• Sonuç bulunamadı

Sosyal ve Ekonomik Yönleri

3- Tımar Kurumunun Gerilemesi

Osmanlı toprak düzeninde daha 16. yüzyıldan başlayarak kendini duyuran ve belki de çok daha önce başlayan ciddi rahatsızlıklar meydana gelmişti. Bazı devlet memurlarıyla bir kısım reayanın zenginleşmesi hukuk kurallarını az etkisiz bırakarak, toprakla özel mülkiyet eğiliminin güçlenmesi, tefecilik vb. gibi çeşitli yollardan bir sermaye birikiminin ortaya çıkması ve bir kısım reayanın da topraklarını terketmek mecburiyetinde kalması, prekapitalist düzeni temellerinden sarsan, ama daha ileri bir toplumsal kuruluşa geçiş olanaklarını bağrında taşıyan bir değişimdir (Avcıoğlu, 37). Ekonomik karışıklık, kent çevresinin dışında, doğrudan doğruya düzenin büyük kurumlarını yani tımar ve kapıkulu kurumlarını etkileyecek biçimde yayılır.

Tımar kurumu bir yandan hem demografik hem de ekonomik evrimin saldırısına uğrar, öte yandan ise merkezi yönetimin tasasızlığına olduğu kadar sömürüsüne de boyun eğmek zorunda kalır.

Akdeniz havzasının geri kalan bölümünde olduğu gibi Anadolu’da da bütün 16. yüzyıl boyunca nüfus artar. Diyarbakır ilinin nüfusu 1528’le 1548 yılı arasında %64 oranında bir artma gösterir. Daha güneyde Şam için bu oran %63’tür. Ve Kanuni Sultan Süleyman’ın tahta çıkışından (1520) yüzyıl sonlarına kadar ülkenin tümünde ortalama %60’lık bir nüfus artışı var sayılır. Bu artış tımar kurumu üzerinde çifte bir etki gösterir. Hem reaya düzeyinde hem de sipahiler düzeyinde çifte bir etki gösterir. 16 yüzyılda ise koşullar ister istemez iyice kötüye gitti ve bunun bir topraksız köylüler yığını doğmasında katkısı oldu.

Ama çift topraklarındaki bölünüp küçülmenin yanı sıra, aynı demografik nedenler yüzünden tımarlarda da bir parçalanıp bölünmeye tanık oluruz. Bu da giderek sipahi sınıfının yoksullaşmasını getirir. Mali sistemin niteliğiyle tamamlanan bir yoksullaşma.

15. yüzyılın ortalarında, florinin 40 akçe ettiği bir dönemde saptanan olağan vergiler, florin 120 akçeye yükseldiğinde de aynı kaldı. Böylece rantının aşağı yukarı %50 kadarını nakdi olarak alan sipahi bir de topraklarının daralması sonucu, gelirinde bir düşmeyle karşı karşıya bulunuyordu. Sipahiye felaket getiren bu durum doğrudan doğruya devletçe toplanan olağanüstü vergiler yüzünden reaya için de öyle sanıldığı gibi elverişli değildi (Yerasimos, 235).

