• Sonuç bulunamadı

1.1. Kâr Kavramı

1.1.3. Neoklasik Okul

1.1.3.2. Statik Durumun Eleştiris

Statik durumun değişmenin ve ilerlemenin olmadığı, gelinen son noktayı temsil ettiği belirtilmişti. Neoklasik iktisadın kendi içindeki eleştirilerde ise, gerçek dünyanın parametrelerinin sürekli değiştiği, risk ve belirsizliğin hakim olduğu, olacaklara dair her zaman çok az bilgiye sahip olduğumuz ifade edilmektedir. Neoklasik iktisat içindeki bu aykırı görüş, gerçekte ekonomideki şartların tam bilgi ve tam rekabet varsayımlarından uzak olduğunu, bir kalıntı olarak kârların her zaman var olduğunu savlamaktadır.

Daha başlangıçta, örneğin Adam Smith’in eserinde, kârların, içinde sermayeye ödenen faiz dışında, başka öğeleri de barındırdığı sezilmiş ve riske gönderme yapılmıştır. Ne var ki, bu ilk dönemde, riskten söz edilme biçimi kâr ve faizi birbirinden ayırmaya yetecek kadar açık olmamıştır (Knight, 1921, I.II.5). Diğer

bir deyişle, riskin tazmini için belirlenecek bedel sermayenin alternatif maliyetine (fırsat maliyetine) eşit olarak algınalabilecek şekilde ele alınmıştır.

Riskin önemine ilk dikkat çeken neoklasik iktisatçılardan biri Marshall’dır. Marshall’ın analizlerinde, hiçbir açıdan istisnai özelliği olmayan, ortalama bir firma tarif edilmektedir. Temsili firma ve temsili koşullar, rakiplerinden üstün olan büyük firmaları, tekelci yapıları dışlamaktadır. Dolayısıyla, Marshall’ın analizinde risk, sıradan bir firmanın karşı karşıya kaldığı türdendir. Smith’den farklı olarak Marshall, riske katlanmayı, girişimcinin en önemli özelliği saymıştır. Marshall’a göre, riske katlanmanın tazmin edilmesi gerekir. Dolayısıyla, sermayenin kullanımından doğan maliyet öğeleri faiz ve amortismana, bir yenisi eklenmiş olmaktadır. Bu maliyet öğesi de tıpkı faiz, amortisman gibi, kârı hesap ederken, toplam gelirden çıkarılmalıdır. Diğer bir deyişle; kâr, sermaye için ödenen faizi, girişimcinin yönetim ve denetim görevini yerine getirmesinden dolayı ödenen ücreti ve riskin tazmini için ödenen bedeli kapsamaktadır. Hawtrey (1951)’e göre, Marshall, riskin tazminini bir maliyet öğesi sayarak, açıklanması gereken kalıntıyı küçültmüştür.

Clark’ın statik durum analizinin eleştirildiği en önemli çalışmalardan biri, Knight (1921)’ın iktisat yazınında çok tanınmış tezidir. Knigth, sözü edilen çalışmada, “varsayımsal iktisat” dediği statik duruma dayalı analizi eleştirirken, neoklasik öğretinin itibarını zedelemeyeceğini de belirtmiştir. Knight (1921)’a göre, maliyetle fiyatın eşitlendiği, kârın olmadığı bir durum ancak kazara ortaya çıkar. Gerçek dünyada “tam” değil, “gerçek” rekabet vardır ve maliyet ve fiyat arasında - pozitif veya negatif olabilmekle birlikte- her zaman bir marj bulunur. Knigth’a göre kâr bir “kalıntı gelir” olmaktan çok, gerçek hayattaki belirsizlik nedeniyle, gerçekleşmesi “şüpheli” olan bir gelirdir.

Knight, riski ve belirsizliği birbirinden ayırmış; riski, ölçülebilir ve sigorta edilebilebilir belirsizlik; belirsizliği ise, ölçülemeyen risk olarak tanımlamıştır. “Teorideki rekabet” ile “gerçek rekabet” arasındaki farkın kaynağı belirsizliktir ve bu tam bilgiye ulaşmanın önündeki engeldir. Belirsizlik altında, ekonomideki aktörler

bilgilerine (knowledge) değil, yargılarına (opinion) güvenerek karar alırlar. Kârların ortaya çıkmasının sebebi, yargılardaki kesinsizliktir.

