• Sonuç bulunamadı

Türkiye’deki sınıf deneyimine gösterilen sınırlı ilgiden en çok nasibini alan “orta

sınıf”lar olmuştur. Hem akademik gündemde, hem popüler kültürde, farklı vurgular ile “orta sınıf”ların içindeki bölünmeler ve bu bölünmelerin muhtemel etkileri tartışılmıştır (Karademir-Hazır vd, 2016: 73). Türkiye’de çok uzun yıllar, Türkiye’nin “sınıfsız” ve “imtiyazsız” bir ülke olduğuna dair göndermeler yapılmıştır. Belki de bu nedenle sınıf ilişkilerini, toplumsal dönüşümün dinamiklerini anlama perspektifiyle araştıran çok az çalışma olduğu söylenebilir (Atay’dan akt. Kalaycıoğlu vd., 2010: 189). Bu tür analizlerin yapıldığı Batı Avrupa’ya benzer yapılar belki de hiçbir zaman Türkiye’de yeterince belirgin olmadı/olamadı. Ancak bu Türkiye’de toplumsal tabakaların olmadığı anlamına gelmemelidir. Toplumun ekonomik, siyasi ve düşünce hayatına yakından bakıldığında, Türk toplumunun bu tür çözümlemelere uygun olduğu ve hatta bu yönde çalışmaların elzem olduğunu söylemek mümkün gözükmektedir (Kalaycıoğlu vd. 2010: 190).

Arslan (2012: 75-78), Osmanlı’dan günümüze toplumsal yapı konusuna sosyolojik, ekonomik ve politik çalışmalarda değinildiğini belirtir. Buna göre; 1960’lara

kadar sosyal bilimler bir yandan kuramsal, kavramsal ve yöntemsel meselelere, diğer

taraftan toplumsal, ekonomik yapı ve siyasal rejimdeki dönüşüm konularına odaklanmıştır. II. Dünya Savaşı sonra tarımda makineleşmenin sonucu olarak kırdan kente yoğun bir göç dalgası ve hızlı bir kentleşme sürecinin yaşandığını belirtir. Bu dönemde kırdan kente göç, gecekondu ve kentleşme sosyolojinin temel konuları olmuştur. Toplumsal tabakalaşma, sosyal yapı, kentsel ve kırsal sınıf profilleri, sosyo- ekonomik statü indeksi, statü farklılaşması ve kent kültürü, mekânsal farklılaşma, tüketim ve yaşam tarzı sosyolojik çalışmaların daha sonra ele aldığı konulardır. Bu dönemden itibaren, 1980 askeri darbesinin getirdiği yasaklarla birlikte, sınıf yapısındaki değişim, Marksizme ve sola yaptığı çağrışımdan dolayı küçük burjuvazi kavramı ile değil, “orta direk” ya da orta sınıf terimi ile tartışılmaya başlanmıştır. Günümüzde orta sınıf, eski- yeni orta sınıf, orta sınıfın genişlemesi, orta sınıflaşma, tüketim ve tüketim kültürü, kültürel tüketim, yaşam tarzı ve beğenilerle ilişkili tartışılmaktadır. Tarımsal ekonomiden modern-kapitalist ekonomiye geçiş ise, kalkınma, geri kalmışlık, gelişme ve ilerleme, Asya tipi üretim, kapitalistleşme ve gelir dağılımı kavramları aracılığıyla tartışılmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet’e geçişte ise; siyasal rejimdeki değişim ve

dönüşüm, İmparatorluğun çöküş nedenleri, Modern Türk Devleti’nin ve Cumhuriyet’in kurulması ve yerleşmesi, Türk demokrasisi siyasal tarih açısından ele alınır. Bu

çalışmalar sadece yönetim biçiminin değişimine değil, toplumsal, ekonomik ve kültürel değişim ve dönüşüme de odaklanmıştır. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte siyasal bir kırılmadan söz edilirken, toplumsal değişim ve dönüşümü bir kırılma olarak değil, süreklilik olarak ele alınır. Bu çalışmalarda, tek ve çok partili dönemindeki sınıf çatışması ve ittifaklarını açıklamak için toplumsal sınıflardan söz edilmiştir.

