• Sonuç bulunamadı

Soğuk Savaş Sonrası ABD Dış Politikasını Etkileyen Yaklaşımlar

BÖLÜM 3: ABD’NİN ORTADOĞU POLİTİKALARI VE RADİKALLEŞMEYE

3.4. Soğuk Savaş Sonrası ABD Dış Politikasını Etkileyen Yaklaşımlar

Kominizmin çöküşü, Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Soğuk Savaş döneminin sona ermesi ile birlikte birçok yeni tartışma gündeme gelmiştir. Söz konusu dönemi takiben ortaya çıkan teorilerin içeriğine bakıldığında çok daha radikal bir tutumun geliştirildiği görülmektedir. Ortaya çıkan bu yeni dönem ile beraber, modern jeopolitika teorileri doğrultusunda, jeopolitik unsurun iç ve bölgesel versiyonlarına ek olarak, küresel

85

jeopolitika unsurları ortaya çıkmıştır (İşcan, 2004: 57; İşcan, 2015). Bu durumda, ABD’nin Soğuk Savaş döneminin bitmesi ile elde ettiği küresel hegemonya ile ilgili olarak başta ABD içerisinde uzman görüşleri alınmış ve bu görüşler doğrultusunda yeni stratejiler geliştirilmeye başlanmıştır. Bunların başında; Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu”, Zbigniew Brezzezinski’ye ait “Büyük Satranç Tahtası” ve Samuel Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” teorileri yer almaktadır. İfade edilen teorilerin tamamı ABD’nin 21. yy dış politikalarında başrolde olabilmesi noktasında önem arz etmektedir.

3.4.1. Fukuyama ve “Tarihin Sonu”

Fukuyama’nın sahip olduğu liberalizm anlayışı doğrultusunda; liberalizmin hem politik hem de ekonomik bir yönü bulunmaktadır. Ekonomi sınırları içerisinde değerlendirildiğinde bireylerin göreceli olarak bağımsız olduğu düşüncesi ön plana çıkmaktadır. Söz konusu özgürlük haline karşılık devletin sınırlarının belli olması ve herhangi bir tarafının olmaması ile piyasalara mümkün olduğu kadar az müdahale etmesi gerekmektedir. Bu durumda politik liberalizm, ekonomik liberalizmin tamamlayıcısı olma rolünü üstlenmektedir. Ekonomik liberaliz kavramının içeriğinde ticaret özgürlüğü ile birlikte girişimcilik yer almakta iken, politik açıdan değerlendirildiğinde ise yönetime tam katılımın sağlanması, çoğunluğun yönetimi ve çoğulculuk gibi ilkeler ön plana çıkmaktadır. Fukuyama; demokrasi ve liberalizm kavramları birbirinden farklı anlamlar taşımaktadır. Liberal yaklaşımlar çerçevesinde bireylerin hak ve özgürlükleri noktasında devlet müdahalesinin asgari düzeye çekilmesi gerekmektedir. Buna ek olarak liberal yaklaşımların hâkim olduğu durumlarda demokrasi, iktidar sahiplerinin seçim yönteminden bağımsız olarak adil bir tutumun sergilenmemesi durumunda suistimale açık bir yönetim biçimi olma özelliğine sahiptir. Söz konusu objeler üzerinde birleştirmek sureti ile liberal demokrasiyi açıklamaya çalışan Fukuyama, özgürlüğün sürdürülebilir olması noktasında sivil haklar, dinsel haklar ve siyasal haklar olarak bir sınıflandırma yapmayı tercih etmektedir. Liberal demokrasinin hâkim olduğu ülkeler, bireyler arasındaki rekabetin uzlaşmacı bir anlayışa sahip olması nedeni ile gerçekçi, bireyler arasında farklılıkların yok edilmesi ve sınıflara ayrılmamış bir toplumun ortaya çıkması nedeni ile homojen ve vatandaşlarını yalnızca insan olarak kabul etmesi nedeni ile ise evrensel olma özelliğine sahip olmakadır (Ceylan, 2018).

86

Bu noktada teorisini “Tarihin Sonu” olması üzerinden açıklayan Fukuyama, liberalizmin Dünya genelinde muktedir olmasında değil, kapsamında yer verdiği özgürük ve bireylere vermiş olduğu değer gibi evrensel özellikler nedeni ile farklı bir ideolojinin kendisiyle meşruluk aşamasında rekabet içerisinde olamayacağını ifade etmektedir. Özgürlüklerin arkasında en fazla duran ideoloji olarak öne çıkan liberalizm uzun bir süreç içerisinde küresel ölçekte hâkim ideoloji haline gelecek ve ideolojilerin tamamı gibi daha geçerli bir ideoloji yerine gelemeyecektir. Fukuyama’ya göre liberal demokrasinin uygulamalarından ziyade temelinde yer alan düşünce önem arz etmektedir. 80’lerin sonunda Fukuyama tarafından geliştirilmiş olan teori, ABD’nin Soğuk Savaş sonrası dönem adına geliştirmiş olduğu stratejiler kapsamında, liberal yaklaşımların evrensel olması esası üzerinden ortaya çıkan liberal enternasyonalizm içerisindeki ana modellerden biri olarak görülmektedir (Hook ve Spainer, 2014: 187).

