Ada'nın Güvenliği ve Güvenlik Algısı
3. Antlaşmalar Çerçevesinde Kıbrıs’ta Güvenlik Meselesi
3.2. Garanti Antlaşması ve Müdahale Hakkı
Kıbrıslı Rumlar 1960 Antlaşmaları'nı dayatma olarak görmeye devam etmektedir. Özellikle de Kıbrıs Cumhuriyeti’nin egemenlik, bağımsızlık ve toprak bütünlüğünü korumak amacıyla Antlaşma’nın 4. maddesiyle tek veya ortaklaşa olmak üzere Kıbrıs Cumhuriyeti’ne karşı ortaya çıkabilecek muhtemel bir tehdidin bertaraf edilmesine yönelik İngiltere, Türkiye ve Yunanistan’a anayasal bir sorumluluk olarak yasal müdahale hakkının tanınması en tartışmalı konuların başında gelmektedir. Makarios’u devirerek Ada’nın Yunanistan ile birleştirilmesi (ENOSİS) fikrini gerçekleştirmeyi amaçlayan Kıbrıs’taki Yunan askerî darbesi ve öncesindeki olaylar (1963) nedeniyle Kıbrıslı Türkler'in büyük çoğunluğu, Garanti Antlaşması'nı kendi güvenlikleri için gerekli görmektedirler.
1960 antlaşmalarının olumlu yönlerinin sadece Kıbrıslı Türkler için değil Kıbrıslı Rumlar için de geçerli olduğu akılda tutularak, belirtilmelidir ki bu antlaşmalar Türk tarafının elini güçlendirmekle birlikte, hukuken haklı siyaseten
meşru konumu diğer tarafı bunun aksi yönde davranmaya da yöneltmektedir.
Diğer aktörler (Bkz: Sönmezoğlu, 2006:625-647; Anastasiou, 2009; Uslu, 2000; Uslu, 2006:140-150.) Ada'daki iki toplum için makul önerilerde bulunmak yerine politik/stratejik amaçlarına göre talepler ve öneriler getirme yoluna gitmektedirler. (Canbolat, 2003:198)
2005 yılında yapılan bir kamuoyu yoklamasında bu antlaşmaların devamını kabul edilemez olarak gören Rumların oranı %60, devamının kabul edilebilir olduğunu düşünenlerin oranı %19’dur. Kıbrıslı Türkler içinse bu oranlar sırasıyla %28 ve %62’dir. (Lordos, vd., 2005:11) Türkiye ve Kıbrıslı Türkler tarafından Garanti Antlaşması, kırmızı çizgi olarak kabul edildiğinden hiç bir görüşmede bu çizgi aşılamamaktadır. Kıbrıslı Rumlar açısından ise bu antlaşmalar kabul edilemez olduğundan çözüm süreci ancak bu antlaşmaların ortadan kaldırılması sonrasında başlayabilir.