1960’lardan önce Behice Boran ve Mübeccel Kıray’ın çalışmaları ön plana çıkar. 1941-1942 yıllarında Boran, Manisa’nın on üç köyünde yürüttüğü toplumsal yapı araştırmasında üzerinden hareket ettiği problematik Amerikan sosyolojisinin o dönemdeki hakim problematiği olan, kurumların değişim halindeki maddi çevreye adaptasyon meseleleri olsa da köylerdeki toplumsal tabakalaşmayı oluşturan dinamikleri de incelemiştir. Köyün kasaba ve şehirle ilişkilerinde üstlenilen rol, yaş, cinsiyet ve etnik farklılıkların en az toprak serveti kadar belirleyici olduğuna dikkat çeken Boran, geleneksel köy düzeninin mütehakkim kategorisi olan köy ağasının da yerini zirai burjuvaya bıraktığını da işaret eder. Ancak yine de, tabakalaşma meselesi ve bunun doğurduğu çatışmalar tali bir başlık olarak kalmakta ve esas vurgu toplumsal değişime yapılmaktadır. Benzer bir yaklaşım öğrencisi Mübeccel Kıray’ın çalışmalarında da açığa çıkar. Kıray’ın çalışması Veblen’in ortaya koymuş olduğu sorunsaldan hareket ederek, tüketimin doğrudan ekonomik olmayan toplumsal belirleyenlerini ayırt etmeye yönelir. Kıray, tüketimin işlevlerinden birinin de tüketicinin toplumsal konumunu imlemek olduğunu ve toplumsal tabakalaşma içinde dikey hareketliliğin mümkün olduğu toplumlarda gösterişçi tüketimin sınıf atlamak için önemli bir işlev üstlendiğini Ankara araştırması üzerinden gösterir. Kıray, alt-orta sınıfa, orta sınıfa ve üst-orta sınıfa mensup ailelerde, aleni tüketim ve özel tüketim olarak bir ayrımın söz konusu olduğuna işaret eder (Kıray’dan akt. Özatalay, 2015: 106). Boran’ın ve Kıray’ın toplumsal hareketlilik ve toplumsal değişim temalarını önde tutmaları, sosyologların Türkiye’yi, mesleki ve sosyo- ekonomik kristalizasyonun istikrarın belirlediği bir toplumsal yapıya sahip olmayan bir geçiş toplumu olarak görmeleriyle kuşkusuz ilgilidir (Özatay: 2015: 106).

Ankara da durum böyleyken, Alman sosyoekonomi ekolünün etkisi altında muhafazakâr dünya görüşü ile sosyal liberal bakış açısını harmanlamak suretiyle gelişen İstanbul Üniversitesi menşeli sosyologlarda ise toplumsal sınıfların oluşmamış olduğuna işaret edilir ve bu durum bir handikap olarak kaydedilir. Örnek olarak; 1960’ta

“Türkiye’de İçtimai Sınıflar”29 başlıklı makalesinde Amiran Kurtkan, sınıflı bir

toplumsal yapının kararlı üst-orta-alt tabakalara sahip olması gerektiğine işaret ederek, her bir tabakayı ayrı ayrı incelemiş, iktisadi kudrete denk olanların aynı hayat üslubuna denk olmadıklarını, kültür ve terbiyeleri birbirine benzeyenlerin ise iktisadi menfaatlerinin müşterek olmadığını çeşitli örnekler üzerinden açıklamıştır. Dahası orta tabakanın küçük bir bölümünün yukarı doğru, daha büyük bir bölümünün aşağı doğru hareketlilik içinde olduğuna işaret eder (Özatalay: 2015: 106-107).

“Orta sınıf, aşağıya ve yukarıya doğru vâki olan kuvvetli akımlara kaynak teşkil ediyorken, daha zayıf ölçüde olmakla beraber üst ve alt sınıfların da, hayat üslupları birbirinden tamamen farklı olan bazı grupları kendi kadrosu içine alabilmiştir.” (Kurtkan, 1960: 69).

