• Sonuç bulunamadı

Sosyal sermaye kavramı, şimdiye dek ele aldığımız (daha çok olumlu olan) özelliklerinin yanı sıra farklı açılardan eleştirilmekte, umulduğu/söylendiği gibi “mükemmel” olmadığı ifade edilmektedir.

Sosyal sermayeye ilişkin eleştirilerin pek çoğu, sosyal sermayenin unsurları arasında ele alınan “güven” ilişkin getirilir.

“Çok boyutlu”, “her şeyi kapsayan” özellikte olmasından dolayı “muğlaklık (Sabatini, 2006:7)” taşıdığı ifade edilen sosyal sermayenin, (yine belirttiğimiz üzere) “genel güven” ile eşitlenip değerlendirilmesi tartışma konusu olmuştur.

OECD’nin (2001:45) [Putnam’ın Tek Başına Bowling’inde (Bowling Alone) ABD özelinde yaptığı “sosyal sermayenin sivil katılım ve sosyal bağlantılılık (connectedness) ölçütleri ile güven arasında yüksek düzeyde korelasyon olduğu” tespitine dayanarak ortaya koyduğu ve Pastor ve Tortosa-Ausina’nın (2008:225) da kimi çalışmalarca da kullanıldığını ifade ettiği] “güvenin, geniş ve daha kapsamlı göstergelerin yokluğunda, kabul edilebilir bir temsilci olacağı” görüşü ile özetlenebilecek olan söz konusu eşitlik; ünlü filozof Vico’nun Yeni Bilim’de (Scienze Nouva, 2007:91) sunduğu “insan zihninin kendilerine uzak ve [kendilerince] bilinmeyen şeyler konusunda bir düşünce oluşturamadığı her durumda, onlar hakkında, aşina olunan ve mevcut şeylerle hüküm vermesi” savı ve bilim felsefesi alanında düşünceleri ile ön plana çıkan [Yönteme Karşı’da (Against Method, 1999) bilimde tek bir yöntemin olmadığını ve Özgür Bir Toplumda Bilim’de (Science in A Free Society, 1991:133) “herkesin bir tek görüş etrafında

toplanması durumunda ‘Acaba?’ diyenlerin sayısının azalacağı”nı ifade eden]

Feyerabend’in “indirgemecilik’e (reduction) yönelik yaklaşımı” ile eleştirilebilinir.

Nitekim Field’ın (2006:182) Glaeser ve diğ.’nin (2000) çalışmasına atıfta bulunarak “sosyal sermayenin etkisinin araştırılmasında daha çok güvenin ölçülüyor olmasının ‘büyük boşluk4’ olarak kaldığını” belirtmesi de yukarıda değindiğimiz “eleştirilebilirliğin” bir yansımadır.

Sosyal sermayenin genel güvene eşitlenip ele alınmasına ilişkin bir diğer eleştiri de güven kavramının âdeta a priori olarak kabul ediliyor olması ve bu bağlamda, sosyal sermayenin temel göstergesi sayılan güvenin altında yatan dinamiklerin değerlendirilmemesiyle ilgilidir. Zira yapılan çalışmaların çoğunda, yalnızca (genel) güvenin varlığını sorgulayan yaklaşımlara ve bu sorgulama sonucunda ortaya koyulan güven seviyesine endeksli sosyal sermaye düzeyinin analizlerine yer verildiği görülmektedir. Bu bağlamda, Robinson ve diğ.’nin (2002:18-19) güvenin nereden kaynaklandığına ilişkin çok az sayıda çalışmanın olduğundan yakınması örnek gösterilebilir.

