• Sonuç bulunamadı

Hidrokarbon Zenginliklerinin Adadaki Sorunun Çözümüne Muhtemel Etkileri

Ulvi KESER*

Gökhan AK**

Giriş

Türkiye ve KKTC’nin mavi vatanlarından olan Doğu Akdeniz, her iki ülkenin de üç kadim kıtanın orta yerinde, özellikle Orta Doğu’ya açılan bir deniz kapısıdır. Bu kapıyı da Kıbrıs adası, bir hançer gibi zorlar, ürkütür, hatta tehdit eder. Dolayısıyla, aşk tanrıçası Kipris’in diyarı Kıbrıs, uluslararası ilişkiler dünyasında yırtıcı bir kuştur aslında. Adanın stratejik önemi, özellikle soğuk savaşın ertesinde, uluslararası alanda ve bölgede meydana gelen hızlı politik-ekonomik gelişme ve değişimler nedeniyle daha da artmaktadır. Bu bağlamda özellikle, GKRY’nin İsrail’i de yanına çekerek Doğu Akdeniz’de sözde Münhasır Ekonomik Bölgesi (MEB)’nde tek taraflı girişimlerle hidrokarbon zenginliklerini arama faaliyetleri gibi uluslararası hukuka aykırı eylemlere kalkışması, Türkiye’nin Kıbrıs özelinde Doğu Akdeniz’e bambaşka bir dikkat, önem ve özen göstermesini gerekli kılmaktadır. Zira bugün Doğu Akdeniz’de yaşanan sondaj krizi ve benzeri sorunların temelinde, GKRY ve Yunanistan’ın Doğu Akdeniz’deki deniz alanlarının hepsini, uluslararası hukuka aykırı olarak sahiplenmek istemeleri yatmaktadır. Doğu Akdeniz’in tabanının altında mali değeri oldukça yüksek hidrokarbon zenginlikleri bulunmaktadır. Bu da Güney Kıbrıslı Rumları hayli iştahlandırmakta ve bölgedeki diğer devletlerle deniz yetki sınırlandırmasına yönelik hukuki faaliyetler içerisine girmelerine sebep olmaktadır. GKRY’nin tek başına bu faaliyetlere girişme yetkisi bulunmamaktadır. Adada GKRY tarafından temsil edilmeyen bir başka halk, Kıbrıs Türk halkı ve onun devleti olan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti mevcuttur. Dolayısıyla ada çevresindeki zengin deniz-dibi kaynakları ile ortaya çıkan yeni menfaat yumağının, Kıbrıs uyuşmazlığının denize de yayılmasına sebebiyet verdiği aşikârdır. Bu bağlamda bu tebliğde bu sualtı zenginliklerinden tek taraflı tasarruflarla yararlanmaya çalışan Güney Kıbrıslı Rumların, Kıbrıs görüşmelerinde takınabileceği yeni tavır ve bu çerçevede Rumların daha uzlaşmaz olup olmayacağı temelinde, gelişmelerin Kıbrıs sorunun da çözümüne muhtemel etkileri üzerine bir inceleme ve analiz yapılmıştır.