Böylece Kurtkan, Türkiye’nin halen sınıfsız bir memleket olduğu sonucuna varır. Yani sonuç olarak, 1960’lara gelene kadar Ankara’daki sosyologlarla İstanbul’daki sosyologlar Türkiye’de sınıf yapısının oturmadığı konusunda hemfikirdirler (Özatalay, 2015: 107).

1960 ve 1980 arasında Türkiye’de Batı’da olduğu biçimiyle sınıf temelli tabakaların olmadığı biçimdeki temsile dair en bütünlüklü açıklama çerçevesi Şerif Mardin tarafından geliştirilmiştir. Mardin’in yaklaşımı, Türkiye’nin toplumsal yapısı ile Osmanlı Devleti’nin toplumsal yapısı arasında kurumsal bakımdan bir süreklilik olduğunu varsayar. Buna göre Osmanlı’dan devralınan patrimonyal bürokratik yönetim tarzının bir sonucu olan ve merkez/çevre ikiliği üzerinden tanımlanabilecek yönetici sınıf (devlet bürokrasisi), yönetilen sınıf (tüccar/esnaf ve köylüler) ayrımı modern Türkiye devletine de devrolmuştur (Özatalay, 2015: 108). Şerif Mardin “Türkiye’de Orta

Sınıfların Üç Devri”30 makalesinde oldukça yaygın bir klişe olan “Osmanlı

İmparatorluğu’nun bünyesinde, Batı’nın orta tabakasına tekabül eden bir sınıfın eksik olduğu” yönündeki görüşü tartışır.

29 Kurtkan “İçtimai Sınıfı” şu şekilde açıklar: Umumiyetle kabul edilen bir tarife göre, aşağı yukarı aynı iktisadi kudrete sahip olan (yâni millî gelirden müsavi hisse alan), hayat üslupları birbirine uygun, kültür ve terbiyeleri aynı ve iktisadî menfaatleri müşterek olan ve bütün bu hususlarda aynı durumda olmanın şuuruna sahip bulunan fertlerin teşkil ettiği topluluğa içtimaî sınıf denir. Böylece içtimaî sınıfın hususiyetlerini: İktisadi kudret, Hayat üslûbu, Kültür ve terbiye, İktisadî menfaat, Sınıf şuuru, olmak üzere beş kritere göre tespit etmek mümkündür (Kurtkan: 1960: 63).

30 Mardin, Ş. (2003), “Türkiye’de Orta Sınıfların Üç Devri” , “Türk Modernleşmesi: Makaleler 4” s. 337- 342 (der.) Mümtaz’er Türköne ve Tuncay Önder, İletişim Yayınları, İstanbul.

Mardin’e göre (2003: 337-339); Batı’lı yazarların ortaya atmış olduğu ve bizde de benimsenmiş olan bu teze göre Osmanlı Türkleri, cengâverlik ve devlet idaresiyle ilgili işlerden başka faaliyetleri kendilerine lâyık görmedikleri için, enerjilerini ticaret ve sanayinin geliştirilmesine sarfetmemişler ve böylece Batı’da orta sınıfların meydana gelmesinde çok büyük bir rol oynamış olan tüccar tipi, Müslüman Türk ahalisi arasında tam manasıyla ortaya çıkmamıştır. Bu inanca göre Osmanlı İmparatorluğu’nda tüccar daha ziyade Hristiyanlara ve Musevilere has bir tiptir. Mardin’e göre Türkiye’de; Türklerde bir orta tabaka olmadığı teorisini gerek kendimize, gerekse başkalarına kabul ettirebilecek bir psikolojik iklim hâkim olmuştur. Aslında mesele daha karmaşıktır ve hâlâ tarihçinin ve sosyoloğun neşterini beklemektedir. Mardin, Osmanlı İmparatorluğu’nda 18. yüzyılda ve 19. yüzyılın ilk senelerinde ticaret ve sanayi ile uğraşan orta halli bir Türk-İslam grubunun mevcut olduğuna dair işaret olduğunu belirtir. Ancak, İngiltere’den ithal edilen malların Türkiye’ye daha kolay girmesi maksadıyla yapılan ticari anlaşmalarla, bu sınıfı o zamana kadar ayakta tutmuş olan imkânlar Avrupalıların ellerine geçmiştir. Mardin tam bu noktada, Osmanlı İmparatorluğu orta tabakasının kısa bir zaman içinde yok olmasına sebebiyet veren bu gelişmeleri, en iyi canlandırmış yazarlardan biri olan Ziya Paşa’nın “Hürriyet” gazetesine yazmış olduğu bir makaleyle anlatır. Ziya Paşa’ya göre; ticaretin Avrupalıların eline geçmesi bu mesleğe olan rağbeti azatmış ve tüccarlar çocuklarını kâtip olarak yetiştirmeye çalışmışlardır. Böylece iş edinebilme kaygısıyla devlet memur kadroları genişlemiştir fakat bu durum vergilerin artması pahasına olmuştur. Bu yüzden köylüye eskisine nazaran daha fazla külfet yüklenmiştir.