4-Sipahilerin Gerilemesi

Bitmez tükenmez savaşlara sürüklenen Osmanlı İmparatorluğu için sipahiler ordusunun gitgide daha ele avuca sığmaz bir araç durumuna geldiği bir gerçektir. Kabile örgütlenmesinin bir kalıntısı olan kısmen onun tarafından kabul ettirilen bu sistem, Avrupa’nın büyük oluşumlarıyla hep göğüs göğüse gelmeye hazır tutulan bir imparatorluk ordusunun gereklilikleriyle zor bağdaşabiliyordu. Her yıl daha uzağa kayan askeri harekat alanları karşısında, yurdun dört köşesinden gelen güçlerin bir araya toplanması gitgide zorlaşıyordu. Ama, asıl büyük engel, yeni tekniklerle ve hele silahlarla sürekli eğitim yapabilme olanaksızlığından doğuyordu. Ancak kışlada her an silah başına çağrılmaya hazır bir ordu buna olanak sağlayabilirdi. Osmanlıların savaş alanlarındaki ve müstahkem mevki kuşatmalarındaki başarıları, ağır topçuyu büyük ölçüde kullanmalarına bağlı olduğu gibi 16. yüzyıldan başlayarak Avrupa’da da ateşli silahların piyade birlikleri içinde yaygınlaşmış olması dengeyi çok kez Batılılardan yana kaydırıyordu. Osmanlılar bazı yeniçeri birliklerini tüfekle donatarak aynı yolu izledilerse de, sipahiler ve öteki yardımcı güçler için bu mümkün olamamaktaydı. Nitekim, Avusturya üzerine yapılan akınlar sırasında bütün akıncı birlikleri kendilerinden sayıca çok daha az ama tüfeklerle donatılmış Alman güçlerince yok edilince, Osmanlı devlet yetkilileri ilk fırsatta bu işe çözüm bulmaya karar verdiler. Ama yeni teknolojiye ayak uydurmak o kadar da kolay olmadı ve gelen yeni silahları ordunun benimsemesi oldukça zaman alırken çoğu zaman da eğitimsizlikten bu silahlar hasar gördü (Yerasimos, 237).

“Bir sosyal sınıfın anlayış biçimi ve buna ek olarak pratik sorunlar, tımarlı birliklerin modernleşmesini engelledi. Yeniçeriler ilerlemenin ve etkinliğin uç noktasındayken, sipahiler eskiye dönüklüğü bunun karşıtını yaratıyordu. Böylece toprak rantının doğrudan doğruya devlet eliyle kaldırılması, her şeyden önce bu aykırılığın açık seçik kılınmasıydı ve bu maddi kaynakların çok büyük bir bölümü durmadan büyüyen kapıkulları kitlesinin maaşlarını ödemekte kullanılıyordu. 1526-1563 yıllarında maaşlı ordunun tümü 41,479 kişiydi ve bunlar yılda 122,300.000 akçe tutarında maaş alıyordu. 1546 yılında bu sayılar 48,316 kişi ve 126,400.000 akçeye; 1588-1589 yılında 64,425 kişi ve 178,200.000 akçeye; 1595 yılında 81,870 kişi ve 251,000.000 akçeye; 1609 yılında 91,203 kişi ve 310,833.000 akçeye ulaştı. Bu sayılarda, üzerinde durulmaya değer iki konu vardır. Birincisi, paranın devalüasyonunu göz önüne aldığımızda, maaşlar kişi sayısıyla aynı oranda artmıyormuş gibi geliyorsa da

kapıkullarının tımarlara el koyma olayı epey ileri bir düzeye varmış olduğundan alınan ücreti tek bu maaştan ibaret saymamak gerekir. İkincisi, kapıkulu sayısındaki bu şişkinliği yalnızca maaşlı (ulufeli) orduyu pekiştirmek isteğiyle ifade etmek çok yetersiz kalır. Aslında bu, sistemi çözülmeye götürecek olan ve daha ileride sözünü edeceğimiz yabancı öğelerin kapıkulu bünyesine girdiğini gösterir” (Yerasimos, 237).