Değindiğimiz bu eleştiri, Durkheim’in (2004:194) “bir şeyin faydaları ile nedenlerini araştırmanın iki ayrı araştırma alanı olduğu” tespitine dayandırılabilinir. Zira sosyal sermayeye genellikle pragmatik açıdan yaklaşıldığı, bu bakımdan, sosyal sermayeyi meydana getirdiği ifade edilen unsurlarının temelinde nelerin var olduğundan çok, bireylerin (aktörlerin) [Storky ve Tempest (2005:146) tarafından, toplulukların, insanlar arasında olumlu ilişkiler kurarak karşılıklı faydanın nasıl sağladığını ortaya koymak amacıyla geliştirildiği belirtilen ve Jordan (2008:180) tarafından başarılı, dinamik bir kapitalist ekonomi oluşturan uzmanlık ve girişim için değerli bir temel olduğu ifade edilen] sosyal sermayeyi nasıl üretecekleri, amaçları doğrultusunda nasıl kullanacakları tartışılmaktadır. Örneğin güven kavramının kendi içerisinde ayrımı yapılırken bile, güvenin dinamiklerinden daha çok, kişilerin (aktörlerin) “beklentileri”nin göz önünde bulundurulması; “Coleman’ın (ve diğer pek çok araştırmacının), rasyonel bir seçim olarak görülen sosyal etkileşimleri, bireylerin kişisel çıkarları doğrultusunda izledikleri bir

4 Glaeser ve diğ., “Güveni Ölçmek (Measuring Trust, 2000:811)” başlıklı makalelerinde söz konusu “büyük

boşluk” için “great lacuna” ifadesini kullanmıştır. Bu noktada söz konusu boşluk’u, bir “eksiklik” olarak değil de “(diğerlerinin gözden kaçırılması yüzünden) anlamın kaybolması” şeklinde yorumlamak yerinde olacaktır.

değişim biçimi olarak ele alan Berker’in Rasyonel Seçim Teorisi’nden (Rational Choice Theory) faydalanmış olması (Burnett, 2006:284)” üzerinde tartışılmaya değerdir.

Benzer biçimde, “güven”, “bireyler-arası ilişkiler”, “sosyal etkileşim” gibi kavramların, kişisel çıkarların ençoklanması amacıyla kullanılıyor olduğu düşüncesiyle sosyal sermaye eleştirilmekte, (“sermaye” olarak ele alınıyor olduğuna işaret edilerek) değerlerin metalaştırıldığı ifade edilmektedir. Bu yönde sosyal sermaye, Hirschman’ın (2008) önceleri ayıplanan “para ve mal edinme, iktidar arzusu” gibi tutkuların, [ünlü fütürist Baudrillard’ın (2002:69) “rekabet, ahlaktan daha güçlüdür” görüşünün işaret ettiği “toplumsal gelişim”le gerekçelendirilerek şekilde] zamanla nasıl ahlakileştiğini, kişisel çıkarlar yönünde hareket etmenin zamanla nasıl kanıksandığını sorguladığı eserine konu edilebilecek şekilde tartışılabilinecek niteliktedir.

Değerler – çıkarlar bağlamının dışında, sosyal sermayenin “sermaye” olarak ele alınmasına bir diğer eleştiri de ekonomistler tarafından getirilmektedir. Sosyal sermayenin de bir “sermaye” olabileceğini açıklayabilmek ve diğer sermaye türleri gibi ikame edici ve tamamlayıcı özelliklerini gösterilebilmenin ekonomi biliminin gelenekleri açısından oldukça zor olması, söz konusu eleştirileri temellendirmektedir. Zira sosyal sermaye ve işleyişini değerlendirme süreci, bahsedildiği üzere, önemli ölçüde duygularla ilgilidir. Duygusal bir süreçte herhangi bir ekonomik hesaplama yapılamayacağı düşünülmektedir (Tüysüzoğlu, 2006:23). Ancak, çağdaş ekonominin sosyal ilişkilere ve bu bağlamda, duygusal süreçlere kayıtsız kalmadığı ve ekonomi teorisinin kavramsal çerçevesi uygulanırken ve kullanılırken, sosyal ilişkilerle kaçınılmaz olarak karşılaşıldığı (Sweezy, 2007:17) ve duyguların, sosyal ilişkilerin değerlendirildiği ifade edilmektedir.

Sosyal sermayenin ekonomistler açısından eleştirisi, sosyal sermayenin “sermaye” olup olmadığı ile sınırlı değildir. Sosyal sermayenin, sosyal sermayeye sahip toplumlar/toplulukların ekonomisi üzerindeki etkisi de tartışmaya açık bir konudur.