Tanzimat’ın ilanından sonra ise iyi kötü bir orta tabaka oluşmuştur. Bu memur tabakasını oluşturanlar kâtip olarak yetiştirilen kalem efendileridir. Bu tabaka Tanzimat’ın ilanından sonra hakiki bir ihtiyacı karşılamaya başlamış ve güvenilir bir idare elemanı haline gelmiştir. Bugün sağlam temeller üzerine oturmuş bulunan bir çok idari ve siyasi müessesinin kurulmasına yardım etmiştir. Fakat bu sınıf da uzun zaman tutunamamıştır. Birinci Dünya Savaşı ve bu savaşın ortaya çıkardığı şiddetli enflasyon bu sınıfı ortadan kaldırmıştır. Bu sınıf sefaletten kurtulma adına aile yadigarı birkaç parçayı satarak ayakta kalmaya çalışmıştır. Harpten sonra iktisadi hayatın düzene girmesiyle Türkiye orta tabakasında da bu ikinci çözülmeye de çare aranmış ve eski memur sınıfının bir kısmı Türkiye Cumhuriyeti memur kadrolarına aktarılmış ve modern Cumhuriyet Türkiye’sini yaratma işi bu yeni orta-memur tabakasına emanet edilmiştir.

İnkılaplar bu sınıfa dayandırılmış ve rejim bakımından bu durum avantaj da sağlamıştır. Mardin’e göre, Cumhuriyet’in ilanından otuz küsur sene sonra arkaya baktığımız zaman inkılapların Türkiye’de yerleşmesine bu orta memur tabakasının kaymakamıyla, hocasıyla, mühendisiyle, hakimiyle en çok yardım etmiş olduğu apaçık ortadır (Mardin 2003: 340-341).

Mardin, (2003: 341-342); 1950’ler de iktisadi liberalizm ile memleketi dış pazarlara tamamıyla açarak, enflasyon politikasının otuz beş sene önce orta sınıfı ortadan kaldırdığının unutulduğunu ve iktisadi politikanın sosyal bazı mühim değişiklikler meydana getireceğini düşünülemediğini belirtir. Böylece memur enflasyon dolayısıyla tahammül edilemez yüklere maruz bırakılmıştır ve gerek istifa yoluyla gerekse memuriyete rağbetin azalmasıyla, memur kadroları daralmış ve yeni elemanların kalitesi düşmüştür. Diğer taraftan iş hayatındaki prensipler, mütevazi iş adamı yaratacağına, tek bir vurgunla zenginleşmeye çalışan ticari serüvenleri yaratmıştır. Mardin, orta sınıfların bugünkü durumunun bir tehlikede olduğunu belirterek, memleketin bekası için bu zümrelerin ortadan kalkma sürecini durdurmak üzere en kısa zamanda, böyle bir gelişmeye sebebiyet veren tutumların tekrar gözden geçirilmesi gerektiğini belirtir.