Mavi Vatan Kavramı

Konuyla ilgili olarak Türkiye ile KKTC’nin ulusal güvenlikleri bağlamında Doğu Akdeniz ve Kıbrıs’ın jeostratejik ve jeopolitik önemi ile deniz hukuku kapsamında Doğu Akdeniz’deki gelişmeler, bunlar bağlamında neler yapılabilir şeklindeki sorulara cevap aramadan önce, çevre denizlerimize ilişkin hayli önemli ve ilginç gelişmeler neden Doğu Akdeniz’de oluyor, öncelikle kısaca bunun bir ön resminin çekilmesi gerekir ki konu daha aydınlık bir mecrada yola koyulabilsin. Bu nedenle Doğu Akdeniz’de son 10 yıldır daha yoğun olarak yaşanan deniz hukuku kaynaklı sorunları daha iyi çözümleyebilmek kapsamında konuyla ilgili yeni perspektifler sunmak, konunun ulusal çıkarlar açısından önemine vurgu yapmak maksadıyla, değişik, ama çok önemli yeni bir pencere açmakta yarar görülmektedir. Bu pencere içinde aslında bilinen, ama üzerinde pek düşünülmeyen bir soru barındırmaktadır. Bu bağlamda, öncelikle “Vatan nedir, neresidir?” şeklindeki ‘klasik soru’nun bir kez daha sorgulanmasının uygun olacağı düşünülmektedir. Zira hemen hemen herkes vatanını kara sınırlarının içerisinde kalan topraklar olarak değerlendirir. (Bkz. Harita-1) Hâlbuki bu özellikle uluslararası politika ve uluslararası ilişkiler çalışanları için önemli bir yanılsamadır. Çünkü bu vatan zahiridir. Zira vatan sadece karasal mekânlar değildir. İç sularımıza ilaveten, karasularımız, kıta sahanlığımız ve münhasır ekonomik bölgemizde vatanımızdır; ismi de ‘Mavi Vatan’dır. (Bkz. Harita-2) Bu kavram biraz daha açılacak olursa, bilindiği üzere, uluslararası hukuka göre bir devletin ülkesi; kara, deniz ve hava ülkelerinden oluşmaktadır. Bu kara ülkesi her insanın eğitim hayatına başladığından bu yana her daim öğrendiği, bildiği coğrafi alandır. Ama deniz ülkesi ve hava ülkesi çok değişiktir. Uluslararası hukukun mekânsal kurallarına göre, uluslararası deniz ve hava alanlarını oluşturmakla birlikte devletler kıyı devleti olarak deniz ve hava ülkelerinde de belirli birtakım egemen haklara sahiptir. Eğer egemenlik gösterisi yapabiliyorsanız, uygulayabiliyorsanız, o zaman buralar da bir yerde vatandır, vatanımızdır, ama Mavi Vatan’dır.

Doğu Akdeniz ve Kıbrıs’ın Jeostratejik ve Jeopolitik Önemi

Bu mavi vatanlardan biri olan Doğu Akdeniz, Türkiye’nin Ortadoğu’ya açılan bir deniz kapısıdır adeta… Bu kapıyı da Kıbrıs adası, bir hançer misali zorlar, ürkütür, hatta tehdit eder. Aşk tanrıçası Kipris’in diyarı Kıbrıs, uluslararası ilişkiler dünyasında yırtıcı bir kuştur aslında. Akdeniz’deki en önemli ‘düğüm noktaları’ olan Cebelitarık Boğazı, Sicilya Kanalı, Türk Boğazları ve Süveyş Kanalı gibi dar deniz geçitlerini kullanan ve enerji gereksinimi nedeniyle her geçen gün artan yoğun gemi trafiği, doğal olarak Akdeniz’i stratejik yönden daha da önemli bir duruma getirmiştir. Nitekim Kıbrıs, bir ‘ada’ olarak dahi Akdeniz’de söz konusu geçitler ve boğazlar kadar stratejik bir geçittir. (Bkz. Harita-3) Dolayısıyla Kıbrıs için rahatlıkla, “Doğu Akdeniz’de gerek deniz gerek havayollarını kontrol edebilen ve hiçbir zaman batmayacak bir uçak gemisidir.”

denilebilir. (Bkz. Harita-4) Adanın stratejik önemi, özellikle soğuk savaşın ertesinde, uluslararası alanda ve bölgede meydana gelen hızlı politik-ekonomik gelişme ve değişimler nedeniyle daha da artmaktadır. Bu bağlamda;

- Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC), Kerkük-Yumurtalık ve gelecekteki Samsun-Ceyhan boru hatları gibi Türkiye’nin deniz yetki alanlarını geçmişe nazaran çok daha önemli kılan enerji projelerinin hayata geçmesi, (Bkz. Harita-5) - Türkiye-İsrail ilişkilerinin bozulması,

- GKRY’nin, İsrail’i de yanına çekerek, Doğu Akdeniz’de sözde münhasır ekonomik bölgesinde tek taraflı girişimlerle hidrokarbon zenginliklerini arama faaliyetleri gibi uluslararası hukuka aykırı eylemlere kalkışması, Türkiye’nin Kıbrıs özelinde Doğu Akdeniz’e bambaşka bir dikkat, önem ve özen göstermesini gerekli kılmıştır.