16. yüzyılın sonuna doğru beliren yeni siyasal ve ekonomik ortamda kapıkullarının sayısının süratle arttığı görülüyordu.Bu onların ülke çapında da ekonomik çıkarlar sağladığını göstermekteydi. “17. yüzyıla girerken padişah hazinesinin gelirleri arttığı halde, çok sayıda kapıkulunun ve paralı asker olan sekbanların ücretlerini ödemek kolay değildi” (Kunt, 2009, 27). Kapıkulu ocaklarının sayıca bu artışlarına koşut olarak, onların devletten istedikleri çıkarlar da artmıştır. Sayılarının artması, ödenen maaş toplamının salt bu nedenle artmasını gerektirdiği gibi, kapıkulları kendilerine fazladan da çıkarlar ister olmaya başlamışlardır. Bunlara ödenen para vergilendirme yolu ile halktan toplanan paradır. Bu nedenle kapıkulları bu yolla da halkın sömürülmesinden paylarına düşeni fazlası ile almışlardır. “Böylece ulufeli askerler çoğaldığı gibi ulufeli adamlar da çoğalınca, devlet hazinesi altından kalkılmaz, sıkıntı içinde karşılık bulmak için miri tekalifi arttırıp mülk ve yerleşmiş insanların imar işleri ile ilerlemeleri ve zenginleşmeleri esasına dayanmayan vergi artışı ise, halka zulüm ve baskıdan başka birşey değildi. Bu da memleketin harab ve ahalinin bitap olmasına sebep oldu”(Yetkin, 1984, 187).

17. yüzyılın başlarından itibaren merkezi devletin vergi gelirlerinin daha fazla bir bölümünü nakit olarak toplayarak merkezde daha büyük ve daimi bir ordu oluşturma çabaları, tımar düzeninin tasfiyesine ve vergilerin giderek iltizam yoluyla toplanmasına yol açtı. Taşrada ayanlar vergi gelirlerinin önemli bir bölümüne el koyarak güçlendiler. Bu dönemde mali merkezileşmenin gerçekleşmediği ama bunun yerine, merkez ve yerel elitler arasında vergi gelirlerinin paylaşımı üzerinden yeni bir ilişkinin kurulduğuna ve bunun imparatorluğu bir arada tuttuğuna inanılmakta, 17. ve 18. yüzyıllarda ayanlar savaş dönemlerinde orduya asker yollayarak merkezi hazine gelirlerine yansımayan katkılar yapmayı sürdürdüler. Bu dönemde devlet iç borçlanma, tağşişler ve servetlerin müsaderesi gibi yöntemlerle savaşlar için ek finansman sağlamaya çabaladı. Ancak bu yöntemlerin ekonomi üzerinde çok olumsuz etkileri oldu. Ortaya çıkan bu ademi merkeziyetçi finansman modeli ordunun disiplin, eğitim ve taktik kapasitesini de büyük ölçüde sınırladı (Karaman&Pamuk, 2009, 27-28).

5-Toprağın Gaspedilmesi

Avcıoğlu (1976, 16) Türkiye’nin düzeni adlı kitabında 15. yüzyıllardaki Türk toplumu, Asya Üretim Tarzı taraflılarının ileri sürdükleri gibi gerçekten evrime çok az elverişli ve “Asya’nın binlerce yıllık durgunluğuna mahkum” bir düzene