Şerif Mardin’in merkez/çevre modeliyle tanımladığı sınıf modeli 1980 sonrasında da Çağlar Keyder’in, Metin Heper’in ve belli bir ölçüde Ayşe Buğra’nın sınıf meselesine dair çalışmalarına da esin kaynağı olmuştur (Özatalay, 2015: 108). Örneğin; Çağlar Keyder (2000)31; tarihsel bir perspektifle bazı makro-sosyolojik soruları aydınlatmayı amaçlayarak, kapitalist gelişmenin ülke tarihinin özgüllükleri çerçevesinde nasıl şekillendiğini ve her dönemin yapısal denge ve çelişkilerini inceleyerek Osmanlı İmparatorluğu ile Türkiye Cumhuriyet’i arasında sınıf dengelerinin nasıl oluştuğunu göstermeye çalışır. Çünkü Keyder’e göre; Türkiye tarihi böyle bir çalışmaya epeyce bol malzeme sağlar (2000: 9).

Özatalay’a göre (2015: 109-111); 1960-1980 arası dönem, sınıfların ve sosyo- mesleki kategorilerin temsili için siyasal alanda verilen mücadelelerin damgasını vurduğu bir dönemdir. 1980’lerden sonra ise Türkiye’de ücretli istihdamın yaygınlaşmasıyla demografik koşullar ancak oluşabilmiştir. Nüfus kentlerde ilk kez bu dönemden sonra yoğunlaşmaya başlamış ve günümüz Türkiye’sinde her dört kişiden üçü kentlerde yaşar hale gelmiştir. Aynı zamanda ücretli istihdamın aktif nüfus içindeki oranında da, dramatik

bir artış gözlemlenmiştir. 1980’lerden sonra sosyal bilimler alanında Türkiye’nin toplumsal yapısını temsil etmek üzere geliştirilmiş en kapsamlı sınıf şemaları Korkut Boratav’a aittir. Boratav, önce azgelişmiş ülkelere özgü sosyoekonomik sınıflandırmanın kuramsal temellerini Marksist sosyal bilimcilerce benimsenen “sömürü ilişkileri”nden hareket ederek ama aynı zamanda tabakalaşmada etkili olan yeniden bölüşüm ilişkilerini de analize dâhil ederek bir sınıf şeması oluşturmuş, ardından da hem İstanbul’da hem Anadolu’nun belli kentlerinde yürüttüğü saha araştırmasından elde ettiği bulgular ışığında, hem kuramsal yaklaşımın ampirik veri ile uygunluğunu gözden geçirmiş hem de anket bulguları üzerinde oluşturulan sınıflar/gruplardan hareketle Türkiye’deki sınıf profillerini ayrıştırmayı denemiştir.

Bu doğrultuda Boratav’ın iki önemli çalışması ön plana çıkar: “1980’li yıllarda

Türkiye’de Sosyal Sınıflar ve Bölüşüm” başlıklı kitabında Boratav, 1980’li yıllarda

Türkiye toplumunun geçirdiği sancılı dönüşümleri, sınıf çözümlemelerine yönelerek ve bölüşüm karşıtlıklarını inceleyerek kavrama çabasına girmiştir. Böylece bir sınıf analizinin kavramsal çerçevesini çizmiş ve bu çerçeveden hareket ederek, bölüşüm dinamiklerini ve ilişkilerini incelemiştir. Daha sonra Türkiye’de sınıf anatomileri ve 1980’li yılların sınıf oluşumları ile ilgili burjuvazi, işçi ve köylü sınıflarını inceleyerek, sınıf oluşumlarını ideolojik ve politik boyutlarıyla ele almıştır (Boratav, 2005: 8). Boratav, bu kitabında, toplumdaki artı ürüne el koyma mekanizmalarını tespit etmekle işe başlamak gerektiğini belirtir. Böylece üç mekanizma ve altı temel konum saptar: 1) Kapitalist üretim ilişkisi (burjuvazi/işçi sınıfı), 2) Basit meta üretimi (tüccar/köylü), 3) Yarı-feodal üretim ilişkisi (toprak ağası/ortacı-kiracı köylü). Bu noktadan sonra da toplumsal sınıflar ile toplumsal tabakalar arasında ayrım yapmanın gerekli olduğunu öne sürer ve bu aşamada el konulan artığın yeniden paylaşılması/bölüşülmesindeki farklılıklara bağlı olarak tabakaların oluştuğunu belirtir. (Boratav’dan akt. Özatalay: 2015: 112).