Nitekim Doğu Akdeniz’de Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) ve Kerkük-Yumurtalık boru hatlarının uzandığı İskenderun Körfezi’nin özel bir bölge olarak ortaya çıkmakta olduğu görülmektedir. Her iki boru hattı da tam kapasiteye ulaştığında bu bölgeden yılda takriben 140 milyon ton petrol küresel pazara aktarılacaktır. Böylece, İskenderun körfezinden başlayan deniz ulaştırma hatları aynı zamanda dünyanın enerji ağlarını besleyen yeni hayat damarları hâline gelecektir. Samsun-Ceyhan hattı da tamamlandığında bölgenin kapasitesi yılda takriben 190 milyon tona ulaşacaktır. Daha ilginç olan Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de Kıbrıs’la bağlantılı deniz ve hava sahası problemlerinin, Yunanistan’la Ege’de yaşadığı uluslararası hukuk temelli sorunlarla da direkt ilintili olmasıdır. Dolayısıyla Türkiye’nin denizde en güney noktasını teşkil eden Anamur’dan sadece 65 km. uzaklıkta ve Türkiye’nin ulusal güvenliğini tamamlayan hayati değerlere sahip Kıbrıs adasını etrafında son aylarda daha da alevlenen “Doğu Akdeniz’de Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılması” sorununa göz atmak uygun olacaktır. Zira bu sorun Kıbrıs’ı çevreleyen suları hayli ısıtmıştır. Çünkü Doğu Akdeniz, Türkiye’nin hem güncel, hem de çok önemli bir meselesidir ve siyasi açıdan da oldukça karışık bir coğrafya olduğu aşikârdır.

Doğu Akdeniz’de Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Gelişmeler

Doğu Akdeniz’deki sorun deniz hukukundan kaynaklandığı için, öncelikle deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin bir takım uluslararası hukuk kurallarının irdelenmesi uygun olacaktır. Bu şekilde meselenin daha anlaşılabilir olacağı değerlendirilmektedir. Kıta sahanlığı bir devletin kara ülkesinin deniz altındaki uzantısıdır. Bu uzantı üzerinde kıyı devleti ‘ab initio, ipso facto’ haklara sahiptir. Yani başından beri, kıta sahanlığına ilişkin hukuk kurallarının yürürlüğe girmesinden itibaren ilan etmeye gerek kalmaksızın haklara sahiptir. Aslında bunun net anlamı, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de kıta sahanlığı olduğudur. Bazı bölgelerde, üstte kıta sahanlığı, altında münhasır ekonomik bölge olabilir ya da kıta sahanlığı münhasır ekonomik bölgesinin dışına taşabilir.