Knight (1921, III.IX), gelirleri “sözleşmeye dayalı olan” ve “kârlar” olmak üzere ikiye ayırmıştır. Girişimciler, pazarda mallarını satmazdan çok önce, üretken hizmetlere (örneğin emeğe) ödenecek bedeller için beklentilerine dayalı olarak, sabit oranlarda sözleşmeler yaparlar. Yargılara, yani beklentilere göre karar almak yalnızca işveren tarafında oluşmaz. İşçi de, işverenin kendisine ne kadar ücret ödeyebileceğini dikkate alarak, pazarlığa katılır. Kârlar beklenenler ile gerçekleşenler arasındaki farktan doğar. Bu nedenle, kârlar, hem biraz hesaplamaya dayalı hem de şansa bağlıdır.

Weston 1950 yılına ait bir çalışmasında, Knigth’ın geliştirdiği belirsizlik kuramını ele almıştır. Weston’a göre kârlar, beklenen ve gerçekleşen gelirler arasındaki farktır ve işlevsel olmayan bir gelir türü, öngörülmeyen kalıntıdır. Buna karşılık, diğer bütün gelirler, bir üretim faktörünün işlevinden doğarlar ve öngörülürdürler. Belirsizliğin olmadığı bir ortamda, bütün önceki anlaşmalar geleceğin şimdiden bilinişine göre yapılırdı ve kârlar ortaya çıkmazdı. Weston’a göre, kârlar bu şekilde tanımlanınca, neoklasik okulun ekonominin yapılanışı içinde kârlara yakıştırdığı bütün geleneksel işlevler -firmaların kâr ençoklaştırması amacına göre hareket etmeleri gibi- değerini yitirir. Weston’a göre, firmalar kârlarını değil, net gelirlerini ençoklaştırma peşindedirler. Weston’ın kârdan farklı bir şey olarak tanımladığı net gelirler -bir kısmı beklendik bir kısmı öngörülmeyen- iki ayrı ögeden oluşmaktadır. Buna göre, kârlar net gelirlerin öngörülmeyen kısmıdır (Weston, 1950’den aktaran, Knight, 1951).

Murad (1951) Weston’ı eleştirmiş, kâr ve net gelirlerin iki farklı kavram gibi tanımlanmasına itiraz etmiştir. Murad’a göre, her ikisi de aynı şeye karşılık gelir ve geleneksel olarak kâr adını alır. Murad’a göre; Weston’ın belirttiği gibi firmalar eğer net gelirlerini ençoklaştırma amacını güdüyorlarsa, net gelirler içindeki öngörülür (beklendik) kısım, sadece bekleyerek ve umarak artırılabilir, ki bu anlamsız bir açıklamadır.

Murad (1951), Weston’ın girişimciye yüklediği “son karar verici” olma özelliğini ve bu özelliği bir üretim faktörüymüş gibi ele alışını da eleştirmiştir. Onun bu eleştirisinin, geleneksel üretim faktörlerinin dışında pek çok yeni üretim faktörü icad eden neoklasik bakış açısına genel bir eleştiri olduğu söylenebilir. Murad’a göre bir şeyin üretim faktörü sayılabilmesi için üretime katkıda bulunması, üretim sürecinde bir işlevinin olması, üretilen mal ve hizmetlerin miktarını arttırması, kısaca, katma değer yaratması gerekir. Oysa, karar alma süreci, üretimin yapılıp yapılmayacağı ve ne kadar üretileceği ile ilgilidir. Son kararlar, maliyetlerden arta kalan geliri ençoklaştırmaya yönelik kararlardır ve kimi zaman üretimi kısmak yoluyla gelirleri arttırmayı hedef alırlar; bu sebeple, son karar veriş, bir üretim faktörü sayılamaz.

