• Sonuç bulunamadı

2.1. Sosyal Medya

2.1.6. Yeni İletişim Biçimleri, Özellikleri ve Toplumsal Hayata Etkileri

2.1.6.4. Sosyal Medyanın Psikolojik Etkileri

Medya uzakları yakınlaştırdıkça yani dünyayı evlerimize görsel olarak taşıdıkça fiziksel dolaşım zorunluluğunu ortadan kaldırır ama aynı zamanda yakınları da uzaklaştırır. İnsanı kendinden ve sorunlarından uzak tutar, hatta kopartır. Bu noktada hangisinin insan için daha sağlıklı olduğu sorusu, tartışılması gereken bir soruna dönüşür. Kendisini, ailesini, yakınlarını, komşularını yeterince tanımayan bir insan, medya ile evine çok uzak ülke ve kıtalardan gelen bu insanları, bu ilişkileri ne kadar tanıyabilecektir? (Çakır, 2013: 9).

Dünya Ruh Sağlığı Raporu gelişmekte olan ülkelerdeki çok yüksek psikiyatrik bozukluk ve sıkıntı düzeylerini göstermiş ve kamu sağlığı politikalarında ruh sağlığına daha çok öncelik tanıyacak düzeltmelere gidilmesi çağrısında bulunmuştur. Yeni medya araçlarının artırdığı enformasyon bombardımanı; dikkat bozukluğu, kararsızlık, unutkanlık ve şaşırma algısının azalması gibi psikolojik sorunlara yol açabilmektedir. Zihinsel yorgunluğun getirdiği ruhsal gerilim anksiyeteye hatta şiddete kadar varabilmektedir. Sosyal medyanın hiper ortamı kişilerin ekran başında harcadıkları zamanı fark etmelerini engelleyebilmektedir.

Özellikle son zamanlarda çok sık karşılaştığımız haber sunum yöntemlerinin yol açtığı olumsuz psikolojik etkilerden söz etmek gerekir. Ana haber bülteninde Gazze’de İsrail bombalarıyla parçalanmış çocuk cesetleri, acı çığlıklar, ağlayan bir anne, korku dolu gözlerle bakan diğer çocukları yayınlanırken, hemen ardından gayet dingin bir müzik eşliğinde İskandinavya’nın güzellikleri veya bir maymunun marifetleri yayınlanabiliyor. Tüm bunları izlemek durumunda kalan izleyicilerin psikolojik travmalar yaşaması neredeyse kaçınılmaz hale gelebilir. Acıları medya tarafından alınıp güvenli yerlere taşınan kişiler, çoğu zaman başka bir haksızlığa uğrarlar. Yaşadıkları zulme ait anıları (mahrem içsel imgeler) travma öykülerine

çevrilir. Daha sonra bu travma öyküleri geçer akçe haline gelir, bir tür simgesel sermaye oluşturarak maddi kaynaklarla değişime girer ve politik sığınmacı statüsü elde ederler. Kurbanların kültürel sermayesi olan yaralar, trajediler yayıncıları tarafından okur çekmek üzere kullanılır. Diğer bir etkisi de ilgimizi tüketerek kendi dünyamızdaki rutinleşmiş ıstırabı görmemizi engellemesidir (Kleinman-Kleinman, 2012: 216-218).

Wright Mills kitle iletişim araçlarının günlük hayatımızın her alanını nasıl etkilediğini anlatmakta, dış dünyayı değil, kendimizi nasıl görmemiz gerektiği konusunda açılımlar getirmekte, ‘ne nasıl olmalı’ konusunu tartışmaktadır. Mills’e göre, özel hayat kitle iletişim araçlarınca deforme edilmiştir. Richard Sennet Karakter Aşınması olarak isimlendirdiği kişiliksizleşme sorununu “bireyselleşememe” şeklinde işlemektedir. Buna göre, teknolojik dolayımlı iletişim süreçlerinde, toplumsal ilişkilerdeki sürekli değişim bireyin benliğinin de sürekli değişmesine, dolayısıyla da kişinin bireyselleşememesine yol açmaktadır (Çakır, 2013: 39-40).