sahip olunup olunmadığını soruşturmaktadır. Ona göre Osmanlı düzeninin Batı’dakinden pek farklı olduğu söylenemez. Her ikisinde de üretim güçleri, toprağın ufak ölçüde ve ilkel olarak işlenmesi olanağına dayanır. Üretim Pazar içinde olmaktan çok, kişisel ihtiyaçlar için ve köylü ailesinin ekip biçtiği ufak işletmelerde yapılmaktadır. Bu ufak işletmeye Türk çiftçisi tapuyla tasarruf etmekte ve tasarruf hakkı, çocuklarına da geçmektedir. Yani Asya tipinden farklı ve özel mülkiyete hayli yaklaşmış bir tasarruf sözkonusudur. Hatta köylü, bağ, bahçe, değirmen vb.’ye Roma Hukuku’nun mülkiyet anlayışına uygun biçimde sahiptir. Sipahi tarafından verilen tapu ile belli bir çiftliğe tasarruf edebilen ve çeşitli mülk edinebilen köylü, köy topluluğuna karşı oldukça bağımsızlaşmıştır. Asya Üretim Tarzı’nda yalnızca köy topluluğu vardır, birey ancak bu topluluğun mensubu olarak mevcuttur. Türk köyünde ise, kamucu özelliklerin yanı sıra, bireyci özellik hayli gelişmiştir. Ne var ki, üretim güçlerinin ulaştığı düzey, Batı ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de de, köylünün tam olarak özgürlüğüne imkan vermektedir. Köylünün toprağa bağlılığı esastır. Toprağa bağlılık, ekonomik baskının dışında, ekonomik olmayan çeşitli zorlama tedbirlerle sağlanmaktadır. Bu bakımdan, Avrupa’nın “serf” ile Türkiye’deki “reaya” arasında fazla bir fark olmasa gerektir. Servaj, Avrupa’da hayli farklılıklar gösteren bir sistemdir. Toprağı işleyen köylünün hakları, kölelik ve hür köylü sınırları arasında büyük bir çeşitlilik göstermektedir. Servajın temel özelliği toprağa bağlılıktır. Serf gibi reaya da toprağa bağlıdır. Serfin de, reayanın da ürettiği ürünün bir kısmı, “arazi sahibi” tarafından alınmaktadır. Yani sömürüye dayanan sınırlı bir düzen söz konusudur. Ürünün bir kısmına el koyan bu “arazi sahibi”nin Avrupa’da senyör, Türkiye’de devlet ve devletin temsilcileri olması, üretim tarzının bu karakterini değiştirmez. Nitekim “aynı iktisadi temeller, sayısız ve çeşitli ampirik durumlara, tabii çevreye, ırk ilişkilerine, dış tarihi tesirlere vb. bağlı olarak zahiren sonsuz farklılaşma ve değişmeler gösterir diye Avcıoğlu kitabında bizleri bilgilendirmektedir (16-17).

Yerasimos “Az Gelişmişlik sürecinde Türkiye” adlı eserinde toprağın gaspedilmesini birbirinden farklı iki kategori durumunda belirtir. Biri tımarın biçimini ya da görünümünü korur, öteki ise onu toptan dönüşüme uğratır. Ona göre İkinci kategoriyi kendi içinde ayrıca iki tipe ayırabiliriz; tımarın, malikane ve özellikle vakıf gibi sistem içinde bilinen ve kabul edilmiş olan mülkiyet biçimlerine dönüşümü, bir de tümüyle yeni mülkiyet biçimlerine girişi.

Birinci tip, resmi ya da resmileştirilmiş yollardan oluşur. Çok kez hükümdar büyük devlet görevlilerinden birine, genellikle de vezir-i azamına tam müldar büyük devlet görevlilerinden birine, tam mülkiyet halinde toprak bağışlar. Müsaderesini ve Devlet’e dönüşünü önlemek için bu gibi topraklar vakfa dönüştürülür. Bazen hükümdarın Devlet’e ait bir toprağın vakıf haline getirilmesine doğrudan doğruya izin verdiği de olur. Bu vakıf türü Şeriat’a göre “gayri sahih” sayılsa bile gene de öteki vakıflar kadar fiili ve temellidir. Bu arazi temliklerinden devlete gelen zararın 17. yüzyıl ortalarında 40-50 bin kişilik bir