Weston, 1954 tarihli çalışmasında ise, Knight’ın belirsizlik kuramını yeniden gözden geçirmiş ve amacının, kuramın ele aldığı kavramları daha anlaşılır kılmak olduğunu belirtmiştir. Sözü edilen çalışmada, Weston, üretken hizmetlere yapılan ödemeleri ikiye ayırmıştır. Ücret, emeğin hizmetine karşılık yapılan ödeme; kira, sermaye malının kullanımı için yapılan ödemedir. 9 Faiz ise, bir sermaye malı edinmek üzere borç alınan fon nedeniyle, fonu ödünç verene yapılan ödemedir. Faiz ve kira, ödünç alınan ve mülkiyette bulunan sermayenin alternatif biçimde kullanılmalarından doğan, iki ayrı faktör geliridir. Kâr ise, Weston’a göre, planlanmış toplam ürün planlanmış toplam maliyetten saptığında ortaya çıkan kalıntıdır. Üretken hizmetlere yapılan her türlü ödeme, içinde kâr öğesini barındırır. Kâr kendi başına ayrı bir gelir kategorisi olmayıp, bu üç işlevsel gelir öğesinin her birinde varolan, işlevsel olmayan kısımdır. Diğer bir deyişle, her üretken hizmet gelirinin işlevsel (fonksiyonel) ve işlevsel olmayan iki öğesi bulunmaktadır. Kâr her türlü faktör gelirinin içindeki işlevsel olmayan öğedir.

Davis (1952) bu bakış açısı içinde kârları beklenmedik ya da öngörülmeyen değil de, “izafe edilmemiş” gelir olarak adlandırmanın daha doğru olacağını

9 Weston, sermayenin kullanımı nedeniyle yapılan ödeme için İngilizce’deki “rent” terimini kullanmıştır. İktisat yazınında toprağın geliri için kullanılan aynı sözcükten ayırt edebilmek için, burada “rent” terimi, kira sözcüğü ile ifade edilmiştir.

belirtmiştir. Eğer bir endüstride kâr varsa, belli bir gecikmeyle yeni firmalar endüstriye girecek, yeni fiyatlar oluşacak, ücretler yükselecektir. Dolayısıyla kârlar, belirli bir gecikmeyle gelir öğeleri içinde pay edilecektir. Dengenin hiçbir zaman oluşmadığı, gecikmenin her zaman varolduğu dikkate alınırsa; izafe edilmemiş bir gelir olarak, kârların daima varolduğu kabul edilmelidir.

Weston (1954: 158), belirsizlik kuramında, kârın, kendi başına bir bölüşüm kategorisi sayılmadığı için kaynak dağılımı mekanizmasını çalıştıracak, iktisadi kararlara yön verecek bir değişken olma özelliğini yitirdiğini belirtmektedir. Weston, kâr için iki yeni işlev tanımlamıştır. Bunlardan birincisi; kârın planların gerçekleşmelerden saptığının bir göstergesi olması; diğeri ise, dizi kararlarla beklentileri yeniden gözden geçirmek için bir gösterge teşkil etmesidir. Weston’a göre gerçek hayatta her zaman varolan belirsizliğin kaynağı yenilikler ve dışsal şoklardır (savaşlar, tercihler ve yasal düzenlemelerdeki ani değişmeler gibi). Weston’a göre kârı, belirsizlik yüklenmenin ödülüymüş gibi algılamak doğru değildir. Belirsizliğe katlanmak pasif bir etkinliktir, üretken değildir. Oysa, belirsizlik altında, yenilik yapmak gibi, aktif etkinlikler ortaya çıkmaktadır. Weston, böylece, belirsizliğin olmadığı bir ortamda ortaya çıkmayacak olan önemli iktisadi davranışlara dikkat çekmesi nedeniyle belirsizlik kuramını yüceltmiştir.

Dolayısıyla, Weston belirsizlik kuramını, Schumpeter’in yenilik kuramıyla birleştirmiştir. Yenilik, yeni bir ürün yaratmak veya süreç geliştirmektir. Yenilik yapmak, girişimciliğin en zorlu etkinliklerinden biridir. Bu nedenle, yenilik yoluyla kazanılan kâr, girişimcinin hakkıdır. Yenilik taklit edilip de kârların yok olmaması için, girişimci sürekli olarak yenilik yapar. Yenilikler nedeniyle, ekonomi durağan durumdan uzak kalır. Girişimcimin yenilik yaratma eğilimi, ilerlemenin motorudur; kâr ise bunun ödülüdür (Weston, 1954).

Naples ve Anlanbeigui (1996)’ya göre kârın yenilik kuramı, üretim faktörlerinin marjinal verimliliğine göre ödendiğini öne süren standart yaklaşımla çelişmektedir. Çünkü, özellikle büyük firmalarda yenilik sayesinde kazanılan kârlar,

yeniliği yaratanlara, yani kârın oluşmasını sağlayan üretim faktörlerine değil, firma sahiplerine kalmaktadır.