Ancak 1982 BM Deniz Hukuku Sözleşmesi (BMDHS)’ne göre 200 deniz miline kadar kıta sahanlığının varlığı kabul edilmektedir; üzerinde de 200 deniz mili genişliğinde münhasır ekonomik bölge ilan edilmesi mümkündür. (Bkz. Harita-6) Bu tebliğ bağlamında Doğu Akdeniz’deki durumda daha çok münhasır ekonomik bölgeden söz edilmesi uygun olacaktır. Geçmiş yıllardan görüleceği üzere, muhataplarımız bu bölgede münhasır ekonomik bölge ilan etmişler ve halen de münhasır ekonomik bölge sınırlandırması yapmaktadırlar. Doğu Akdeniz’de karşılıklı hiçbir sahil arasındaki mesafe 400 deniz miline ulaşmamaktadır. Bu kapsamda, özellikle Anadolu kıyılarıyla Mısır kıyıları arasında mesafe de hiçbir yerde 400 deniz miline ulaşmamaktadır. Diğer bir deyişle her durumda devletlerin kıta sahanlıkları, münhasır ekonomik bölgeleri birbirinin üstüne binecektir. Dolayısıyla sınırlandırmaya ihtiyaç olacaktır ya da Doğu Akdeniz’de münhasır ekonomik bölge ve kıta sahanlığı dışında bir açık denizalanı kalmamaktadır. Bu gerçek, bölgede sınırlandırma ihtiyacını ortaya koymakta ve çarpışan menfaatlerin sebebini de açıkça ortaya koymaktadır. (Bkz. Harita-7) Bugün Doğu Akdeniz’de yaşanan sondaj krizi ve benzeri sorunların temelinde, GKRY ve Yunanistan’ın Doğu Akdeniz’deki denizlerin hepsini, uluslararası hukuka aykırı olarak sahiplenmek istemeleri yatmaktadır. Doğu Akdeniz ve özelinde Kıbrıs çevresindeki deniz alanları, hidrokarbon aramacılığı için “uyanık” bölge ülkelerine büyük bir potansiyel sunmaktadır. Örneğin, İsrail’in kaderini tümü ile değiştiren bu bağlamdaki gelişme; İsrail’in kuzey sahili açıklarında keşfedilen; Dalit (2009 / 500 Bcf), Tamar (2009 / 8.4 Tcf) ve Leviathan (2010 / 16 Tcf) doğal gaz sahaları ile yaşama geçmiştir. The U.S. Geological Survey’in Levant Baseni deniz bölgesi için yaptığı çalışma sonucunda; keşfedilmemiş olarak, ortalama 1.7 milyon varil petrol ve 122 trilyon feet küp gaz rezervinin varlığı tahmin edilmektedir. Bu kapsamda Doğu Akdeniz’de zengin hidrokarbon yataklarının varlığıyla ilgili bulguların artmasıyla birlikte1 maalesef önce GKRY inisiyatifiyle bölgede deniz yetki alanlarının sınırlandırma faaliyetleri hız kazanmıştır. Bu kapsamda, GKRY, deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasında atak, akılcı ve sinsi davranarak, üç ülke ile MEB sınırlandırma anlaşması imza etmiştir. Bunlar; 17 Şubat 2003 tarihinde Mısır, 17 Ocak 2007 tarihinde Lübnan ve son olarak da 17 Aralık 2010 tarihinde İsrail ile yapılan anlaşmalardır. Bu koordinatların hepsi ortay hatlar üzerine bina edilmiştir. (Bkz. Harita-8) GKRY, özellikle Mısır ve Lübnan ile iki MEB sınırını kendince çizdikten sonra, 26 Ocak 2007 tarihinde ise Kıbrıs adasının güneyinde, toplamı 51.000 km2 olan 13 adet petrol arama ruhsat sahası ilan etmiş,2 15 Şubat 2007 tarihinde, 2006 yılı sismik verilerine bağlı olarak, bu sahaların 11’inde bütün yabancı petrol şirketlerini davet ederek uluslararası ihale açmıştır. (Bkz. Harita-8) Bu gelişmenin stratejik bir değerlendirmeye tabi tutulması sonrasında, ne anlama geldiğinin teşhis edilmesinde yarar görülmektedir. GKRY’nin Mısır ve Lübnan ile MEB sınırlarını çizmesi sonrası, Yunanistan da Mısır’la MEB sınırlarını belirlemeye çalışmaktadır. Bunun

