• Sonuç bulunamadı

2.3. BÜYÜLÜ GERÇEKÇİLİK AKIMININ GELİŞİMİ

2.3.3. Türk Edebiyatında Fantastik ve Büyülü Gerçekçilik

Türk edebiyatına baktığımızda büyülü gerçekçilik akımının henüz tam anlamı ile olgunlaşmadığı, daha çok fantastik yazım geleneğinden gelen alışkanlıkların büyülü gerçekçilik akımı içerisine dâhil edildiği görülmektedir. Fantastik yazımın dahi batıdaki manası ile Türk edebiyatında çok eskilere dayanmaması, yine tamamen batı kökenli olan büyülü gerçekçilik kavramının ne kadar taze bir akım olduğunu açıkça ortaya koyar niteliktedir. Buna rağmen yer yer fantastik yazıma kayan yer yer ise fantastik yazımdan ayrılan çalışmalar neticesinde 1980’lerden sonra büyülü gerçekçiliğin tipik özelliklerini içeren yazımların sayısında artış eğiliminde olduğu görülmektedir.

Türk edebiyatında fantastik yazım, batıdaki fantastik yazımdan farklı nitelikler taşımaktadır. Türk edebiyatı, destan, efsane, masal, menkıbeler, halk hikâyeleri ve hâbnameler gibi olağanüstü unsurlardan beslenmektedir. Fakat bu olağanüstülük gayet olağan olarak aktarılmaktadır. Oysa batıdaki fantastik yazımlarda olağanüstülük olağanüstü olarak ele alınmaktadır. Yine Türk edebiyatında fantastik kurguda cin, peri, büyü, ele geçirilme, zamansal bükümlemeler sıkça kullanılmıştır. Bu yönü ile Türk edebiyatı fantastikten çok büyülü gerçekçi yazıma daha yakın durmaktadır. Türk edebiyatında fantastik tarzdaki ilk yazım olarak, 1852’de Giritli Aziz Efendi tarafından yayımlanan Muhayyelât-ı Aziz Efendi adlı çalışma karşımıza çıkmaktadır. Hem batı edebiyatı fantastik yazımından hem de klasik doğu edebiyatından ayrılan pek çok özellik sergileyen bu romanda mekân, İstanbul’un yaşanılan yerlerinden seçilirken

39

tıpkı Binbir Gece Masalları’ndaki gibi büyü, cin, peri gibi imgeler sıkça kullanılmıştır. Bu roman, Türk edebiyatının batı realizmine yaklaştığı, edebiyatın toplum için olduğu anlayışının benimsendiği Tanzimat edebiyatı dönemine tekabül etmektedir. Dolayısı ile dönem temsilcileri tarafından halka bir şey katmamak, batıdaki fantastik yazımlar gibi olamamak şeklinde yoğun eleştirilere maruz kalmıştır. Oysaki Giritli Aziz Efendi, yıllar sonra ortaya çıkacak olan bir edebiyat akımının içerisine dâhil edilebilecek ve kendi kültür özelliklerini barındıran önemli bir eser ortaya koymuştur. Tanzimat döneminin bazı yazarlarının bu esere tamamen batı gözlüğü ile bakarak eleştirdikleri anlaşılmaktadır. Fakat bu bakış açısına rağmen Tanzimat dönemi edebiyatçılarından da fantastiği eserlerinde kullananlar olmuştur. Recaizâde Mahmut Ekrem, Abdülhak Hâmid Tarhan bunlara örnek olarak verilebilir. Fakat bu isimlerin fantastik yazımı, daha çok Batı tarzındadır.