Boratav, “İstanbul ve Anadolu’dan Sınıf Profilleri” kitabında ise; İstanbul’un halk semtlerinden ve Anadolu köylerinden sınıf profilleri çıkarmış ve bu profillerle Türkiye toplumunun geçmişine damgasını vuran, geleceğini biçimlendirmekte olan kimi süreçler arasında bağlantılar kurmuştur. Bunu yapabilmek için ise; toplumsal sınıfları birbirinden ayıran özellikler, yani sınıf profilleri, hangi öğelerden oluşuyor, sınıflar arası geçişler ve sözü geçen profillerin zaman içindeki değişimleri hangi yöndedir ve hangi kapsamdadır, sınıfsal konumlarla bağlantıları araştırılan süreçler hangi değişkenlerden

oluşuyor ve bu bağlantılar Türkiye toplumunun geçmişi ve geleceği hakkındaki kavrayışımızı hangi yönlerden zenginleştiriyor, daha da somut olarak, büyük boyutlu bölüşüm değişmelerinin içinde ve sonunda, farklı sınıfsal konumlarda yer alan haneler, bireyler ne türden yapısal, davranışsal, ideolojik ve politik benzerlikler ve farklılaşmalar göstermektedir gibi sorular sormuştur (Boratav, 2004: 11).

Boratav her iki kitabında da (2004,2005), Marksist paradigmanın kategorilerini kullanarak, konu hakkında ampirik veri sağlamıştır. Orta sınıflara dair analizinde, İstanbul’daki sınıfsal yapının fotoğrafını çekmiş ve 80’lerdeki iktisadi ve politik dönüşümün “orta sınıf”larlara etkisine değinmiştir. Boratav’a göre 24 Ocak 1980 kararları, devlet destekli kalkınma politikaları yerine özel sektörün ücretleri belirlediği bir yapıyı getirerek, sosyal güvenlik ve sendikalaşmaya darbe vurmuş ve sermaye-emek arasındaki dengeyi bozmuştur. Takip eden süreçte, tarıma dayalı gelirde yüzde 80’e yakın düşme olmuş, “orta sınıf”ları oluşturan memur kesimin gelirleri ise neredeyse yüzde 50 değer kaybetmiştir. 1985 nüfus sayının verilerini kullanan Boratav, İstanbul’daki en geniş kesimi, tarım dışı iş gücünün %36.5’ini oluşturan beyaz yakalı “orta sınıf”ların oluşturduğunu göstermiştir. Yine aynı çalışma, o dönemde iş gücünün yüzde 27’sini işçi sınıfının, yüzde 25.7 sini de ücretsiz grupların oluşturduğunu ortaya çıkarmıştır (Karademir-Hazır vd., 2016: 74).

Işık ve Pınarcıoğlu’da “Nöbetleşe Yoksulluk: Sultanbeyli Örneği” kitabında Türkiye’de 1980 öncesi ve 1980 sonrasındaki orta sınıfları kentle olan ilişkileri bakımından incelemeye almışlardır. Buna göre; 1980 öncesi dönemde, Türkiye’de orta sınıflar kentle oldukça özgün bir ilişki kurmuşlar ve bu ilişki vasıtasıyla hem kentin biçimlenişi hem de kentsel süreçler üzerinde önemli ölçüde etkili olmuşlardır. Kısaca

“apartmanlaşma” olarak tanımlayacağımız bu ilişki tarzının kentli orta sınıfların ortaya