gerçekleşmesi halinde, Türkiye ve KKTC’ye bu bölgede pek bir denizalanı ve yaşam sahası kalmamaktadır. (Bkz. Harita-9) Bu sadece bir harita üzerinde izah edilecek bir durum olmadığından, bunu açıklayan, bunu ortaya koyan başka uygulamalar, başka ülkelerin de varlığını göstermekte büyük yarar vardır. Sevilla Üniversitesi’nde çizilmiş olan konuyla ilgili bir haritaya göre, aynı benzer durum, daha da vahim bir şekilde, yani GKRY ile Yunanistan’ın denizde komşu olmaları şeklinde tezahür etmektedir. (Bkz. Harita-10) Bu haritada öngörülen duruma göre, 140 bin km2’lik bir denizalanı olan bir deniz sahasında haritadaki uygulama marifetiyle, Türkiye bu alanın 70–80 bin km2’lik bir kısmını Yunanistan’a; bir 30-40 bin km2’si de GKRY’ye kaptırmaktadır. Türkiye’ye ise, Antalya körfezi açığında haritada görülen üçgenin içerisinde yer alan sular kalmaktadır. Bu uluslararası hukuka aykırı durum Türkiye açısından kabul edilemez bir şeydir. Bu tebliğin temel tezlerinden birisi de, işte karşımıza çıkartılan bu tablonun hukuka aykırı olduğudur. Bunun niçin hukuka aykırı olduğunu tebliğin ileriki bölümlerinde izah edilmeye çalışılacak ve bu izah yapılırken de hukuka uygun sınırlandırmanın nasıl olabileceği ortaya konulmaya çalışılacaktır; ancak bahse konu Sevilla haritası gibi daha başka benzer nitelikli haritalar da mevcuttur. Hatta bunlar bazen bizim de üyesi olmaya çalıştığımız Avrupa Birliği tarafından üretilmektedir. Bu kapsamda örneğin Avrupa Deniz Güvenliği Ajansı (EMSA) tarafından hazırlanmış bir harita, EMSA haritası ele alınabilir. (Bkz. Harita-11) Haritadan da görüleceği üzere, Avrupa Birliği’nin bir organı, aynı anlayışı yansıtmaktadır. Bir başka harita da yine Avrupa Birliği tarafından kullanılan bir harita olmakla birlikte, özellikle GKRY projesinde kullanılmaktadır. (Bkz. Harita-12) Bu; denizin uydulardan fotoğrafını çekerek, deniz kirliliği tespit edilmesi halinde, bu kirliliği önlemek için birtakım tedbirler almak üzere geliştirilmiş bir projedir. Harita kapsamında, uydunun geçerken çektiği fotoğrafladığı alanlar bizim için çok önemli değildir; ancak arka plandaki haritaya bakmak gerekiyor. Bu hukuka aykırı bir durumdur ve Türkiye için kabul edilebilecek şey değildir. “Neden hukuka aykırıdır ve hukuka uygun çözüm nasıl olmalıdır?” dendiğinde verilebilecek açıklama şu şekilde olabilir. Kıta sahanlığı sınırlandırılmasında; 1982 BMDHS, 1958 Kıta Sahanlığına Dair Sözleşme ve örf ve adet hukuku kuralları hakkaniyete uygun çözüm öngörmektedir. Yürürlükte olan uluslararası hukuk kurallarına göre kıta sahanlığı sınırı hakkaniyete uygun olarak çizilmektedir; temel prensip budur. Antlaşmalarda yer alan ortay hat ise, sınırlandırmada bir metottur, hiçbir önceliği yoktur. Başka metotlar da mevcuttur; hangi metot hakkaniyete uygun bir çözüm üretecekse o metodun uygulanması uluslararası hukuk tarafından öngörülmüştür. Ortay hat hakkaniyete uygun sonuçlar yaratabilir mi? Elbette ve hakkaniyete uygun sonuçlar yarattığı ölçüde uygulanmalıdır da; ama her durumda özellikle de şimdiye kadar ortaya konulmaya çalışılan anlayışlar çerçevesinde ortay hat hakkaniyete uygun bir sonuç yaratmamıştır. Bu sebeple, ortay hattın değiştirilmesi gerekmektedir. Daha başka metotlarla da sınırlandırma yapmaya başlanabilir. Ancak mademki

muhataplarımız ortay hattan başlamış, bizim de öyle yapmamızın daha uygun olacağı düşünülmektedir. Dolayısıyla Türkiye ile Mısır arasında çizilebilecek ortay hattın, uluslararası hukuka uygun olduğu değerlendirilmektedir. Zira Akdeniz’e hâkim iki tane uzun kıyı bulunmakta ve bir tanesi Anadolu kıyıları, alabildiğine İskenderun’dan Fethiye’ye doğru uzanmakta; aşağıda da, bu kıyıların tam karşısında Mısır kıyıları yer almaktadır. Doğu- batı istikametinde uzanan bu iki kıyı, bu denize hâkimdir ve bunların arasındaki ortay hattın sınır olması hakkaniyete uygundur. (Bkz. Harita-13)

Son Krize Nasıl Gelindi?

