• Sonuç bulunamadı

Yazı öncesi resimlerde çokça bulunan hayvan betimlemelerine kıyasla insan betimlemeleri daha az sayıda ve daha ayrıntısızdır. Bu durum, tarih öncesi insanının bilinç durumunun dört boyutlu uzay zaman sürekliliğine yakınlığına dair bariz bir kanıttır. Yine tarih öncesi dönemde görülen yarı insan-yarı hayvan betimlemeler estetik bir yaratımdan ziyade; ilkel insanın kendini dünyadan belli bir ölçüde soyutlamış düşünce biçimiyle açıklanabilir. Antik insan betimlemeleri, insanın psikolojik anlamda erken dönem bilişsel gelişiminde kendi benliğinin farkına varmasının, kendisi ve dış dünya arasında temel bir ikici anlayış geliştirmesinin antropolojik ölçekteki izdüşümleri gibidir. ‘Kendi üstüne düşünme’ insan bilincinin ayırt edici noktasıdır ve kendi bedeninin sınırlarını da bu sayede aşabilmiştir.

“Resmin ilk konusu hayvanlardı. Ve en baştan başlayıp Sümer, Asur, Mısır ve ilk dönem Yunan resminde devam eden bir çizgide, bu hayvanların tasvirleri olağanüstü derecede hakikidir. İnsan gövdesinin tasvirinde eşdeğer bir "gerçek-gibi"liğe ulaşılması için bin yılların geçmesi gerekmiştir. Başlangıçta insanın yüzleştiği, var olandı.” (Berger,

Görsel duyum özelinde nesneleri diğer nesnelerden ayıran, ayırt edilebilir olanı seçici bir yönelimle ilgi nesnesi ve sonuç olarak soyutlama haline getiren koşulların başında; renk, hareket, zemin-nesne karşıtlığı gibi bir dizi fenomen yatmaktadır. Tarih öncesi resmin esas konusu olan av hayvanı; yiyecek, ısınma gibi yaşamsal ihtiyaçları karşılama doğrultusunda insan için görsel anlamda ayırt edici özelliklere sahiptir. İnsanın hayvanı yemesiyle kurduğu diyalektik, canlılar arası ilişkilerde ortak bir durum olarak özbilincin oluşumunda bir dönüşüm noktası oluşturmaz. Tüm kültürel üretimler gibi imgenin nesnel varlığı ise, kendiliğe dair bilincin, yani özbilincin varlığını zorunlu kılar. Çünkü imge üretmek, bir imgeyi zihnin dışında gerçekleştirmek, yani onu ben olmayan’da var etmek ikinci dereceden bir soyutlamadır.

Klasik felsefe, genel bir tabirle, bir ben olarak özne ve bir ben olmayan olarak nesne’nin dolayımındaki tüm düşünsel hareket olarak kavranabilir. Felsefi ifadesini 17. yüzyılda Descartes’ın cogito’sunda; felsefi geleneğin başlatıcı öğesi olarak M.Ö. 5. yüzyılda Sokrates’te göreceğimiz öznellik alanı (Bumin, 2001: 100), tarih öncesinde ise insana özgü dışavurumlarla varlığına dair kanıtlar bırakmıştır. Tarih öncesinin teknolojisi ve sanatı bize, sosyal bilimlerde modern çağın kültürel eğilimlerinden biri olarak tanımlanan bireyselliğin antik durumuna dair kanıtları verir.

Modern varoluşumuzla kurduğumuz ilk ortaklık olan üretim edimine dayanarak “insan” diye adlandırdığımız zamanlarından itibaren insan, doğayla görece türdeş hayvansal bir varoluşun sınırlarından uzaklaşmaya başlamıştır. Örneğin, on binlerce yıl önce çizilen mağara resimlerinin içeriklerine bakılmaksızın sadece varlıkları, öznellik alanının da henüz kavramsallaştırılmamış varlığını gösterir: Resim gibi bir yaratım, zihinden ve bedenden taşıp insanın ötesinde, ‘dışarıda’ varlığa gelen imgeler meydana getirmektir. Dünyanın insandaki görüngülerinin doğaya teslimi, insan-dünya diyalektiğinin üretimle gerçekleşen çift yönlülüğünün, yani, kültürel ürünlerin ‘ikinci doğa’ olarak insan yaşantısındaki döngüsel, ilerletici etkisinin görsel alana taşınışının başlangıcıdır. Bu anlamda resim, ‘görüyorum’un ilanıdır.

