• Sonuç bulunamadı

“TÂBÎLERİN HAYATINDAN ÖRNEKLER”

Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun; Kur’ân-ı Kerîm’de Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"

"

“Onlardan sonra gelenler: 'Rabbimiz! Bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla; kalbimizde müminlere karşı kin bırakma, Rabbimiz! Şüphesiz Sen şefkatlisin, merhametlisin' derler”.

Şehadet ederiz ki bir tek Allah’tan başka ilah yoktur, O’nun ortağı da yoktur. Yine şehadet ederiz ki Muhammed Allah’ın kulu ve elçisidir. Salât ve selam Peygamberimiz Muhammed üzerine, ailesi ve ashâb’ının üzerine olsun.

Allah Teâlâ, kullarından kendi dinine ve mesajına vefa gösterecek olanları seçer. Peygamber Efendimiz, bu ümmetin en hayırlılarının onun sahabeleri, sonra tâbîleri ve sonra da tebeu’t-tâbiînleri olduğunu bildirdi.

Abdullah b. Mesut’tan rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem “Sizin hayırlılarınız, benim zamanımda yaşayanlarınızdır. Sonra zamanımda yaşayanlara yakın olanlar, sonra da onlara yakın olanlardır”

buyurdu. İşte bunlar; hayır seven, ilim emanetini yüklenen, aşırıcıların ve cahillerin tahrifini ve tevilini reddeden insanlardır. Resûlullah’ın övdüğü ve sahabeler gibi Allah’ın razı olduğu ve içinde temelli ve ebedi kalacakları, içlerinden ırmaklar akan cennetlerle vaat edilenlerdir. Allah Teâlâ şöyle buyurdu: “İyilik yarışında önceliği kazanan Muhacirler ve Ensar ile, onlara güzelce uyanlardan Allah hoşnut olmuştur, onlar da Allah'tan hoşnuddurlar. Allah onlara, içinde temelli ve ebedi kalacakları, içlerinden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır; işte büyük kurtuluş budur”.

Tâbîler, Resûlullah’ın zamanına en yakın insanlardır. O takdirde,

67

sahabelerin neslinden sonraki nesildir. Tebeu’t-tâbiîn de tâbîlerin neslinden sonraki nesildir. Allah Teâlâ hepsinden razı olsun.

İmam Bûsîrî şöyle demiştir:

Hepsi de, umar ve bekler Allah’ın Resulü denizinden bir avuç su veya onun yağmurundan bir damla su.

Tâbîler; sahabeler ile yaşayıp kendilerinden öğrenmişler.

Sahabeler de tâbîlerine fazilet ve ilim sahibi olduklarına şahadet etmişler. İbn Ömer'in Saîd b. Müseyyeb hakkında şöyle demişti: “Vallahi o müftülerden biridir”. Ve şöyle de derdi: “Saîd b. Müseyyeb’e danışın!

Zira o Salihlerle otururdu”. Bilindiği gibi Saîd b. Müseyyeb sahabelerin varlığında da fetva verirdi. Hibrü'l-Ümme (Ümmetin Bilgini) anılan Abdullah b. Abbas’ın vefatından sonra, Atâ b. Ebî Rebâh insanlara fetva vermek için Mekke’de otururdu. İşte İbn Ömer Mekke'ye geldiğinde ondan fetva istemişler, o da “Ey Mekke halkı! Atâ b. Ebî Rebâh gibi bir zat aranızdayken niçin benim etrafımda toplanıyorsunuz?” dedi.

Tâbîlerin Resûlullah’ı samimiyetiyle sevdikleri bilinirdi. El-Hasen’ül-Basri Resûlullah’ı hasretle inleyen kütük olayını anlatan hadisini rivâyet ettikten sonra etrafındakilere şöyle derdi: Ey Müslümanlar! Kütük bile Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hasretiyle inliyor, onu özlüyor. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem‘e kavuşmayı arzu eden kimselerin onu daha çok özlemesi gerekmez mi?. İmam Malik'e de Eyyûb es-Sahtiyânî’den ne zaman hadis dinledin diye sorulduğunda “İki defa hac yaptı ve onun yanına gidip Resûlullah’ın hadis-i şeriflerini okuyunca öyle ağlardı ve içli gözyaşları dökerdi ki, biz ağlamasına dayanamayıp O’na acırdık” dedi. Hz. Peygamber’e o kadar saygı gösterirlerdi ki onun hadislerini sadece iyi vaziyette olduklarında naklederlerdi. Tebeu’t-tâbiîn de onların gibi yapardı. Ebu Seleme el-Huzâî şöyle anlatır: Malik b. Enes, hadis rivayet etmeye başlamadan önce namaz kılacak gibi abdest alırdı ve en güzel kıyafetleri giyip sakalını tarardı. Niçin böyle yaptığını sorduklarında, Resûlullah’ın sözlerine saygı

68 duyuyorum diye cevap verirdi.