Türk edebiyatında fantastik yazım örneklerine bakıldığında, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Gulyabani ve Peyami Safa’nın Matmazel Noraliya’nın Koltuğu adlı eserlerinde fantastik unsurların kullanıldığı görülür. Gulyabani romanının içeriği şöyledir: Munise adında genç yaşta yetim kalan genç bir kız, mahalleli tarafından desteklenerek evlendirilir. Fakat Munise, kocasını sevemez ve kaçar. Munise’yi annesinin eski bir ahbabı olan Ayşe adlı bir kadın bulur ve onu bir köşkte hizmetçi olarak işe sokar. Dağın tepesinde bir köşk olan bu konutta çalışan Çeşmifelek ve Ruşen adlı hizmetçiler, Munise’ye bu köşkle alakalı korku dolu hikâyeler anlatırlar ve Munise korkup geri dönmek istese de ona buraya gelenin geri dönüşünün mümkün olmadığını söylerler. Cinler, periler ve gulyabani adlı yaratığın her gece evin odalarında dolaşarak hane halkını korkuttuğu bu köşkte, Munise’ye, olanlar karşısında sessiz kalmasını öğütlerler ve o da öyle yapar. Bir gece Munise’nin odasına peri sandığı Hasan adlı biri gelir ve kendisine aşkını itiraf eder ardından da peri olmadığını, insan olduğunu söyler. Munise başlarda bu kişiye güvenmese de kısa süre sonra bu kişinin çevre köylerden, eğitimli bir delikanlı olduğunu anlar. Hasan, Munise’nin güvenini kazandıktan sonra köşkte dönen olayların cahil insanları kandırarak çıkar sağlayan insanlar tarafından gerçekleştirildiğini ortaya çıkarır ve hepsini cezalandırarak bu olaylara son verir. Hasan ve Munise evlenerek ömürlerini bu köşkte geçirmeye devam ederler.

40

Gulyabani adlı romanda, köşkte dönen olaylar oldukça sıra dışıdır. Cinler, periler,

gulyabani gibi unsurlar esere fantastik bir mahiyet kazandırmıştır. Bu sıra dışılıklar olağan şekilde okuyucuya aktarıldıktan sonra tüm bu olayların birer kurmaca olduğunun ortaya çıkarılarak romanın sonlandırılmış olması ise akıl ve mantığı önceleyen bir yazımın da varlığını göstermektedir.

Peyami Safa’nın Matmazel Noraliya’nın Koltuğu adlı romanının konusu şöyledir: İki ablası ve annesi verem hastalığından ölen, babası da Avrupa’ya gitmiş olan Ferit adlı bir genç vardır. Tıp Fakültesinde okuyan Ferit, küçük kardeşi Nilüfer’in de verem hastalığına yakalanması üzerine, onu dindar ve zengin bir kadın olan Necmiye adlı teyzesine bırakır ve kendisi de okulunu yarıda bırakarak ucuz bir pansiyonda yaşamaya başlar. Bu pansiyon romanın ana mekânlarından biridir. Bu pansiyonda çok değişik tiplemeler bir aradadır. Felsefe öğretmeni Aziz Bey, pek az odası dışına çıkan seri katil Tosun Bey, koridorlarda çıplak dolaşan bir genç kız bu tiplemelerdendir. Nilüfer’in, abisini ziyaretleri boyunca teyzesi Necmiye Hanım’ın kendisine kötü davrandığından dem vurması üzerine Ferit, teyzesine karşı öfkelenir ve onu öldürebileceğini fısıldar. Bir gece pansiyondaki Zehra adlı kızın çığlıklar atarak birinin bıçaklandığını haykırması üzerine kimse Zehra’ya inanmamış fakat ertesi gün Necmiye Hanım’ın bıçaklandığı ortaya çıkmıştır. Bu cinayeti, Ferit’in “Teyzemi öldürebilirim” diye mırıldanışını işiten Tosun Bey işlemiş ve Ferit’e her şeyi anlatmıştır. Ferit, bu cinayeti kendisi işlemiş gibi vicdan azabı duymaya başlamış ve Nilüferi de alarak Büyük Ada’da, sahibi uzun yıllar önce ölmüş olan bir ev kiralar. Bu ev çevrede Matmazel Noraliya olarak bilinen Nuriye Hanım’ın evidir. Ferit, bu evde sürekli olarak Matmazel Noraliya’nın kendisini izlediği hissiyatına kapılır. Evde bulduğu Matmazel Noraliya’nın hatıra defterini okuyan Ferit, birkaç gece sonra Noraliya’nın ruhu ile konuşmuştur. Noraliya’nın kendi ruhuna verdiği telkinler Ferit’i daha sakin, ılımlı ve kendisi ile barışık bir insan haline çevirmiştir.