ordunun yıllık ulufesine eşit olduğu söylenir. Bu tarzda bırakılan topraklar çok kez padişah haslarına (havass-ı hümayun) aittir. Doğrudan doğruya veya vakıf aracılığıyla bunlardan yararlananlar ise, ya Devlet’i yolarak ya da uluslararsı büyük ticaret yoluyla zenginleşmiş yüksek devlet görevlileri ve onların soyu sopudur. Büyük yükümlülüklerin hala birinci kuşaktan kapıkullarına yani sarayda ya da kışlada yetiştirilmiş kullara düştüğü böyle bir çağda, bunların soyundan gelenler hem yönetsel görevlere hem de ticaretle uğraşan ulema kategorisiyle bütünleşir. İşte genel olarak bu ulema kategorisi, tımarların yukarıda andığımız ikinci tip değişikliğe uğramasından yani “çiftlik”e dönüşmesinden yararlanan başlıca öğelerden biri durumuna gelir. Çeşitli aşamalarda yararlanıcıları bulunan tımar düzeninin, basit ve saf tam mülkiyet halinde bir tarım işletmeciliğine dönüşmesi demek olan “çiftlik”, tefecilik sorununa bağlıdır. Onun için “çiftlik” düzeninin yararlanıcılarını, öteki kategoriler hepten dışarıda tutulmasa bile, asıl nakit para sahipleri arasında yani ulema ve ulufeli ordu mensupları içinde aramak gerekir. Vergilendirmenin 16. yüzyılın ikinci yarısında aldığı nitelik, çiftlik resminin ilkbaharda ödenmesi gibi reayaya pek de uygun düşmeyen öteki adetlere ve bu yüzyıl boyunca daha ciddi bir durum alan müzmin para darlığıyla birleşince tefeciliği kaçınılmaz duruma soktu. Dini yasalar en çok %15’lik bir faiz sınırına izin verirken, bu hiçbir zaman %30’un altına düşmemiş, uygulamada ortalama %60 olmuştur. Yüzyılın sonlarına doğru faiz sınırı yükseldikçe yükselir. 1602 yılında Tokat’ta ayda %30 faizle borç para veren yeniçerilerden hatta acemi oğlanlardan söz edilir (Yerasimos, 238-239).

Tefecilik ikili yolla uygulanır: Birincisi borç para vererek, ikincisi tarımsal üretimi hasattan önce satın alarak. 1565 yılında Mora sancakbeyine gönderilen bir buyrukta, ürünü önceden satın alıp sonra reayaya yeniden satan, bu yolla birkaç yılda %1000 kar sağlayanlardan söz edilir (Yerasimos, 239).

Tımarın bu köklü dönüşümünden ayrı olarak bir de biçimin az ya da çok bozularak varlığını sürdürdüğü birçok durumlar vardır. Burada söz konusu olan, reayanın durumu hep aynı temeller üzerinde yönetilir kalırken, tımarın varlık nedeni olan sipahinin ortadan kalkışıdır. En işlerlik kazanan durum, tımarların yeniçerilere ya da askerlikle uzak yakın hiçbir ilişkisi olmayan kişilere verilmesidir. Bunun yanı sıra yönetsel aygıtta yüksek mevki sahibi kişiler, genellikle de bu alanın çok yakınında yer alan sancakbeyleriyle beylerbeyleri, birçok toprak biriminden bir arada yararlanmak amacıyla tımarları sipahilikle hiçbir ilgisi olmayan ve zaten bu durumdan yararlanmayan itibari kişilere bırakırlar. “Beylerbeyiler ve sancakbeylerinde ve vüzera ağalarında ve müteferrika ve çavuş ve küttab zümrelerinde ve dilsiz ve cüce taifesinde ve nüdemal padişahide ve bölük halkının ekabirinde nice tımar ve zeametler olub kimi hizmetkarları üzerine ve kimi azadsız kulları üzerine berat ettirmişlerdir. Nam ademlerin mahuslun kendileri yeyüb, içlerinde adem vardır ki yirmi otuz, belki kırk elli miktarı zeamet ve tımarı bu tarik ile olup, masulün kendüler