Her şeyden önce insani anlamda bir üretimin ortaya çıkabilmesi için ben’in oluşması gerekecektir. Duyumsanabilir ve ayırt edilebilir olanı evrenin geri kalanından çıkarma ve kendi başına ele alma işlemi olarak tanımlanabilecek olan soyutlama yetisi, ben’in oluşumunun kurucu öğelerindendir. Ben’in oluşumu için soyutlamanın doğrudan ben’e uygulanması gerekmiştir. Kendiliğe dair kavrayışı başlatan bu düşünsel hamleyle birlikte insan; kültürel, tinsel alana açılır.

Descartes, şüphe yoluyla ben’e ulaşır: “Kuşku duyuyorum, demek ki düşünüyorum, öyleyse varım, demek ki ben düşünen bir şeyim.” (Aktaran: Baker, 2009: 174) Descartes, varoluşun ruh ve madde şeklinde iki ayrı töz olarak antik kavranışında kesin bir ölçü keşfetmiştir: Şüphe edilemeyecek tek şey, düşünen ben’in varlığıdır. Descartes’ın tüm kültürel alana uygulanabilecek olan bu formülü; hümanizm, pozitivizm, bireycilik gibi bir dizi kavramla açıklanan, en genel hattı ‘Tanrısal aklın yerini alan insani akıl’ şeklinde çizilebilen modernist kırılma noktasını oluşturur.

Kant için Descartes’ın şüpheden yola çıkarak düşünen bir ben’e ulaştığı bu formülde süreksizlik vardır: ‘Düşünüyorum’dan ‘o halde varım’a ulaşılabilmekte ancak, ‘ben düşünen bir şeyim’e ulaşılamamaktadır. ‘Düşünüyorum’dan ‘o halde varım’a geçişte belirleme (düşünüyorum) bir belirlenmemişi (varım) ima eder. Burada bir süreksizlik yoktur ancak, ‘düşünüyorum’ tarafından belirlenen ‘varım’ın hangi biçim altında gerçekleştiği belli değildir. Kant, için bu biçim, zaman biçimidir. Ve bu durum, özneyi aşkınsal bir konuma yerleştirir (Deleuze, 2000: 62).6

Öznellik alanının oluşumuna dair çığır açıcı yaklaşımlardan biri, idealizmin zirvesindeki felsefesiyle Hegel’indir. Hegel’in kültür antropolojisine göre diğer öznellik tanımları, düşünen özneler arası mesafeyi doğanın diğer nesneleriyle düşünen özne arasındaki mesafeyle aynı ölçüde tutmaya devam etmektedir ve insani anlamda bir bilincin oluşma koşullarını açıklamaktan yoksundur (Bumin, 2001: 96). Bu noktada Hegel, kendinden önceki ‘bilinç’ felsefelerine karşı ‘özbilinç’ kavramını geliştirir.

6 Bu konuya çalışmanın sinematografik imgeye dair olan kısmında zamanın yeni algılanış biçimi çerçevesinde değinilmektedir.

Hegel, Fichte’nin ben olmayan’ı ben’den yola çıkarak kavrayan öznel idealizmi ve Schelling’in insanda beliren akılla evrende nesnelleşen aklın kesiştiği ama bu kesişimin hiçbir zaman mutlak bir forma erişemeyeceğini savunan nesnel idealizminin üzerine kurduğu mutlak idealizmiyle, evrensel bilincin insanda gerçekleşmek üzere hareket ettiği ve bu yolla mutlak bir forma (mutlak tin) erişeceği görüşündedir (Hançerlioğlu, 1977: 275). Hegel öncesi bilinç tanımları, Hegel sistemindeki ‘öznel tin, nesnel tin, mutlak tin’ kavramlarından ‘öznel tin’ altında incelenir.