3.4.2. Huntington ve “Medeniyetler Çatışması”

Soğuk Savaş ile birlikte gelinen nokta, yerel düzeyde gerilimin tırmandığı bir dönem olmaktadır. Çift kutuplu sistemin son bulması sonrasında tek kutuplu sistem içerisinde ABD’nin olması beklenmekte iken çok kutuplu uluslararası bir sisteme geçiş yapılmıştır. Bu duruma paralel olarak özellikle Soğuk Savaş döneminin son bulduğu 1990’lı yılların başında bölgesel olma özelliğine sahip çatışmalar şiddetlenmeye başlamıştır.

İçeriğinde etnik unsurların yer aldığı çalışmalar ülke sınırlarına ek olarak uluslararası sistemin genelini tehdit edebilecek olgunluğa erişmiş bulunmaktadır. Soğuk Savaş sonrası dönem içerisinde Birleşmiş Milletler tarafından müdehale edilen uluslararası düzeydeki çatışmaların sayısı üç iken, etnik çalışmaların dâhil edilmesi neticesinde bu rakam 47 olmaktadır. Yaşanan etnik çatışmalara doğru zamanlarda müdahale edilmemesi durumunda söz konusu gerilimler hızlı bir şekilde yayılabilmektedir. Buna ek olarak söz konusu çatışmaların sürece üçüncü bir tarafın müdahalesi olmadan çözülmesi imkânsız hale gelebilmektedir (Vızdık, 2019). Çoğu zaman süreçlere müdahil olan taraflar kendi çıkarlarını önceledikleri ve bu doğrultuda gelişecek çözümler istedikleri için faydadan çok zararları olmaktadır.

Huntingon, küresel seviyede öne çıkan yedi ya da sekiz medeniyet noktasının bulunduğunu ifade etmektedir. Bu noktalar; İslam, Hint, Ortodoks, Budist, Latin,

Yahudi-87

Hırıstiyan, Çin, Japon ve Amerika medeniyetleri olarak sıralanabilmektedir. Bu listeye Afrika’nın da eklenmesi mümkündür. Huntington teorisi doğrultusunda, var olan medeniyet noktaları arasında oldukça önemli ayrışma noktaları ile karşılaşılmaktadır. Katolik-Ortodoks kesimler arasında var olan ayrışmanın, İslam ve Batı coğrafyaları arasındaki ayrışmadan daha önemli olmadığının üzerinde durarak asıl olarak İslam ve Batı coğrafyaları arasında var olan çatışmaların üzerinde durduğunu ifade etmiştir. Huntington öne sürmüş olduğu teori doğrultusunda Soğuk Savaş döneminde karşılaşılan komünist ve liberal düzenin çatışması sonlanmıştır. Bu doğrultuda “Medeniyetler Çatışması” hali hazırdaki sistem içerisinde uluslararası düzende gerçekleşen müdahalenin son boyutunu ifade etmektedir. Geliştirmiş olduğu teoride ise batı medeniyetinin refah, iyilik ve güzellik gibi temaları bünyesinde barındırdığını, doğu medeniyetinin ise tam tersi ifadeleri içerdiğini ve nihayetinde batı medeniyetinin mevcut konumunu koruması gerektiğini gerekçelere dayandırmaktadır (Silinir, 2016: 59-60). Söz konusu özellikler doğrultusunda Huntington tarafından öne sürülen “Medeniyetler Çatışması” teorisi 21. yy içerisinde ABD dış politikası sınırları içerisinde oldukça önemli bir yere sahip olmaktadır. Sonuç olarak bakıldığında ise Fukuyama ve Huntington tarafından geliştirilen teorilerin benzer çıkış noktalarına sahip olduğu ifade edilebilmektedir.

3.4.3. Brzezinski ve “Büyük Satranç Tahtası

Brzezinski tarafınan geliştirilen teoride, ABD hegomonyası doğrultusunda tarihsel süreç içerisinde ortaya çıkmış olan tüm bölgesel güçler ile uluslararası sistemde söz sahibi olmak isteyen devletler ile birlikte imparatorluklar değerlendirme altına alınmış, ABD’nın içerisinde yer aldığı duruma bağlı olarak “Satranç Tahtası” teorisi geliştirilmiştir. Brzezenski, tarihsel süreç içerisinde farklı birçok büyük çaplı devletin ortaya çıktığını, bu devletlerin ihtişamlı tarafları kadar oldukça önemli zaaflarının olduğunu da ifade etmiştir.

Geliştirdiği bu teoride hayali bir satranç tahtası üzerinden yola çıkmış ve ABD tarafından küresel liderlik konumunun muhafaza edilmesi adına jeostratejik olarak hareket edebilmenin yolları aranmıştır. Ona göre gerilimlerin yaşandığı bölgelerin güçlenmesi, birleşmelerin yaşanması ve bunlara ek olarak ABD’nin Batı coğrafyasının dışında tutulması, netice itibari ile ABD’nin oyunun dışında kalması ya da farklı bir ifade ile küresel liderliğinin son bulması olarak değerlendirilmektedir (Brezezinski, 2008: 51-56).

88

ABD dış politikasının başlıca stratejileri arasında yer alan bu teori, ABD’nin başta batı bölgesinde daha güçlü konuşlanması ve araştırmalarda izlenen yol bakımından Yugoslavya’nın dağılması sonrasında Balkanlara yönelik eğiliminin artması yönünde etkili olan faktörler arasında yer almaktadır.