Aşılamazlığın kaldırılması için bazı fikirler öne sürülmektedir. Örneğin antlaşmaya dönem sınırlaması getirilmesidir. Örneğin, antlaşma'da bu hakkın Türkiye'nin AB üyesi olmasıyla birlikte ortadan kalkacağı bir hükümle düzenlenebilir. Bu fikir taraflarca üzerinde uzlaşma sağlanması bakımından olumlu bir yaklaşım olarak görülebilir. Türkiye-AB ilişkileri açısından da olumlu yansımalar ortaya çıkarabilecektir. 2000’li yılların başlarında üst düzey askerî yetkililer arasında Türkiye'nin AB üyesi olması halinde Ege sorunlarının ve Kıbrıs sorununun daha hızlı ve daha güvenli çözüme kavuşturulabileceği de dile getirilmiştir. (Özkök, 2003) AB ve 2002 -2004 süreci dikkate alındığında görülmektedir ki Türkiye ve Yunanistan bir uslüp değişikliğine giderek, çözüm konusunda tarafları (Kıbrıslı Türkleri ve Rumları) teşvik etmeye
odaklanmışlardır. Bunda elbette Türkiye ve Yunanistan ilişkilerinde Kıbrıs’ı doğrudan bir sorun olmaktan çıkarmaları etkili olmuştur. (Fırat, 2006: 279)
Kıbrıslı Rumlarca dile getirilen BM Güvenlik Konseyi'nce onaylanması üzerine müdahale hakkının kullanılması seçeneği de vardır. (Faustmann, 2004:52) Bu önerinin, Türkiye ve Kıbrıslı Türkler tarafından reddedileceği şüphe götürmemektedir. (Lordos, 2008.) Türkiye'nin hareketini kısıtlayan hükümlerin konulmasında diretilmesi ise, mevcut şartların aşırı zorlanarak kötüleşmesine sebebiyet verecektir. Benzer şekilde, Kıbrıslı Rumların, Kıbrıs'ın kuzeyinde Türk ordusunun kalmaya devam etmesine rıza göstermeleri de beklenmemektedir. 2004 referandumu sırasında en fazla belirginleşen kaygı (en çok konuşulan) Türk ordusunun Kıbrıs Rum kesimine karşı gerçekleştirebileceği operasyondu. Bu Kıbrıslı Türklerin oldukları yerde kalmaya (yaşamaya) devam etmelerini ve iki toplum arasındaki mevcut ayrılığın sürekli kılınmasını tehlikesini beslemektedir. (Lordos, 2008)
Bu doğrultuda bazı tartışmalı bölgelerin BM denetimine veya başka örgütlerin idaresine verilmesi, toprakların yeniden dağıtımı, yabancı askerlerin adadan ayrılması gibi konuların, yeni ihtilaflar yaratma potansiyeli kuvvetlidir. 4. Kıbrıs’ın Korunması
Ada’da Türk ve Yunan birliklerinin kalmaya devam ettiği ve müdahale hakkının tanındığı statüde bir anlaşma sağlansa dahi, her iki tarafın da anlaşmaya sadık kalmalarını temin edecek ekstra güvenlik tedbirlerine ihtiyaç duyulacağı düşünülebilir. Bu tedbriler iç ve dış çevre koşulları itibariyle incelenebilir.
4.1. İç Güvenlik
Kurulacak cumhuriyetin kolluk kuvvetlerinin teşkilinde toplumların katkılarının eşit olması gerektiği savunulabilir. Nitekim Annan Planı’nda bu husus eşitlik prensibine göre ele alınmaktaydı. (30.md.) Fakat Kıbrıslı Rumların itirazı, teşkilatın yapısında nüfus nispetinin gözetilmesi üzerinde yoğunlaşmıştır.
Nihai uzlaşmada barış koruma misyonuna gereksinim bulunacağı fikri de tartışılmaktadır. Her şeyden önce geçmiş dönemlerde toplumlar arası çatışmalar sonrası oluşturulan uluslararası misyonlardan farklı olarak (Kamboçya – UNTAC; Doğu Timor –UNTAET; Kosova -UNMIK) Kıbrıs'ın, sivil unsurlara ya da idarî personele sayıca daha az ihtiyaç doğuracağı ileri sürülmektedir. Verilere göre Ada’daki her iki kesimde de idari kapasite ve demokratik kurumlar bulunmaktadır. Bu bakımdan uluslararası örgütlerin başta BM olmak üzere, Ada’da barışçıl dönüşüm için kurumsal kapasite oluşturma misyonu üstlenmesi teferruat gerektirmeyebilir. (Richmond, 2006:156-169) Kıbrıs’ta barış misyonunun karşılaşabileceği en önemli sorun, teşkil edilecek gücün kendisi ile ilgili olacaktır. BM gücünün (UNFICYP) Ada’da kalmasına ihtiyaç var mıdır? Bu görevler daha küçük çaplı bir gözlemci güç tarafından mı yoksa güçlendirilmiş bir misyon aracılığıyla mı yerine getirilebilir? 2004 sürecine geri
döndüğümüzde, görev gücünün yeniden tasarlanarak güçlendirilmesi girişimi Rusya tarafından veto edilmişti. (UN Security Council, 2004; Cyprus Mail, 2004)
Nitekim 2003 yılında geçişlere izin veren bir hattın açılmış olması, Ada’da eski dönemlere nazaran geçişlerde göreli bir serbestleşme yaşandığını ve kabul görme sürecinin başladığını ifade edebilir. Hat boyunca Türk ve Rum taraflarına geçiş sınırlamasına kısmen son verilmesinin Ada’da taraflar arasında yeniden bir şiddet ve çatışma ortamı yaratmaya müsait koşullar oluşturabileceği korkusu ya da beklentisine karşın, geçişlere izin verilen zamandan bu yana çok az gerilim yaratan durum ortaya çıkmıştır. Genel bir değerlendirilmeye tâbi tutulduğunda, iki toplum arasında sıcak bir çatışma yaşanma ihtimalinin düşük seviyede kaldığı yönündeki genel algılamayı göstermesi bakımından bu tartışmalar önemlidir. Gelinen noktada ve mevcut konjonktürde sorunların çözümü için askerî güç kullanımına iki tarafın da gitmeyeceği söylenebilir.