Hegel, bir özbilincin var olabilmesi için doğa-insan diyalektiğinden ziyade insan-insan diyalektiğinin olması gerektiğini öne sürerek özbilincin oluşumunu daha önceki felsefelerde görülmemiş bir şekilde toplumsal zemine taşır. Bu toplumsal zemin, insani üretimlerin de gerçekleştiği yerdir. Köle-efendi diyalektiği, özbilincin oluşumuna zemin hazırlayan temel ilişki biçimidir. İlk toplumsal ilişki biçimi olarak kabul edebileceğimiz köle-efendi diyalektiğinin özbilince götüren bir aşama olmasının sebebi onun insandaki isteme edimini doğal olandan yapay (insana dair) olana yöneltmesidir. Canlılarda ortak istemeler (örneğin, acıkmak) doğanın olumsuzlanmasıyla (yemek yiyerek) gerçekleşir. Ancak köle-efendi diyalektiğinde isteme başka bir bilince yönelir: Ölümle sonuçlanmayan bir kavganın sonunda kazanarak ‘efendi’ olan, kaybederek ‘köle’ olanın isteme’sini istemekte, onun isteme’sine sahip olmakta; köle ise kabul edilme’yi istemektedir (Bumin, 2001: 106). İnsanın insanı olumsuzlaması diyebileceğimiz bu durum, bir anlamda bilincin kendine dair olanı başkası aracılığıyla kavrayarak kendine yansıtması, kendine yabancılaşarak kendiliğe dair bir anlayış geliştirmesi ve buna bağlı olarak Hegel’de ifadesini nesnel tin olarak bulacak olan kültürel alana giden yolun açılmasını sağlar.

“Nesnel tinin dünyası, insanın, içinde kendini tanıyacağı ikinci bir doğa olarak nesnelleştiği ürünler dünyası, yani ahlaksal, toplumsal ve politik kuralların, kurumların dünyasıdır. Bu dünya gerçek bir dünyadır; ama bu gerçeklik maddesel değil tinseldir. Bu, mesela içinde eğitilip yetiştirildiğimiz çağımıza özgü ortamdır. Bu ortam, bu dünya, töreler, alışkanlıklar, kurumlar, devlet, hukuk, dil, düşünme tarzları, yerleşik düşünceler olarak, bireyleri aşan, onları hem derin bir biçimde belirleyen, kuşatan, hem de kendisine karşı koymak istediklerinde onları durduran ve hatta cezalandıran

ikinci doğadır. O halde, onun ilk özelliği öznel olmaması, bireyler üstü olmasıdır. Nesnel tinin ikinci özelliği tarihselliğidir: Onun tarihi kendisini oluşturan törelerin, yasaların, kurumların, toplumsal politik ve ahlaksal formların tarihidir. Başka bir deyişle, nesnel tin insanı yalnızca biyolojik bir varlık olmaktan kurtaran, onu, tek bir sözcükle söylersek, tarihsel bir varlık kılan şeydir. Nesnel tinin üçüncü ve son ayırt edici özelliği özbilinçten yoksun olmasıdır.” (Bumin, 2001: 143)

Hegel’in özbilincin kuruluşuna dair öne sürdükleri, soyutlamanın insani boyutuna dair fikir edinmemiz açısından önemlidir. Onun öznellik tanımında soyutlama, özbilinç için kurucu bir öğedir. Öte yandan bu özbilinç, toplumsal bir zeminde kaynağını bulur: Özbilinç, ancak öteki’nin varlığıyla mümkündür. Kendine yönelen düşünce olarak düşünüm (reflection), ötekinin varlığından yansıyan öznelliğin farkına varılmasıyla meydana gelir.

Özbilinç ve soyutlama, birbirlerinin kapsamlarını çokça işgal eden kavramlardır. İnsanın, doğanın şeylerini soyutlamadan önce kendisini soyutlaması gerekmiştir: İnsanın soyutladığı ilk şey kendisidir (soyutlamanın nesnel ürünlerinden yola çıkılacak olursa insanın uzuvlarıdır, aletlerdir). Özbilinci oluşturan soyut düşünüş, temelini dünyanın ben ve ben olmayan şeklinde kavranışında bulur ve bu noktadan sonra dünyanın şeylerine aynı formülün uygulanışı mümkün hale gelir. Tüm kültürel ürünler dünyası bu soyutlamayla birlikte mümkün hale gelir.