Peygamber'in bahsettiği tâbîlerden Üveys el-Karanî’dir. Bu bağlamda Hz. Ömer’in şöyle dediği nakledilmiştir. Ben Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in şöyle buyurduğunu işittim: “Hiç şüphesiz tabiilerin en hayırlısı Üveys adındaki bir kimsedir. Onun bir anası vardır.

Alaca hastalığı geçirmiştir. Ona uğrayınız sizin için istiğfar etmesini isteyiniz”. Daha sonra Yemen ahalisi gelince, Ömer onu aradı ve sonunda onunla karşılaştığında, benim için istiğfar etmeni isterim, dedi. Bunun üzerine Üveys: sen Resûlullah sahabesisin! asıl sen benim için mağfiret dile! dedi. Ama Ömer ısrar edince, Üveys onun için af ve bağışlanma talebinde bulundu.

Tâbîler; Resûlullah’ın sahabelerinden İslam dinini doğru bir şekilde öğrendiler. İşte büyük Tâbîlerden İmam el-Hasen el-Basri’ye: sen mümin misin? diye sorulduğunda, şöyle cevap vermiştir: İman iki türlüdür. Eğer sen bana Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, cennete, cehenneme, öldükten sonra dirilişe ve hesaba imanı soruyor isen, ben bunlara iman eden bir kimseyim. Yok eğer Yüce Allah'ın: "Müminler ancak, o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman kalpleri titrer, ayetleri okunduğu zaman bu onların imanlarını artırır. Ve Rablerine güvenirler; namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan yerli yerince sarf ederler. İşte onlar gerçek müminlerin ta kendileridir"

buyurması hakkında soruyorsan, Allah'a yemin ederim ki, ben onlardan mıyım, değil miyim? Bilemiyorum. El-Beyhakıy bunu şöyle yorumladı: el-Hasen, asıl imandan değil imanın zirvesinden bahsediyordu. İşte bu iman sahiplerine Allah Teâlâ “Onlar için Rableri katında nice dereceler, bağışlanma ve tükenmez bir rızık vardır” ayetindeki mükâfatı vaat etmiştir.

Tâbîler; kolaylaşmayı iyi anlayıp kendi hayatlarında uygulamışlar.

Es-Sevrî (radıyallahu anh) bu konuda şunu söyler: “İlim, güvenilir bir âlimden işitilen ruhsata tabi olmayı gerektirir. Aşırılık ise herkesin bildiği bir şeydir”. El-Ezrak İbn Kays anlatıyor ki: Ehvaz'da bir nehrin

69

kenarında bulunuyorduk. O nehrin suyu kuruyup gitmişti. Ebu Berze el-Eslemî, atı üzerinde geldi de namaza durdu, atı da salıverdi. Kendisi namazda iken atı yürüdü. Ebu Berze, hemen namazını bıraktı ve atının ardından gitti. Sonunda ona yetişip yakaladı. Sonra geldi, yan bıraktığı namazını tamamladı. Bizim içimizde görüş sahibi olan bir adam vardı.

Ebu Berze'nin böyle namazı içinde atı yakaladığını, sonra yine kıldığını görünce: Şu ihtiyara bakınız! Atı için namazını terk etti! demeye başladı.

Ebu Berze de, namazdan sonra ona yöneldi de: Resûlullah (sallahu aleyhi ve sellem)'den ayrıldığım zamandan beri beni, hiçbir kimse sertlik, yoğunluk etmemiş, ayıplamamıştır! diye cevap verdi ve şöyle devam etti:

Benim varıp ineceğim yer uzaktadır. Eğer ben, atımı bırakıp da namazı tam kılsaydım, geceye kadar ehlimin yanına varamazdım, dedi. Bu bağlamda Resûlullah “Kolaylık gösteriniz, güçlük göstermeyiniz. Müjde verip sevindiriniz, nefret ettirmeyiniz” buyurdu. Başka bir hadiste de şöyle buyurdu: “Nerede kolaylık varsa, orada güzellik vardır. Kolaylığın bulunmadığı her şey çirkindir”.