Meselenin can alıcı noktası ise şu şekildedir. Bu denizin tabanının altında mali değeri çok yüksek hidrokarbon zenginlikleri bulunmaktadır. Hatta bu bağlamda, başlangıçta çeşitli basın-yayın organlarında piyasa değeri takribi 7 trilyon Amerikan Doları olan 15 trilyon metreküp doğalgaz ve petrolün mevcudiyetinden bahsedilmiştir. Bu deniz altı zenginliğini Rumlar 1990’lı yıllarda öğrenmiştir. 2000 yılından itibarense konu, Kıbrıs Rum basınında geniş şekilde yer almaya başlamış; Rum yönetimi izlediği politikalar kapsamında, daha önce de değinildiği şekilde, 2003’de Mısır ile3, 2007’de Lübnan ile MEB anlaşmaları imzalamıştır. Türkiye, Lübnan’a yaptığı diplomatik baskılarla, anılan ülkenin parlamentosunun GKRY anlaşmasını onaylamasını engellemiştir. Ancak, GKRY, son olarak 17 Aralık 2010 tarihinde İsrail ile Lefkoşa’da MEB sınırlandırma anlaşması imzalamıştır. Türkiye ile KKTC, bu teşebbüslere başından itibaren karşı çıkmış; bölgede sınırlandırmanın ilgili devletler arasında hakkaniyete uygun olarak yapılması gerektiğini, GKRY’nin tek başına Kıbrıs adasını temsil etmediğini, KKTC’nin yok sayılarak yapılan anlaşmaların geçersiz olduğunu ve bunları tanımayacaklarını beyan etmektedirler. Bu kapsamda Türkiye, 2 Mart 2004 tarihinde Mısır-GKRY Anlaşmasını tanımadığını uluslararası topluma beyan ederek, BM nezdinde protesto etmiştir.4 BM’ye gönderilen metinde, 32º 16’ 18’’ Doğu boylamının batısında kalan deniz sahasında Türkiye’nin hakları olduğu ifadesi de yer almıştır. Türkiye, Doğu Akdeniz’de henüz bir MEB ilan etmemiş olmakla birlikte, muhtemel Türk MEB sınırları içerisinde yaptığı çeşitli devlet uygulamaları ile GKRY’nin bu hukuk dışı girişimlerini kabul etmediğini göstermektedir. Diğer deyişle, GKRY’nin tek başına bu antlaşmaları yapmaya yetkisi bulunmamaktadır. Adada GKRY tarafından temsil edilmeyen bir başka halk, Kıbrıs Türk halkı ve onun devleti olan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti vardır. Bu bağlamda bu meselenin, Kıbrıs uyuşmazlığının denize yayılması olduğunu söylemek hiç de yanlış olmayacaktır.5

Teklif verme süreci Ağustos 2007’de tamamlanan, Rumların açtığı uluslararası petrol/doğalgaz arama ihalesinde, bugün “Afrodit” ismiyle bilinen 12 nolu parsel için ABD şirketi Noble Energy teklif vermiş ve ihale süreci tamamlanarak, ABD firması geçtiğimiz ay içinde 19 Eylül 2011’de 12 nolu