‘Temsil’ de bu ikiciliğin sonucudur. Lacan, “Öteki, özneden çıkıp mevcut hale gelebilen ne varsa hepsine hükmeden gösterenler zincirinin yer aldığı mahaldir, öznenin içinde görünür hale gelmesi gereken o canlı varlığın alanıdır.” (Lacan, 2013: 216) diyerek temsil sisteminin öteki üzerinden kurulduğunu belirtir. Lacan, Hegelci özbilinç sürecini yapısalcılığın kavramlarını ve yöntemini kullanarak yeni bir psikanaliz anlayışına dönüştürmüştür. İnsan, erken dönemlerinde kendisi ve dış dünya arasında bir ayrım geliştirmekle (ayna evresi) birlikte kültürel alana girmeye başlar. Bu alan, simgesel yapının, yani, dilin alanıdır. Ayrımdan önce bebeğin benliği, kendi vücuduyla sınırlı değildir: Beden ve dış dünya ben’e dahildir. Yani aslında ortada bir ben yoktur. Lacan’ın kuramında bu bütünsel hal, neredeyse hakiki bir varoluşa denktir. Kendini soyutlamayla başlayan yabancılaşmayla birlikte içine

girilen simgesel düzende ise her soyutlamada bu hakikatten uzaklaşılır. Ancak, hakikatten uzaklaştıran simgesel düzen, ironik bir şekilde kaynağını bütünsel hale duyulan gizli arzudan alır (Lacan, 1982: 153).

Hegel’de hakikate doğru ilerleyen öznellik, Lacan’da hakikatten uzaklaşır: Hegel’de özbilinç, mutlak bir biçime doğru evrimken; Lacan’da mutlak bir biçimin çözülüşüdür. Buradaki ayrım, dile yüklenen farklılıkta belirginleşir. Hegel’de kavram, gerçeklik ile düşüncenin uzlaşımıdır. Özbilinçli bir canlı olarak insan; kavramla, dille gerçekliği taşır ve yüceltir. Lacan’ın düşüncesini üzerine kurduğu temellerden olan yapısalcı dilbilimde ise dil, sürekli birbirine gönderen kapalı bir göstergeler sistemini oluşturur. Lacan, bu yorumdan yola çıkarak gerçekliği, dilin olmadığı doğal bir hal (bebeğin ilksel durumu) olarak tanımlar. Bunu anlayabilmek için yapısalcı dilbilimin gösterge sisteminin tekrar gündeme getirilmesi gerekmektedir.

Yapısalcı dilbilimin gösterge sisteminde dış dünyanın şeyleri ilkin, - çalışmanın ikinci bölümünde imgenin salt dışsal ve zihinsel olma durumlarının sentezi olarak tanımlanan üçüncü durumuna benzer anlamda- ‘öznel bakışla kavramlaşmış, belirli bir nesneye işaret eden şey’ olarak kavranır. Bu, dışarıdaki şeyin henüz simgeselleşmemiş imgesel bütünlüğüdür. Bu bütünlüğün dilsel karşılığı ise göstergedir (De Saussure, 1998: 109-111). Böylece, gösterge sisteminin işleyişi şu şekilde özetlenebilir: Dışarıdaki nesnel gerçeklik soyutlanarak imgeleşir, ve ikinci bir soyutlamanın imgeye uygulanmasıyla dışsal gerçeklik simgeleşir. Bu simgesel sistemin öğeleri, anlamlarını ancak öğeler arası kurulan bir referans ağıyla sağlıyor olsa da, onların dışsal bir nesnellikten kaynaklandıkları kabul edilmektedir. Yapısalcı dilbilimde dilsel öğelerinin nedensizliği, ontolojik bir nedensizlik değil; biçimsel bir nedensizliktir. Lacan’ın yaptığı ise, dili dışsal gerçeklikten koparmaktır.