ekleddüp sefer-i humayun vaki oldukça yoklamada mevcut olsun deyü bir iki bin akçe harçlık verüb, cübbe ve cevşan yerine aba, kebe giydürüp, birer semerli beygir ile sefere gönderüb, kendiler evlerinde zevk-ü safa ve seyr-ü sohbette olub alem harab olsa aynlerine almazlar, ve iyazen billah dünyayı düşman alsa sefer nedir bilemzler (Yerasimos, 239). Avcıoğlu da “Türkiye’nin Düzeni-1-” adlı eserinde (1976) yalnız sipahilerin değil, İstanbul ve taşradaki devlet memurlarının, hatta kadı ve müderris gibi din adamlarının, hiç değilse XVI. yüzyılın başlarından itibaren çiftlikler edindiklerini, köylerde kendi hesaplarına işlettikleri arazileri genişlettiklerini, geniş ölçüde hayvancılık için mer’aların elverişli yerlerinde mandıralar kurduklarını belirtmektedir (27). Yine aynı eserinde (Türkiye’nin Düzeni Birinci Kitap) ”Tımar sisteminin 16. yüzyılda “miri arazi rejiminin esas prensiplerinin dayanağı olan tımar sistemi, bünye ve mahiyeti itibarıyle, büyük bir gevşeme ve dağılma yoluna girmiştir” diye yazıyor. Avcıoğlu’na göre bu çiftlikler, tarım alanında, rüşeym halinde ilk kapitalist işletmeler sayılabilir.

Halktan Gelen Tepkiler

Kanuni zamanından deniz üstünlüğü sağlama çabaları başarısız kalmış, sömürgelerin altın ve gümüşü ile zenginleşen Batı devletleri, artık, ateşli silahlarla donatılmış profesyonel ordular beslerken en üstün güce erişmişlerdir. Ardı kesilmeyen ve imparatorluğun coğrafi yeri dolayısıyla uzun ve pahalı seferler, devletin para sıkıntısını artırmaktaydı. Savaş üstünlüğünü yitiren merkez ordusu, iç politikada önemli bir gerici güç haline gelme yoluna girmişti. Devlet giderleri artarken vergi sistemi, gelirlerin yükselen fiyatları izlemesine pek az imkan verdiğinden devletin sıkıntısı artmıştır. Hazine sıkıntısı artık, para tağşisi (devalüasyon) yoluyla giderilebilecek gibi değildir. Para sıkıntısını gidermek için başvurulan yeni tedbirler ise, köylünün ve taşradaki resmi kimlikli kişilerin hoşnutsuzluğunu körüklemiş ve toprak düzenini altüst etmiştir. Tasarruf amacıyla, Hazineden aylık alan kapıkullarının bazılarına tımar ve zeamet verilmesi, has ve tımar sahipleri elindeki arazinin bir kısmının ifraz yoluyla Hazine’ye maledilmesi, memurlukların yüksek harç ve rüşvetle satılması, vergi toplama işini iltizama bırakma yoluna gidilmesi, birçok sipahinin dirliğinin geri alınması vb. gibi tedbirler, başta sipahiler, hoşnut olmayan bir memur kitlesi yaratmıştır. Bu tedbirler kadar, fiyat yükselmeleri dolayısıyla da reel gelirleri düşen has sahiplerinin yavaş yavaş yerini alan mültezim sürekli bir görev yüklenmediği ve yatırdığı parayı bir an önce çıkarma endişesi taşıyan bir kapkaççı ve vurguncu olduğu için, köylüyü insafsızca sömürmüştür (Avcıoğlu, 1976, 58-59). Yerasimos da olayı şu şekilde anlatmaktadır:

“Sömürücü kategoriler üç küme çevresinde kutuplaşır: Ulema ve genel olarak taşra kent burjuvazisi: eyalet yönetiminin yüksek kademesi ve kapıkulu ordusu Birinci kümenin başında, servetleri gibi görevlerini de güçlerini artırmakta kullanabilecek olan kadı ve müderrisler bulunur. Ulema sınıfının koruyucuları ve

genellikle kentli olmaları yüzünden, bunlar sancakbeyleri ve subaşılarla sürekli bir karşıtlık içindedir. Sancakbeylerinin sancağın askeri komutanına, subaşıların ise kentin yöneticisi olarak kadı’nın sivil yetki alanına bağımlı bulunmaları normaldir. Ama kişisel çıkarlar için mücadele edildiği böyle bir çağda, asıl önemli olan askeri sınıftan olanlardır. Kadıların başkente gönderdiği raporlar bunlara ait yakınmalarla doludur. Ama onlar kadılara karşı kaba güce bile başvurmaktan çekinmezler. Taşraya gelen ve her üç ayda bir verilen maaşları sayesinde ellerinde nakit para bulunan yeniçerilere gelince, bunlar ticarete ve tefeciliğe atılarak sömürücülerin üçüncü kanadını oluştururlar.