Matmazel Noraliya’nın Koltuğu’nda, pansiyonda geçen olaylar ve yine Nuriye

Hanım’ın ruhunun köşkte Fikret’e görünmesi gibi kurgular romana fantastik bir özellik katmıştır. Yine roman karakterlerinin hemen hemen tamamı psikolojik sorunlu insanlardan oluşmaktadır. Bu durum gerçekdışı unsurların roman içindeki hacmini artırmıştır.

41

Türk edebiyatının belki de öz niteliklerini sergileyebileceği bir saha olarak 1980 başlarında bünyesine aldığı büyülü gerçekçilik, her ne kadar köken itibari ile farklı topraklarda ortaya çıkmışsa da felsefesi itibari ile Türk edebiyatı ile hemen kaynaşıvermiş ve uzun yıllar da bu türde verilen eserlerin sayısının büyüyerek artacağı anlaşılmaktadır. Büyülü gerçekçilik akımının Türkiye’deki öncülerine ve eserlerine bakacak olursak Nazlı Eray, Latife Tekin, Buket Uzuner, Elif Şafak, İhsan Oktay Anar, Sadık Yemni, Barış Müstecaplıoğlu, Onat Kutlar, Buket Uzuner, Ayla Kutlu, Murathan Mungan, Leyla Erbil gösterilebilir(Karakuş, 2018, s. 106).

Türk edebiyatında büyülü gerçekçi tarzda yazılmış yetkin eserlere baktığımızda; Nazlı Eray’ın Arzu Sapağında İnecek Var (2019), Orphee (1950),

Yıldızlar Mektup Yazar (1993), Ay Falcısı (1994), Uyku İstasyonu (1994), Deniz Kenarında Pazartesi (1997), Yoldan Geçen Öyküler (1987), İmparator Çay Bahçesi

(1997), Eski Gece Parçaları (2011), Pasifik Günleri (1981), Âşık Papağan Barı (1995), Örümceğin Kitabı (1999); Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm (1983), Berci

Kristin Çöp Masalları (1984), Buzdan Kılıçlar (1989); Onat Kutlar’ın İshak (1959);

Sadık Yemni’nin Muska (1996) ve Öte Yer (1997); Barış Müstecaplıoğlu’nun

Hayallere Ulaşma Rehberi (2018), Perg Efsaneleri Serisi (2013-2017), Kardeş Kanı

(2007), Şakird (2012), Hodi Podi Gökyüzündeki Ülke (2008), Keşifler Zamanı (2013),

Bir Hayaldi Gerçekten Güzel (2009); Buket Uzuner’ in Benim Adım Mayıs (1993), Ayın En Çıplak Günü (1989), Güneş Yiyen Çingene (1998), Karayel Hüznü (1994);

Ayla Kutlu’nun Mekruh Kadınlar Mezarlığı (1995), Sen de Gitme Triyandafilis (1990); İhsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası (1995), Kitab’ül Hiyel (1996),

Efrasiyab’ın Hikâyeleri (1998), Amât (2005), Suskunlar (2007), Yedinci Gün (2012);

Murathan Mungan’ın Üç Aynalı Kırk Oda (1999); Leyla Erbil’in Cüce (2001) adlı eserleri karşımıza çıkmaktadır (Şen, 2018, s. 13, 25).

42