Böylece, dilin öğeleri, varlığı kabul edilen dışsal şeylerle aynı varoluşu paylaşmaya başlar. Hatta, gösterenler şeyleşerek, gösterilenin (dışarıdaki şeyin) anlamsal değerini aşar. Öğelerin birbirleri üzerinden anlamlanışını sağlayan referans ağı, dışsal gerçekliği geçersiz kılan şeydir: Kapalı bir sistemde devinim mümkün değildir ve devinimin olduğu yerde anlam sabit değildir. Gösterenler, akışkandır; sürekli bir anlamlanma sürecindedir. Gösterenler, başka gösterenler için

‘nesneleşmeye’ başlamıştır. Böyle bir durumda dil, nesnel bir gerçekliğin göstergesi olamaz.

Konumuz itibariyle buradan çıkaracağımız şey, şunlar olmalıdır: Somut bir bütünlükten soyutlanmayla birlikte dünya görüşü, temel bir ikilik (özne-nesne) kavrayışıyla temellenmiştir. Bu kavrayış biçimiyle birlikte, özne, nesnenin alanına müdahale etme ve onu dönüştürme yetisine ulaşır. Burada unutulmaması gereken nokta, bütünlüğün, özne ve nesne şeklinde mutlak bir bölünmeye uğramadığı; özne ve nesne arasındaki tüm hareket için diyalektiği sürdüren kapsayıcı ve yaratıcı bir güç olarak kalmaya devam ettiğidir. Bu sebeple, öznenin biçimlendirdiği nesne de özneyi biçimlendirir: Biçimleniş, özne ve nesne için karşılıklı enformatik (in-form) bir süreçtir. Böylece, öznenin dünyadan soyutlanışı, enformasyonun nesnel taşıyıcıları olan temsillerin de bir soyutlanma sürecine girmesi anlamına gelir: Nesnel temsiller, imgelerden yazılara; yazılardan ise matematiksel semboller gibi daha soyut biçimlere doğru artan bir soyutlanma sürecine girmiştir. Matematiğin sembolleri, -örneğin sayılar- somut bütünlükten soyutlanmanın ilk aşamasına; yani bölünmeye doğrudan gönderme yapan semboller olarak temsil sisteminin en soyut biçimleri; aynı zamanda, öznenin nesneyi biçimlendirmek için kullandığı en etkili araçlardır. Bir temsil biçiminin kendi ürünü olan özne-nesne bölünmesini artan bir şekilde vurgulamaya başlaması, diyalektik bir döngünün tamamlandığı; bir ‘temsil krizi’nin gerçekleşmeye başladığı anlamına gelir.

Temsil sisteminin bu çıkmazı, bizi yeniden bir imgesel düşünce ve iletişim biçimine yönlendiren şeydir: En soyut sembolik temsiller, imgeleri meydana getiren kodları oluşturacak ölçüde nesneyi biçimlendirme gücüne ulaşmıştır. Bu sebeple, bu paradigma değişimi, tarih öncesinin imgeselliğine dönüş değildir: Simgeleşirken eksilen imgesel temsilin, yeni teknik imkanlar sayesinde mümkün hale gelişidir. Bir anlamda, Deleuze ve Guattari açısından arzunun dolaysızca özgürleşeceği alan olan Lacancı imgeselliğin (Aktaran: Sarup, 2004: 139-140) pratik karşılığını bulmasıdır: Lacan için imkanız olan ‘bütünsellik’, arzu ve düşüncenin her şeyi mümkün kılabileceği sonsuz bir yaratım yeri olma niteliğini bu yolla sürdürmeye devam edecektir.

Yeni teknik imkanlara kadar imgesel alan, büyük oranda sanatın ve -metinsel düşüncenin kavrama ve açıklama refleksiyle sanata bir ölçü getirme çabası olan- estetiğin konusu olarak kalmıştır. ‘Soyutlama’nın Wilhelm Worringer tarafından 19. yüzyılın başında; yani, bilimsel ve teknolojik bir atılımın ve muğlaklaşmaya başlayan ‘sanat’ın başlarında sanata yeniden ölçü getirme çabasıyla bir estetik kuramı olarak geliştirilmesi de bu anlamda bir tesadüf değildir.

Benzer Belgeler