Kendi aralarında şefkat, dayanışma ve yardımlaşmayı pratik olarak uyguladılar. İşte Hz. Ali’nin oğlu el-Hüseyin’in oğlu Ali, birçok yoksula gizlice infak ederdi. Hiç kimse bundan haberi yoktu. Öldüğü zaman artık bu yoksullar kendilerine infak eden kişiyi kaybetmişler. Onu yıkadıklarında, sırtında ve omuzunda, dul ve fakirlerin evlerine götürdüğü çuvalları taşıma izini gördüklerinde, geceleri kendilerine erzak getiren kendisi olduğunu anladılar. Medine’de yüz aile geçimini temin ettiği söylendi.

Merhamet ve dayanışma yalnızca Müslümanlar aralarında sınırlı değil, Müslümanlar ve diğerlerini de kapsıyor. İşte Ömer b. Abdülaziz Basra'daki valisine şöyle yazmıştı: “Zimmilerden yaşlı ve muhtaçlara hazineden tahsisat ayır”. Din, ırk ve mezhep gözetmeksizin ülkesinde yaşayan yaşlı ve muhtaçlara maaş bağlamıştı. Ömer b. Abdülaziz bu durumda Ömer bin Hattâb’ı örnek almıştı. Halbuki Ömer bin el-Hattâb’ın yaşadığı benzer bir olay vardı. İnsanlardan yardım isteyen

70

dilenci olan ehl-i kitaplı yaşlı bir adam gördüğünde, onu yanına götürüp devlet hazinesinden vermişti. Halit bin Velid aynı şey yaptı ve Heyra ahalisine şöyle demişti “Bu kimselere; ister yaşlı olduğu için çalışmaktan aciz olsun, ister başına bir afet geldiği için fakir olsun, ister zengin iken fakir düşmüş olsun eğer kendi dininde sadaka alacak duruma gelmişse cizye vermekten muaf tuttum ve İslam diyarında ve hicret diyarında yaşadığı sürece ona ve ailesine devlet bütçesinden yardım yapılır”.

Böylece tüm sahabeler ve tâbîler Resûlullah’ı her meselede örnek alıyor ve dini gerçek anlamda yaşıyorlardı. Yüce Allah şöyle buyurur: “Allah, din uğrunda sizinle savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarmayan kimselere iyilik yapmanızı ve onlara karşı adil davranmanızı yasak kılmaz; doğrusu Allah adil olanları sever”.

Merhamet sadece insana değil, hayvanları ve kuşları da içermektedir. Ömer bin Abdülaziz, Mısır'daki valisine bir mektup gönderip develere merhamet göstermesini tavsiye etmişti. Mektup şöyledir: “Mısırda develerin, bin kilo yük taşıdığını öğrendim bundan sonra altı yüz kilodan fazla taşıdığını bilmeyeyim”.

Resûlullah hayvanlara karşı daima güzel muamelede bulunmayı tavsiye edip bir deve sahibine şöyle buyurdu: “Allah’ın seni sahip kıldığı şu hayvan hakkında Allah’tan korkmuyor musun? O senin kendisini aç bıraktığını ve çok yorduğunu bana şikâyet ediyor”.

Bu sözlerden sonra kendim ve sizin için Yüce Allah’tan bağışlanma dilerim.

* * *

Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun. İnsanların Efendisi son Peygamber Hz. Muhammed’e, ehli ve ashabının hepsine salât ve selam olsun.

Kıymetli Müslüman kardeşlerim!

71

Tâbîlerin en önemli özelliklerinden: insanlara hoşgörü gösterip merhamet kanatlarını indirmeleridir. Katâde’den rivayete göre şöyle demiştir: el-Hasen el-Basri uyurken yanına girdik de yanı başında meyve ve ekmekle dolu bir sepet vardı, biz sepetten yemeye başladık mı bizi gördü. Ama çok sevindi ve tebessüm etti. Daha sonra “yahut dostlarınızın evlerinden yemenizde bir sakınca yoktur” ayetini okudu.

Cerîr b. Hazm’den şöyle demiştir: el-Hasen’in evindeydik, günün yarısı geçince, onun oğlu bize şöyle dedi: Şeyh'i yordunuz bugün ne yedi ne de içti. El-Hasen dedi ki: bırak onları! Gözlerim kendilerinden daha hoş bir şey görmüyor ki.

