• Sonuç bulunamadı

Ülkemizde sulak alanlara karşı 1900’lü yıllardan 1990’lı yıllara kadar süregelen negatif bakış açısı, sulak alanlarla alakalı olarak verilen kararlar ve bu kararlara yönelik yapılan çalışmalara yansımıştır. Türkiye’de sulak alanlarla alakalı olarak 1990’lı yıllara kadar yapılan çalışmalar sulak alanların kurutularak ortadan kaldırılmasına, yerlerini tarım arazilerine dönüştürmeye yönelik olmuştur. 1950’li yıllarda gelişmeye çalışan Türkiye’nin kendisine gıda anlamında yetebilen bir ülke olması ve tarımsal gelir potansiyelinin artırılması gerekliliği gelişmiş ülkeleri ekonomik olarak yakalayabilmek adına bir ön koşul olarak kabul edilmiştir (Karaer ve Gürlük, 2003). Bu bağlamda söz konusu dönemde bu gelişme isteğiyle doğru orantılı çalışmalar uygulanmıştır. Tarımsal makineleşme, çiftçilere sağlanan düşük faizli kredi olanakları, orman, sulak alanlar, kıyı alanları ve bazı diğer kamusal alanların toplu özelleştirmeleri gibi çalışmalar bu doğrultulu çalışmalardan belli başlı olanlarını oluşturmuştur (Demircan, 2000). Tüm bu çalışmalar tarımsal potansiyeli bir nebze de olsun artırırken, bu dönemler sulak alanların en çok tahrip edildiği dönemler olmasında belirleyici olmuştur.

Türkiye’de sulak alanları kurutma çalışmaları başlangıçta sıtma salgınlarını sona erdirme, daha sonra tarım alanları elde etme ve taşkınları ortadan kaldırma amaçlı olarak yapılmıştır (Arı ve Derinöz, 2011). Bu nedenlerle 1950 ile 1970 yılları sulak alanların adeta katledildiği yıllar olmuş; 21 adet yaklaşık 94.000 hektar alana sahip sulak alan tamamıyla kurutulurken, 17 adet yaklaşık 144.000 hektar alana sahip sulak alan drenaj çalışmaları ile kurumaya bırakılmıştır (Topgül, 2012). Sulak alan yönetiminde söz konusu alanların kurutulması eğilimi etkisi altında kurutmanın oldukça yoğun olarak uygulandığı 1960’lı

35

yıllardan, 2000’li yıllara kadar 1.300.000 hektarlık sulak alan mevcudiyeti yok edilmiş ya da ağır denebilecek seviyede tahribata uğratılmıştır (Keleş, Hamamcı ve Çoban, 2009).

Kurutma çalışmalarının başarıya ulaşılması sonucunda ortaya çıkan araziler tarımsal ürün ekimi ve fidan dikimi için yöre halklarına kiralanarak değerlendirilmeye çalışılmıştır. Ancak kurutmaların yapıldığı sulak alanlarda ön görülen verimlilik ve dolayısıyla tarımsal üretimin sağlanamaması kurutma çalışmalarının eleştirilmesin sebep olmuştur. DSİ’nin kuruttuğu Avlan Gölü’nün çevresinde lokal olarak büyük iklimsel değişimlerin görülmesi ve ekili-dikili ürünlerin bu değişimden zarar görmesi, yine sulak alanların yok edilmesi ile kuş türlerinin azalmasına bağlı artan bazı böcek türlerinin yöredeki ağaçların varlıklarına zarar vermesi, kurutulan alanların toprak varlığının kimyasal süreçlere maruz kalarak atıl duruma gelmeleri ya da erozyon ile süpürülerek yok olmaları gibi durumlar sonucu kurutma çalışmalarının kötü sonuçlar doğurduğu anlaşılmıştır (Ozaner, 2003).

Ekosistemler birçok canlı ve cansız öğelerin birleşerek ve uyum içerisinde faaliyetlerde bulunarak oluşturduğu zincirlerdir ve bu zincirler taşıma kapasitesi üzerinde olmayan etki ve müdahaleleri tolere edebilecek yapıya sahip sistemler olarak bilinmektedir (Kışlalıoğlu ve Berkes, 2012). Sulak alanlar olarak genellediğimiz alanlar kendi içerisinde bir işleyişi bulunan ve bütünlük içeren birçok ekosistemden birisini oluşturmaktadır. Diğer tüm ekosistemler gibi sulak alanlar da taşıma kapasitelerini aşmayan, tolere edebileceği miktarlardaki müdahalelerden sonra kendilerini yenileme ve eski hallerine dönme yetisini gösteren alanlardır. Ülkemizde kurutulan veya ileri derecede tahrip edilen bazı sulak alanlar sonraki yıllarda tekrardan su tutma kabiliyetlerini yeniden kazanmış ve ekosistemlerini tamir etme eğilimi göstermişlerdir. 1980 yılında kurutulan Avlan Gölü, 2003 yılında yöre halklarının da talep ve destekleri sonucu çanağında yeniden su biriktirmiş (Ozaner, 2003); 1960 yılında kurutulan ve üzerinde çeşitli yapılar ve hava alanı yapılan Amik Gölü tekrardan kendini yenileyebilme özelliği göstermiş ve bünyesinde tekrarda su barındırarak hava alanını istila etmiştir (Çalışkan, 2003; Arıkan ve Turan, 2011). Konuyla alakalı olarak verilen tüm bu örnekler oldukça fazla dejenerasyona maruz bırakılan sulak alanların hatta tamamıyla kurutulan sulak alanların bile kendilerini yenileyebildiklerini göstermiş ve ülkemizin sulak alanlarının geleceği hakkında umut verici olmuştur.