Bireyselleşememenin doğuracağı, kendini gerçekleştirememe, kendini keşfedememe ve başkalarıyla dijital dışında iletişim kuramama, karar ve kontrol mekanizmasının zayıflığı gibi irade eksikliği, tıp dünyasında da tartışma konusudur. Öyle ki nörobilim alanındaki gelişmeler ‘özgür irade’nin insanlar tarafından vehmedilen bir olgu olduğunu söyleyecek kadar ileri gitmektedir. Biyolojik belirlenim aşamalarında genetik, evrimsel, hormonal, nörokimyasal ve beynin işleyişi bakımından ‘özgür irade’nin insan davranışlarını ne ölçüde etkileyebildiği araştırılmaktadır. Nöroloji Uzmanı Lütfü Hanoğlu bu konuyu “Özgür İradenin nörobiyolojisi: İllüzyon mu, gerçek mi?” adlı makalesinde tartışmaya açmaktadır. Freud’un ‘hayatımızın ölçülü yöneticileri olmadığımız, tersine hissetmediğimiz şuursuz kuvvetler tarafından denetildiğimiz’ iddiası ile Gleason Libet’in deneyini dayanak gösteren Hanoğlu, “Harekete geçme öncesindeki karar verici sistemler komplikedir. Komplike hallerde oluşan kararlar, dilsel yapılar ve beynin geniş alanlarını ilgilendiren komplike sistemlerle ilintili, şuurlu ve hür bir tercihi yansıtan hallerdir. Yalnız, bir kısım şuur dışı sistemlerin hareketlerimizde karar alıcı olarak rolleri vardır” (Hanoğlu, 2014: 15).

George Simmel’in doğal dünyadan kopuşta, hiçbir diyalektiğin çözemeyeceği çelişkin bir dinamik ilkesine göre, insanın soyutlama yetisi nesnelleştirilmiş (Adorno’nun yabancılaşma dediği şey) bir dünya, bir çevre ve ruhsal gerçeklik arasında bir bölünme vardır. Nesnelleştirme düşüncesinden yola çıkarak Simmel, dışsallaştırmalarla ‘Ben’e kendinden çıkıp kendine geri dönme, başkalarıyla yüzleşme olanağı veren nesnelleştirmelerle kendini üreten düşünsellik, deneyim ve aracılık kavramlarına dikkat çekmektedir. Bourdieu’nun oluşsal yapısalcılığına yaklaşan Giddens ise Simmel’in aksine, yapıların dışsal değil içsel biçimde oluştuklarını savunmaktadır. Buna göre Giddens, düşünsellik sorununu, yüz yüze iletişim alışkanlıklarının ve bireyler arasında uzaklık yokluğunun içine işlediği, zamanı kendinden yola çıkarak ölçen, uzamı öne çıkaran geleneksel toplumlarla uzaktan iletişim yollarım bulmuş ve zamanı uzamdan bağımsızlaştırarak yer değiştirmeyi ve soyutlaştırmayı genelleştirmiş modern toplumlar arasında bir karşıtlık yönüne kaydırır. Maigret’nin Giddens yorumuna göre, çağdaş ilişkiler giderek daha iletişimsel (burada iletişimin araçsallıkla gerçekleşen bir ilişki durumuna dikkat çekilmektedir) duruma gelmiştir. Bireyler Simmelci ya da Goffmancı, yapının düşünselliğine uygulanmış bir şemada güven ilişkilerinin kurulmasından geçerek, eylemlerin uzaktan eşgüdümünün ardından koşarlar. Ters yönde küçük gelenekler uydurarak eylemlerini yeniden yerelleştirirler ve psikolojik deneyimin dolambaçlarına girerek kendileri üzerine düşünmeye başlarlar (Maigret, 2011: 298-300).

Kuramsal yorumlar internet dolayımlı sosyal ilişkilerin ve bunların psikolojik etkilerinin yeni boyutlarını da ortaya koymaktadır. Bireyler zihinsel olarak sanal bir uzamda bulunmanın düşündürdüğü bir benlik kazanmakta, “Sanal Benlik” (Ben Agger) durumunda kalma halini her geçen zaman biraz daha fazla tercih eder ve benimser hale gelmektedir. Kapitalizmin üretim fazlasına gerek duyduğu bir aşamada yani “marjinal faydanın” azaldığı durumlarda ‘benlik’in tartışma konusu olduğunu söyleyen Agger, Marcuse’nin, benliğin bir savaş alanı haline getirildiği tespitine dikkat çekmektedir. İnternetin özgürleştirdiği yanılsamasını “siber- kapitalizm” kavramıyla belirginleştiren Ben Agger, özellikle zengin kapitalist batıda zaman ve anlam kaybının yoksunluktan daha önemli bir sorun olduğunun altını çizmektedir. İnsanların kendilerini elektronik bir biçimde oluşturdukları internetin

şeklen, yanıp sönen imge dünyasında benlik kurgusuna her zamankinden daha fazla gereksinim duymaktayız (Agger, 2011: 168-169).