Tüm olaylar tâbîlerin; özveri, can feda etme, bilimin değerini bilme ve ona saygı duyma konusunda örnek olduklarını gösterir. Belki de bu günlerde insanlara bilgisizce fetva veren bu sapan ve saptıranlara bir ders olur. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Allah Teâlâ ilmi insanların hafızalarından silip unutturmak suretiyle değil, fakat âlimleri öldürüp ortadan kaldırmak suretiyle alır. Neticede ortada hiçbir âlim bırakmaz. İnsanlar bir kısım cahilleri kendilerine lider edinirler.

Onlara birtakım meseleler sorulur; onlar da bilmedikleri halde fetva verirler. Neticede hem kendileri sapıklığa düşer hem de insanları saptırırlar".

Tâbîler kendilerinden sonra gelen imamlar için iyi bir örnek idiler.

Ebû Ca‘fer el-Mansûr -tebeu’t-tâbiînden- imam Malik bin Enes’in radıyallahu anh eseri olan (el-Muvatta) nüshalarını çoğaltıp ülkenin her yanına göndermek ve hukukî uygulamalarda esas alınmasını sağlamak istemişti. Ebû Ca‘fer el-Mansûr “senin telif ettiğin şu kitabınla ilgili olarak -el-Muvatta’ı kastediyor- şöyle bir emir vermeyi düşünüyorum. Bu kitabı çoğaltıp sonra da Müslüman memleketlerden her birine bu kitabın bir nüshasını gönder. Bu kitabın içinde bulunanları öğrensinler, bundan öteye geçmesinler, hadis ilmi olarak da insanlar burada olanlardan başkasına çağrılmasın. Ben ilmin aslının Medine’de bilinen hadisler ve

72

Medinelilerin ameli olduğu kanaatindeyim” dedi. Bunun üzerine İmam Mâlik’in bunu doğru bulmadığı, İslâm toplumlarına dağılmış olan sahâbenin Resûlullah’tan öğrendikleri farklı uygulamaları rivayet ettiklerini ve oralarda bunların esas alındığını belirtti. Ebû Ca‘fer dedi ki:

“hayatım üzere yemin ederim ki bana izin verirsen emir vereyim”.

Tâbîlerin mütevazı ve anlayışlı olmalarını gösteren bir olay şöyledir: Yunus b. Abdul A’la, İmam Şafii’nin talebelerindendi. Yunus, hocası İmam Muhammed b. İdris Eş-Şafii ile camide müzakeresini yaptığı dersin bir meselesinde ihtilafa düşer. Öyle ki öfkesinden dolayı dersi terk eder ve evine gider. Akşam olunca Yunus kapısının çalındığını fark eder.

‘Kim o?’ der. Kapıdaki kişi, ‘Muhammed b. İdris eş-Şafii’ der. Yunus; “Bu isimle bilinen herkes aklıma geldi ama bu kişinin İmam Şafii olabileceği hiç aklıma gelmedi” der. Yunus, kapıyı açar ve İmam Şafii’nin kapıda beklemekte olduğunu görür ve hocasının ayağına kadar gelmesine şaşırır. İmam Şafii kapıyı açan talebesi Yunus’un ayağına gitmiş ve ona şunları söylemiştir: Ey Yunus, bizi birleştiren yüzlerce mesele dururken bir mesele mi bizi ayıracak? Ey Yunus, yaptığın ve üzerinden geçtiğin köprüleri yıkma! Bir gün o köprüden geri dönmen gerekebilir! Ey Yunus, hatadan nefret et ama hataya düşenden nefret etme. Bütün kalbinle günaha öfkelen ama günahkara acı, ona merhamet göster. Ey Yunus, sözü eleştir ama sözü söyleyene saygı göster. Görevimiz hastalığı tedavi etmektir, hastayı yok etmek değildir!

İmam Şafii (radıyallahu anh) bir şiirinde şöyle demiştir.

Salihleri severim onlardan değilsem de Şefaatlerine ulaşmak için herhalde.

Nefret ederim günah tüccarlarından

Her ne kadar bizde de bulunsa aynı maldan.

Bilim adamlarımız; tâbîlerin izinde gidip bizim için Allah'ın din emanetini taşımamız, onu doğru şekilde anlamamız, ahlaklarıyla ahlaklı

73

olmamız, insanları hikmetle ve güzel öğütle dâvet etmemiz konusunda en iyi örneklerdi.

Ey Allah’ım bizi “Sözü dinleyip de onun en güzeline uyanlar, işte onlar Allah’ın hidayete erdirdiği kimselerdir. İşte onlar akıl sahiplerinin ta kendileridir” ayetinde bahsettiğin kimselerden kıl!

* * *

74