Ülkemiz, konuyla alakalı yapılan daha önceki çalışmalarda sıkça üzerinde durulan (Güney, 1995; Kambur, 2008; Arı ve Derinöz, 2011) birtakım sebeplerden dolayı bulunduğu coğrafyada adet ve yüzölçümü bakımından en fazla sulak alan varlığına sahip ülkelerden birisidir. Bundan dolayı oldukça şanslı olarak addedilebilecek bir coğrafyada kabul edilmekte ve sahip olduğu sulak alanları koruyarak sonraki kuşaklara miras bırakmak durumundadır. Bu amaca uygun olarak ulusal ölçekte çalışmalara yapmakta ve uluslararası

36

ölçekte yapılan çalışmalara dahil olmaktadır. Sulak alanlarla alakalı söz konusu uluslararası çalışmaların en başında 1971 yılında İran’ın Ramsar kentinde imzalanan ve 30 Aralık 1993 tarihinde Türkiye’nin de tarafı olduğu anlaşma gelmektedir (Ramsar Convention, 1995). Bu anlaşma 1994 yılında ülkemizde yürürlüğe girmiştir. Ramsar Sözleşmesinin ulusal koşullara adapte edilerek uygulanabilirliğini sağlamak adına 2002 yılında ilk kez bir “Sulak Alanların Koruması Yönetmeliği” çıkarılmış ve söz konusu yönetmelik 2005 yılında düzenlenmiş ve güncellenmiştir (Resmi Gazete, 2005). Söz konusu yönetmelikle birlikte 8 hektardan büyük sulak alanlarda kurutma ve doldurma yapılamaz, 8 hektardan küçük alana sahip sulak alanlar bakanlık izni ile kurutmaya ya da doldurmaya tabi tutulabilir kararı alınmıştır. Bunun yanında sulak alanların Ramsar Sözleşmesi bünyesinde olsun ya da olmasın korunması, akılcı kullanımı ve kuş popülâsyonlarını artırmaya yönelik çalışmaların yapılmalarının gerekliliği vurgulanmıştır. Yine söz konusu yönetmelikle birlikte sulak alanlardan turba, kum ve çakıl çıkarımı önemli oranda sınırlandırılmış ve izinlere tabi tutulmuştur. Sulak alanların biyolojik zenginlikleri ve özellikle kuş türlerini koruma adına saz kesim tarihleri netleştirilmiş ve sulak alanlardan çeşitli izinler alındıktan sonra saz kesimi yapılma kararı alınmıştır. Sulak alanlara salınan yabancı türler konusunda da bu yönetmelik milat olmuş ve bakanlık izni olmadan sulak alanlara yabancı tür bırakımı cezaya tabi tutulmuştur.

Ramsar Sözleşmesi sulak alanların kuş türleri üzerine yoğunlaşan bir anlaşma olarak değerlendirilmiş ve sulak alanlarla ilişki içerisinde bulunarak yaşayan kültürleri, özellik ve etkilerini dikkate almadığı için eleştirilmiştir (Arı, 2006). Daha sonra söz konusu eleştiriler yetkili birimlerce değerlendirilerek bu eksiklikler giderilmeye çalışılmış ve uluslar arası önem arz eden sulak alan mevcudiyeti bulunan yerel yönetim birimlerinde “Yerel Sulak Alan Komisyonu” kurularak görevleri belirlenmiştir (Arı, 2006). Daha sonraki Ramsar Sözleşmesi kapsamındaki çalışmalarda ülkemizdeki Ramsar Sözleşmesi kriterlerine uygun alanlar belirlenmiş; sulak alan koruma çalışmalarında belirlenen alanlara yönetim planları hazırlama ve gelecek tahminleri üretme gibi konulara üzerinde durulmuştur (Gülcü, 2011). Ancak günümüzde hala yönetim planına sahip olmayan sulak alanlarımız mevcuttur (Çizelge 4). Günümüzde de sulak alanlar çeşitli resmi kuruluşların aldıkları resmi kararlar ve yürürlüğe koydukları mevzuatlar ile korunarak sürdürülebilirliğinin sağlanılması çalışmaları sürmektedir.

37

Çizelge 4. Türkiye’nin Ramsar Alanları.

Kaynak: (Çağırankaya ve Meriç, 2013; https://rsis.ramsar.org/)