Sosyal sermayenin ekonomi ile etkileşimini ele aldığımız bölümde ortaya koyduğumuz üzere, sosyal sermayenin ekonomi üzerinde (doğrudan) olumlu etkilerinin varlığından söz edilmektedir. Ancak kimi araştırmacılar sosyal sermayenin ekonomi üzerinde olumlu etkilerinin olduğunu/olabileceğini ifade etmekle birlikte, ekonomide yaşanan olumlu gelişmelerin doğrudan sosyal sermayeye bağlanamayacağını da

belirtmektedirler. Nitekim Altay (2007:341) sosyal sermayenin tek başına kalkınma ve büyümeyi sağlayamayacağını, fiziki ve insani sermayenin miktar ve niteliğinin artırılmasına yardımcı olacağını; Callois ve Aubert (2007:810) ise, sosyal sermayenin ekonomik performans üzerindeki etkin rolünün değerlendirilmesi ile ilgili göstergelerin eksik olduğuna vurgu yaparak [ki araştırmacıların işaret ettikleri eksikliklere, sosyal sermayenin ölçülmesinde, ölçümünde karşılaşılaşılan güçlükler sıralarken değinilmişti] sosyal sermaye ile ekonomi arasında olumlu korelasyonun bulunduğu deneysel çalışmaların, sosyal sermayenin ekonomik performans üzerinde olumlu etkilerinin olduğunu göstermediğini, nedensel olarak söz konusu ilişkinin daha karmaşık olduğunun söylenebileceğini ortaya koymaktadır. Cassey ve Christ (2005) ise, Amerikan eyaletleri üzerinde, sosyal sermaye ve sosyal sermayenin ekonomik performans üzerindeki etkilerine ilişkin yaptıkları çalışmada sosyal sermayenin, üretim ve istihdamın toplu ölçümünde ayırt edilebilir bir etkisinin olmadığı ve bununla birlikte, ekonomik eşitlik ve istihdam istikrarına ilişkin ölçümler üzerinde olumlu ve önemli bir etkisinin; sosyal sermayenin zenginlik açısından “ilk koşul” olmamasının yanında, toplumcu ekonomik gelişmeyi destekleyici nitelikte hizmet veren bir parçası olduğunu belirtmektedir.

Son olarak, sosyal sermayeye (yine ekonomi bağlamında değerlendirebilecek şekilde) getirilen bir diğer eleştiriye de yer vermek gerekir ki, o da örgütsel yaklaşımdaki eksikliktir.

Sosyal sermaye hem bireysel, hem de toplumsal düzeyde üretilmesi ve kullanılması bakımından ele alınıyorken, (sivil toplum örgütleri hariç) insanların belirli amaçlar doğrultusunda bir araya gelerek oluşturdukları örgütler içerisindeki davranışların ve bir bütün olarak söz konusu örgütlerin sosyal sermaye sistemi içerisindeki yerine ilişkin değerlendirmelerin yeterince yapılmadığı görülmektedir.

İKİNCİ BÖLÜM

ÖRGÜTSEL SOSYAL SERMAYE

2.1. Örgütsel Sosyal Sermaye Kavramı

Genel olarak sosyal sermaye olgusu ile ilgili şimdiye kadar ele alınanlara dayanılarak -Pastoriza ve diğ. (2008: 331) de vurguladığı üzere- sosyal sermaye konusuna daha çok bireysel ve toplumsal düzeyde yaklaşıldığını, buna karşın örgütsel özelliklerine ilişkin (görece) az sayıda çalışmanın bulunduğu söylenebilir.

Çalışmamızın başında 1950’lerde kent sosyologları, 1960’lı yıllarda değişim teorisyenleri ve 1970’lerde ise ekonomistler tarafından (yeniden) keşfedildiği ifade edilen sosyal sermaye kavramına, ancak, 1990’lardan ortalarında ve sonunda örgütsel düzeyde (sosyal sermayenin siyasal, kurumsal ve ekonomik değeri üzerinde duran) ilginin gösterildiği ortaya koyulmaktadır (Melé, 2003:8).