Bu çağdaş koşulların zararına işlediği kategoriler, tabii ki reaya ve sıradan sipahilerdir. Tımarın yıkılmaya yüz tutması en çok bu iki kategoriye zarar verir.

Tımar kurumunun gerilemesine yol açan nedenler bir topraksız reaya kitlesi, yani toprağa bağlanıp kalmak gibi bir zorunluluğu olmayan hareketli bir kitle yaratır. Bu kitleye bir de, vergilerini ödemeye gücü olmayan, açlık, eşkiyanın ya da devlet memurlarının çapulculuğu gibi çeşitli nedenlerden ötürü toprağını terketmek zorunda kalan “çift bozan”ları da eklemek gerekir”. (Yerasimos, 240)

Yerasimos’a göre topraktan bu kopuşun asıl nedenleri, kır cemaati çerçevesi içinde beliren ekonomik buhranlardan ileri gelir. İtilim halinde ve bir yerde tutunup durulamayan bir hareketlilik, köyde kısmen ya da toptan bir çözülmeyi doğurur. Bunda, ondokuzuncu yüzyıl Batı Avrupası’nda sanayileşmeye bağlı olarak ortaya çıkan kırlardan göç olayında olduğu gibi dıştaki bir çekim merkezi de söz konusu değildir.(Yerasimos, 240)

Ayaklanmalarda Mezhep ve Din Faktörü

I. Selim ile birlikte, din, başka bir deyişle sünnilik, adeta devletin resmi bir ideolojisi durumuna geldi ve imparatorluğun üst yapı kurumlarından en kapsamlısı olarak güçlü bir varlık kazanmıştır.

Bu ideolojinin en coşkun savunucuları ise, çoğunlukla, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki dönme yöneticiler olmuştur. Osmanlı Devleti içinde onları devlete bağlayan tek şey, kişisel çıkarlarıydı. Daha önce de gördüğümüz gibi yüksek mevkilerde bulunan üst devlet görevlileri devletin olanaklarını kullanarak birçok zenginlikler elde etmişler ve kişişsel zenginliklerini artırmışlardı. Bunların kişisel çıkarlarına ise, en uygun gelen ideoloji, ister istemez sünni Osmanlı Devleti ideolojisi olacaktı. Şunu unutmamak gerekir ki, din sonradan insan bilincinde yer eder; etnik özellikler ise o etnik grup içinde doğuştan başlayarak gelişir. Öte yandan bu dönme grup, kendini Türk olarak göremezdi ama çeşitli etnik unsurlardan oluşan bu bütünü anlatan “Osmanlı” olarak bu devlet içinde ayrıcalıklı bir yer tutmaktaydı. Gerçi I. Selim’in kendisi dönmelere karşıydı, ancak daha da gelişmesine yol açtığı Türk düşmanlığı en başta, imparatorluğu tümüyle ellerine geçirmek isteyen dönmelerin işine yaramıştır (Yetkin, Eylül 1984, 127).

Anadoluda gelişen şiilik merkezi devletin de zayıflaması ve halk çoğunluğunun da ezilmesi üzerine ezilenlerin sığındığı bir ideoloji olur. Düzenden kopan ve onun tarafından özümlenemez duruma gelen bu kitle, herşeyi kendine çekecek ve en sonunda bütünü yıkacak olan bir çığın ilk çekirdeğini oluşturur. Yüzyıl başındaki Şiilik hareketi, göçebe aşiretlerle Orta ve