Murad (1951)’a göre, tüm geleneksel (neoklasik) kâr kuramları gibi belirsizlik kuramı da atomistik yönelişlidir; diğer bir deyişle, bireysel firmalara odaklıdır. Firmaların içinde bulunduğu rekabetçi ortam dikkate alındığında “belirsizlik” olgusunun önem kazanması şaşırtıcı olmamaktadır. Ancak yine de, belirsizlik kuramı, bir kuram olma niteliğinden uzaktır; yalnızca, kârın aslında çok iyi bilinen bir özelliğini, belirsizliğini, öne çıkararak yazındaki tanım üzerinde bir iyileştirme yapmaktadır.

Kârın açıklanmasında, neoklasik yaklaşım içinde çok fazla kabul görmemiş açıklamalardan biri ise, Hawtrey (1951)’nin kârı satış gücünün, satış yeteneğinin bir ödülü olarak sayan açıklamasıdır. Hawtrey (1951)’e göre, pazarlama üretimin ayrılmaz bir parçasıdır. Sanayicinin; birincisi üretmek, ikincisi de ürettiğini satmak olmak üzere, birbirinden ayrılmaz iki işi vardır. Her ürün, belli bir gereksinimi karşıladığı savını içinde barındırmaktadır. Pazarlamanın görevi, ürünle, ürüne gereksinim duyduğu düşünülen tüketiciyi buluşturmaktır. Hawtrey kârın -ister bir teknik ilerleme sonucunda maliyetlerde gerçekleştirilen bir düşüş sayesinde, ister Marksist iktisatta olduğu gibi, emeğin sömürüsü sayesinde ortaya çıktığı kabul edilsin- gerçekleşmesini ve büyüklüğünü belirleyen şeyin, satış hacmi olduğunu ifade etmiştir. Oysa, kârın kaynağı olan artı değerin oluştuğunun söylenebilmesi için yalnızca üretim aşamasının tamamlanmış olmasının yeterli olmadığı, malın satılmasının gerekli koşul olduğu Marksist kuramda da belirtilmektedir (Gouverneur, 2007). Dolayısıyla; satış, kârın ortaya çıkmasını sağlayan beceri konusu değil, emeğin fazla çalışması sayesinde yaratılan değerin iktisaden anlam kazanması için gerekli koşuldur.

Buraya kadar bazı kâr kuramları incelenmiş, bu yapılırken konuya ilişkin temel çalışmalar kapsanmıştır. İktisadi kârların önemli bir açıklaması, tekellerdir. Tekel, bazen yenilikle de eşleştirilmektedir (Naples ve Anlanbeig, 1996). Ancak burada tekelci kâr kuramı ihmal edilmiştir. Bunun sebebi, kendi lehine fiyat

belirleyerek kârını artıran tekelcinin özel bir durumu temsil ediyor olmasıdır. Oysa Gouverneur (2007; 78)’ın belirttiği gibi, sermaye sahipleri “ “normal” rekabet ve denge koşullarında da kâr ederler” ve açıklanması gereken budur. Buraya kadar incelenen kuramlar, kârları bu bakış açısı içinde ele alanlardır. Benzer şekilde, kârların ekonomideki tekel derecesine bağlı olduğunu, diğer bir deyişle tek bir nedenden ileri geldiğini öne süren makro ekonomik kâr kuramları da kapsam dışında tutulmuştur.10 Belirtilen kapsam içinde kalan markup konusu, yalnızca markup oranı ile kâr oranı arasında bir karşılaştırmanın yapıldığı, Bölüm 1.4.’de ele alınmıştır.

İzleyen kısımda, sırasıyla, klasik kuramda kâr oranı, klasik kuramın çağdaş yorumunda kâr oranı ve görgül yazında kâr oranının tanımına ve ölçümüne ilişkin tartışmalar ele alınmakta ve bazı ülkelerde kâr oranı gelişmini inceleyen araştırmalardan bulgular özetlenmektedir. Klasik kuramın çağdaş yorumu ile kastedilen, Marksist geleneğin izindeki çağdaş iktisatçıların görüşleridir. Bu çalışmanın uygulama bölümüne, bu iktisatçılar tarafından oluşturulan analitik çerçeve yön göstermiştir.

1.2. Kâr Oranıyla İlgili Kuramsal Yaklaşımlar