Sosyal sermayenin örgütsel düzeyde bu kadar geç ele alınması (özellikle bilişim alanındaki) teknolojik gelişmelerle birlikte sınırların şeffaflaşması ve küreselleşmenin artması, böylece her alanda şiddetlenen rekabet olgusuna bağlanır. Bu bakımdan, yakın zamanda ortaya koyulan bir yaklaşım olarak sosyal sermaye ile tam olarak neyin karşılanmak istendiği de kesin değildir.

Her bir üyenin sahip olduğu kişisel kazanımlardan ziyade, [“bireysel bir mülkiyet olmasının ötesinde, örgütün tümüne ait olduğu (Preston, 2004:45)” ve “bütüncül bir yaklaşımla açıklandığı (Leana ve Van Buren III, 1999:541)” görüşüyle paralel olarak] örgütün bir bütün olmasının özelliği olduğunu belirtilen örgütsel sosyal sermaye, örgüt içerisinde sosyal ilişkileri yansıtan, üyelerin ortak amaç yönelimlerini ve paylaşılan güveni gerçekleştiren (Pastoriza ve diğ. 2008: 331), çalışanları hem işverenleri, hem de birbirleriyle tutturan bir “yapıştırıcı” (Ghitulescu ve Leana, 2006:201) olarak ifade edilmekte ve böylece ortak amaçları ve hedefleri başarmada yardımcı olan kaynak (Bayrak Kök, 2006:149) olarak tanımlamaktadır.

Bu bağlamda, Christine ve diğ.’nin (2004:219) “örgütün diğerleri ile olan ilişkisi ile kullanılabilir” olacağını ve de Nelson’ın (2002:21), “örgütlerin, karmaşık sorunların çözülmesi için örgüt içerisindeki ve örgüt dışarısındaki farklı grupları ve bakış açılarını bir araya getirebilme kabiliyeti ile varlığının ortaya koyulabileceği”ni ifade ettiği örgütsel sosyal sermayenin paylaşılan güven ve amaçlar birlikte, [bunları destekler nitelikteki] sadakat, bağlanırlık (connectivity) ve iletişime dayalı ilişkilere bağlı olduğunu ve uzun dönemde başarılı olan örgütlerin, söz konusu unsurlarda temellendiği belirtilmektedir (Starky ve Tempest, 2005:146). Böylece örgütsel sosyal sermayenin “zamanla birikebilirliği (Preston, 2004:45)” de imleşmiş olmaktadır.

Kakabadse ve Kakabadse (2005:74) ise [Chaskin ve George’un (2006:492)

örgütlerin (toplulukların) önemli yeteneklerini kavramsallaştırmak yönünde önemli bir yapı sunduğunu; Cohen ve Prusak’ın (2001:20) işbirliğini, sadakati, bilgi ve yeteneğe hızlı erişimi ve düzenli örgütsel davranışları desteklediğini; Greve ve diğ.’nin (2006:12) de denetim altında tutulan kaynakların bir araya getirilmesi açısından önemli bir kaynak olduğunu ifade ettiği] örgütsel sosyal sermayenin rekabetçi üstünlük kazanabilmenin anlamı olarak görüldüğünü; Potts (2007:17) da -bu alanda daha önceden yapılmış çalışmalara dayanarak- örgütsel sosyal sermayenin çalışanların tatminini, -Oh ve diğ.’nin (2006:571) de işaret ettiği- artan grup etkinliği ve tüm örgütsel sonuçları kapsayan daha iyi bir çalışma ortamı yaratacağını belirterek örgütsel sosyal sermayenin içeriğine ışık tutmaktadırlar.

Nihayetinde, örgütsel sosyal sermayeyi, “örgütün sahip olduğu kaynakları amaçları doğrultusunda, en iyi biçimde kullanılması için, örgüt içerisindeki çalışanlar ve birimler içerisindeki ve de örgütün dış çevresindeki diğer aktörler (rakip işletmeler, tedarikçiler, devlet, sivil toplum kuruluşları, vs.) ile işbirliğini ve eşgüdümü arttıracak; yeni kaynaklara ulaşılmasını/yeni kaynakların üretilmesini, fırsatların yakalanmasını/değerlendirilmesini mümkün kılacak etkileşimlerin sağlanması ve sürdürülmesi sonucunda elde edilen kazanım” olarak ifade etmek yanlış olmayacaktır.