketenci ve Bilgili, 2006, s.194).

Yaşantılarımıza bağlı olarak renk; hem fizik dünyayı tanımada bir parametre olarak kullanılmaktadır hem de üzerimizdeki psikolojik etkisini ve kültürel kesişmelerin ilişkisini de

26

kurarak insanı bir anlamlandırma sürecine götürmektedir (Seylan,2005). Düşüncelerimizde, duygularımızda, eylemlerimizde hatta sağlığımızda değişiklikler yaparak doğrudan bizleri etkileyebilen renklerin, her türlü alanda fiziksel koşulları ve çalışma alışkanlıklarını iyi ya da kötü etkileyebildiği kabul edilmiş bir gerçektir (Öztuna, 2007).

3.2.2.2. Renk Teorisi

Temel Tasarım uygulamalarında renk konusuna yaklaşım geleneksel bir nitelik göstermektedir. Ayrıca geçmişte deneyimlere dayalı ifade edilmeye çalışılan renk teorileri, günümüzde bilim ve teknolojilerdeki gelişmelerle daha kapsamlı açıklanmaktadır. Günlük hayat pratiğine dâhil olan yeni elektronik aygıtlar, alt yapısında kullanılan renk teorilerinin benimsenmesini, tanınmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Özellikle Young’ın görme fizyolojisine yönelik incelemeleri ve renk algısını gerçekleştiren koni hücrelerinin fonksiyonunu açıklaması ve Helmholtz’un buna dayalı olarak geliştirdiği renk teorisine kadar var olan teoriler; renk, renk karışımları ve ışıkla ilgili olarak açık-koyu değerlerinin gösterilmesinden ibaret ve yetersiz bulunmaktaydı. Helmholtz, özellikle Newton’un da ortaya koyduğu rengin, fizik deneylerinin sağladığı katkılarla üç renkli kuramını ortaya konulmuştur (Seylan, 2005).

1666 yılında Isaac Newton tarafından, camdan prizmayla karanlık bir odada keşfedilen ışığın dalga boylarına bölünerek kırılması, bu konudaki çalışma ve araştırmalara katkıda bulunmuştur. Newton araştırmasında, karanlık bir odaya küçük bir delikten tek bir güneş ışığına eşdeğer ince bir ışık demeti sızmasını sağlamış ve bu ışığı bir üçgen prizmadan geçirerek beyaz ışığı güneş tayfı renklerine ayırmıştır. Sonrasında ise tamamlayıcı renkleri ve renk karışımlarını gösteren bir renk çemberi geliştirilmiştir. Bu alanda Itten de üç ana renk olan, cyan (mavi), magenta (kırmızı) ve sarıdan yola çıkarak renk çemberini ortaya koymuştur. Yine bu çemberden yola çıkarak, tamamlayıcı renkleri ikili renk kombinasyonlarının uyumu olarak, çoklu kombinasyonları ise geometrik şekillerle özdeşleştirerek tanımlamıştır. Uyum içinde ki üçlü kombinasyonları eşkenar üçgenle, dörtlüleri kare ile, beşlileri beş kenarla ve altılı kombinasyonları ise altıgen üzerinden görsellemiştir (Akt: Koloğlu, 2003).

3.2.2.3. Işığın Emilmesi ve Yansıtılması

Çevremizde gördüğümüz tüm objeler, aldıkları ışığı yansıttıkları için görünmektedirler. Güneşten yansıyan ışınlar ilk olarak beyaz renkli olarak algılanmaktadır. Bazı ışık ışınları emildiğinde, bazıları ise yansıdığında renk olarak görünür. Çevremizdeki her şeyin rengi, renk

27

ışıklarının emilmesine ve yansımasına bağlı olarak değişmektedir. Çevremizdeki objelerden gözümüze ulaşan renk farklılıkları da bundan kaynaklanmaktadır (Ketenci ve Bilgili, 2006).

3.2.2.4. Renk Karışımları

Yong-Helmhotz teorisinde deneysel olarak tüm renklerin üç farklı renkten oluştuğu sonucuna varmıştır. Günümüzde televizyondan bilgisayar teknolojisine tüm görüntüleme sistemlerinin çalışma prensipleri RGB (Red-Green-Blue / Kırmızı- Yeşil-Koyu Mavi) olarak da bilinen ışık renk teorisine dayanmaktadır. Kırmızı, yeşil ve koyu mavi ışık kaynaklarından yansıtma yapılarak çakıştırıldığında mavi ve yeşil ışınların karışımı siyan mavisini, kırmızı ve koyu mavi ışınların karışımı macentayı, kırmızı ve yeşil ışınların karışımı sarıyı, her üç rengin karışımı ise beyaz ışığı oluşturmaktadır” (Seylan,2005, s.48-52).

Beyaz ışık, tüm renklerin toplamı olmakla birlikte bu durum boya renkleri için geçerli değildir. Işık ve pigmentlerin bir cisme renk verişinde farklılık görülebilir. Işık renklerinde olduğu gibi pigment renklerini birbirine karıştırarak açık renkler elde edilemediği bilinmektedir. Bu nedenle Parramon (1991)’ın çalışmasında, Işık tarafından oluşturulan renk etkilerini başarılı bir şekilde pigmentlerle boyayabilmek için tayfın altı renginin gerekli olduğunu ve bunun da ancak ışığın ikinci renklerini boyaların birincil rengi ve ışığın birincil renklerini boyaların ikincil rengi olarak almakla mümkün olabileceğini söylemektedir (Seylan, 2005, s.15).