çıkışında ve refah düzeylerini arttırmalarında temel bir rol oynamıştır. Apartmanlaşma, kentli orta sınıfların dönemin sınıfsal ittifaklarına katılımında da temel bir rol oynamasıyla birlikte, orta sınıfların kentleşme sürecinin yarattığı sorunlarla baş edebilmek için geliştirdikleri bir güç olarak da görülebilir. Hızlı kentsel gelişme koşulları altında 1980 öncesinde yapsatçılık oldukça geniş bir kitleyi konut ve arsa piyasasına çekerek geniş bir orta sınıf tabanına konut sunabilmiştir. Diğer taraftan Türkiye’deki inşaat sektöründe yaygın biçimde kullanılan iş gücü kırdan tam olarak kopamamış kesimdir. Yapsatçılık kırdan kopamamış iş gücüne yüksek beceri gerektirmeyen bir alanda rahatlıkla geçinebilmeleri, hatta sektörde kalarak yükselebilmelerini olanaklı kılan

koşulları da sağlamıştır. Bu dönem farklı toplumsal grupları bir araya getiren geniş tabanlı bir koalisyon yaratmıştır (2005: 102-110).

1980’li yılların başına gelindiğinde orta sınıfların kentle olan ilişkileri bir çıkmaz içindedir. Çünkü, 1980 öncesi uygun koşullarda konut sağlayabilen yapsatçılık tıkanma noktasına gelmiştir. Bunun sebebi ise arsa sahibi ile yapımcı arasında kendini gösteren bir gerilimdir. Yani arsa bedeli üzerinde kurulmuş olan uzlaşma yıkılmış, bu krizi aşmak içinde spekülatif kârı arttırarak daha lüks ve pahalı konutlar üretilmeye başlanmıştır. Böylece orta ve üst gelir grupları arasında çok bariz bir ayrışma yaşanmış ve kent içindeki yaşama mekânları hızla birbirinden ayrılmıştır. Ancak buna karşılık 1980 sonrası kooperatifçilik ve toplu konut furyası başlamış ve 1984’te kurulan TOKİ’nin sağladığı kredi olanaklarıyla kent çevresinde ucuz arsalar tercih edilmeye başlanmıştır. 1980 sonrasında kooperatife benzer şekilde büyük şirketler kent dışındaki arazileri topluca imara açarak bu yolla büyük kârlar elde etmişlerdir. Yani herkes bu dönemde daha fazla rant elde etme peşindedir. Kısaca, kooperatifler orta sınıfların ekonomik alanda kaybettiklerini, kentteki rant paylaşım kavgasına katılarak emlak piyasasındaki getiriler yoluyla telafi etme çabasına dönüşmüştür ve bu arada çevresel değerler büyük ölçüde yok edilmiştir (2005: 129-136).

Küreselleşme ile kapitalizmin coğrafi düzeni kapsamlı bir dönüşüme uğramıştır. 20. Yüzyılın ikinci yarısında küresel işçi sınıfı oluşumları hiç olmadığı kadar büyümüştür. Dünyada nüfusun hızlı artışı kadar, nüfusun gittikçe artan bir oranının ücretli emek haline gelmesi de bu noktada etkili olmuştur. (İçli, 2011: 381). Bununla birlikte küreselleşme ile hizmet sektörünün büyümesi imalat sanayinin gerilemesi özellikle iyi eğitimli, vasıflı profesyoneller için küresel bir iş alanı sağlarken, işçi sınıfının da gerek ücretler, gerek sosyal haklar açısından kayba uğramasına yol açmıştır. Dolayısıyla Marksist sınıf çözümlemesindeki işçi ve burjuvazi biçimindeki ele alışın, hizmet sektöründeki gelişmeyle birlikte ortaya çıkan profesyonellerin “yeni orta sınıf” kapsamında yer almasıyla geçersizleştiği öne sürülmektedir. Bu değişim ve dönüşümlerin sınıf çatışmalarını bitirdiği, yerini yeni toplumsal hareketlerin aldığı belirtilmektedir. Kadın hareketi, çevrecilik gibi konular etrafında somutlaşan toplumsal çatışmaların sınıf temelli çatışmalardan değer temelli çatışmalara bir geçişe işaret ettiği belirtilmektedir (Gouldner, 1978; Inglehart, 1989; Cotgrove ve Duff, 1981 akt. İçli, 2011: 385). Yine aynı şekilde küreselleşmeyle, küresel nüfus hareketleri büyük ölçüde artmış ve göçler dünya çapında önemli bir sorun olarak devam etmiştir. Dolayısıyla farklı özellikler gösteren coğrafi bir

Benzer Belgeler