Taraflar arasındaki ilişkilerin gelişmesi her iki tarafın da sahip olduğu bu tutumdan ileri gelmektedir. 2008 yılında yapılan anketlere göre taraflar açısından süreçte kaçınılması gereken husus da bu noktada yoğunlaşmaktadır. Sorunun çözümünde silahların kullanılmasına karşı duran Türklerin oranı %92, Rumların %89’dur. (Kaymak, Lordos, Tocci, 2008:6-7) Kıbrıslı Rumların %43’ü kabul edilen çözümün işlevsiz kalacağı ve uyuşmazlıkların yanında çatışmaların çıkacağı endişesini taşımakta; %21’i ise Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yıkılacağından %20’si ise ulusal kimliklerinin kaybolacağından korkmaktadır. Kıbrıslı Türkler açısından ise en büyük endişe %36 oranla soruna bulunan çözümün gerçek bir çözüm olmamasıdır. (Cyprus Mail, 2008)
Meselelerin geçmişin çatışmacı gölgesinden kurtarılarak, politik farkındalık içerisinde değerlendirilmeye başlandığı söylenebilir. Silahlı çatışma ihtimalinin yok denecek seviyede olması çözüm sürecinin başka yeni sorunları beraberinde getireceğinin işaretini de vermektedir. Örneğin, geri dönüşlerin olması halinde göçmenlerin yaratacağı/karşılaşacağı sorunlar, yerleşimciler ve bunların hakları ilk akla gelen konular olmaktadır. İki taraf arasında nasıl ve hangi yönde bir yol izleneceği konusu da bir başka belirsizliktir. Gerilim ortaya çıkar çıkmaz münferit hadiseler birden bire genelleşebilir ve hınç duygusu yayılabilir. Bu tür karşıtlıklar yeni devlet işlevlerini zayıflatıcı amaçlı kullanılabilir. Bir anlaşmaya gidilmesinin/uzlaşmaya varılmasının önüne geçmek amacıyla için her iki tarafta da gösterilerin olacağı ve bu göstericilerin olması gereken uğruna çaba sarf ettiklerini düşündürtecek provakatif eylemlerin gerçekleşme olasılığı bu sürecin ihmal edilemeyecek olgusudur. Bu husus göz önünde tutularak, Ada’daki çatışma ortamının uğradığı değişikliğe rağmen Barış gücünün Ada’da kalmaya devam etmesi çözüm sonrası yapının tamamen şekillendiği zamana kadar makul olacaktır. Nihayetinde tüm tarafların beklentisi odur ki; Kıbrıs adasında bu tür bir amaçla görevlendirilmiş birliklere gerek duyulmamasıdır.
Nihai çözüme ulaşıncaya ve tüm taraflar açısından işlerliğini kanıtlayıncaya kadar bir barış gücü varlığına gereksinim duyulmaktadır. Sorulan bir diğer soru şudur: Bu güç hangi uluslararası örgütçe oluşturulmalıdır?