parselde, şirkete ait Homer Ferrington adlı petrol platformu marifetiyle hidrokarbon sondaj faaliyetlerine başlamıştır. Rum basın haberlerine göre, sondaj çalışmalarının başladığı nokta Limasol'a 150 kilometre (80 deniz mili)6 mesafede olup, platforma helikopterle 45 dakikada ulaşılabilmektedir. Söz konusu bölgede su derinliği ortalama 1650 metre ve sondajın ulaşacağı toplam derinlik 5800 olacaktır. Şüphesiz Türkiye’nin bu meselede “bekle-gör” gibi bir dış politika metodu uygulama lüksü bulunmamaktadır. Zira bir Yunan gazetecinin Kıbrıs’la ilgili bir yazısında da vurguladığı gibi “Uluslararası

politikada önemli olan söylenenler değil, yapılanlardır.” Bu nedenle, yaşanan

son gelişmeler paralelinde daha aktif bir yol izlemeye karar veren Türkiye, KKTC ile New York’ta 21 Eylül 2011’de Kıta Sahanlığı Sınırlandırma Anlaşması imzalamıştır. (Bkz. Harita-14) Hemen hitamında, 22 Eylül 2011’de KKTC Bakanlar Kurulu TPAO’ya Ada çevresinde petrol arama ruhsatı vermiştir.7 Anılan ruhsata istinaden Türkiye’den talep edilen Piri Reis araştırma gemisi 23 Eylül 2011 günü KKTC’nin belirlediği yedi adet ruhsat sahasından birisi olan “G Bölgesi”nde sismik araştırma faaliyetlerine başlamıştır. (Bkz. Harita-15) Piri Reis’in bölgedeki faaliyetlerinden hedeflenen ulusal çıkarın şu şekilde olduğu değerlendirilmektedir; Rumlar, İsrail’le derin bir işbirliği halinde, Kıbrıs’ın güneyinde Kıbrıslı Türkler’in de mevcut haklarını hiçe sayarak, adeta adanın tek siyasi otoritesiymiş gibi davranmaktadır. Dolayısıyla Türkiye, Güney Kıbrıs’ın tek başına bütün Kıbrıs adına anlaşma yapma yetkisi olmadığını belirterek, bölgede Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin yaptığı kıta sahanlığı sınırlandırması anlaşmalarını tanımamaktadır.

Piri Reis’in Bölgeye Varması Sonrası Yaşanan Siyasi Gelişmeler KKTC Cumhurbaşkanı Dr. Derviş Eroğlu, BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon ile 24 Eylül 2011’de gerçekleştirdiği görüşmede tüm çalışmaların eş zamanlı olarak kapsamlı çözüme kadar askıya alınması, BM aracılıyla kurulacak üçlü bir komiteyle hidrokarbon faaliyetleri için iki tarafın yazılı rızalarının alınması, elde edilecek gelirin kapsamlı çözümdeki finansman ihtiyacı için kullanılması durumunda, hiçbir biçimde silahlanma veya benzeri faaliyetler için kullanılmaması şeklinde öneriler sunmuştur. GKRY, 26 Eylül 2011’de yaptığı açıklamada söz konusu önerileri “kabul edilemez” bulduğunu beyan etmiştir; ancak daha öncesinde ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un “Güney

Kıbrıs’ın Akdeniz’de petrol ve doğal gaz aramaya hakkının olduğu” şeklindeki

açıklaması ile GKRY tarafını destekler pozisyonda olan ABD, KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu’nun anılan önerileri sonrasında Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Victoria Nuland’ın “Biz daha önce de BM önderliğinde ve

arabuluculuğunda barışçıl bir çözüm görmek istediğimizi birçok kez söyledik. Biz adanın kaynaklarının halklar arasında paylaşılmasını görmek istiyoruz. BM önderliğindeki gelir paylaşımı arabuluculuğu teklifini ilgiyle karşılıyoruz”

almıştır. Bununla birlikte, KKTC’nin aslında daha en baştan itibaren; MEB ilanları, ihale süreçleri, gelirlerin paylaşılması gibi temel konularda karar mekanizmalarında da yer almasının konunun özünü teşkil ettiği düşünülmektedir. Zira Kıbrıslı Türkler, Rumların ‘astı’ değil, en azından ‘eşiti’dir. Bu arada, GKRY’nin Afrodit isimli 12 nolu parsele ilave olarak