• Sonuç bulunamadı

1. KÜRESELLEŞME KAVRAMI VE KÜRESELLEŞME SÜRECİ

1.2. KÜRESELLEŞME SÜRECİ

1.2.3. SİYASAL BOYUTUYLA KÜRESELLEŞME

Küreselleşme süreciyle birlikte ulus-devlet kavramı her yönüyle tekrar sorgulanmaya başlamıştır. Devleti oluşturan unsurlar da bununla beraber yeniden değerlendirilmektedir. Bu unsular ana hatlarıyla egemenlik ve kimlik unsurlarıdır. Her iki unsur da küreselleşme ile birlikte büyük ölçüde değişime uğramaktadır. Ulusların birbirlerine bağımlı hale gelmeleri ile birlikte kendi topraklarındaki tek hakim olma konumlarını sarsmakta ve uluslararası hukuk kurallarının dünya üzerinde kabul edilmesi ile birlikte devletin otoritesini de yeniden değerlendirmeye alınmasını gerektirmektedir.

54 M. Kara, a.g.e., s. 15

55 M. Aktel, a.g.e. s. 59

Liberalizm ve post-modernizm akımları ile birlikte yerel politikalar ön plana çıkmaya başlamıştır. Böylece toplumda sorunların çözümünün devletten beklenmesi yerine belirli konulara yönelik grupların ortaya çıkmasıyla sorunlara çözüm aranmakta ve sorun çözüldüğünde gruplar ortadan kalkmaktadır.56

Özellikle 90’lı yılların başından itibaren yani SSCB’nin dağılmasıyla birlikte gelişen dünya düzeninde bir tek kutuplu olma sorunu ile karşı karşıya kalındığı tartışılmaktadır. Eski Sovyetlerin sahip olduğu güce sahip olmadığı varsayılan Yeni Rusya A.B.D.’yi uluslararası arenada tek kuvvet olarak kabul etmiş olduğu bu tartışmanın çıkış noktasıdır. Bundan önceki dönemlerde siyasal anlamda SSCB önderliğindeki sosyalist ülkelerin güttüğü politikalar ile ABD önderliğinde batılı ülkelerin liberal politikaları ve serbest piyasa ekonomisi çarpışmaktaydı. Ancak yeni dönem ABD’nin tüm diğer ülkelere gerek ekonomik gerekse siyasi anlamda hükmedebileceği bir zemin hazırlamış olduğu varsayımı yaygın hale gelmiştir. Bu varsayımı destekleyen noktalar da tabi ki ABD’nin karşısında hali hazırda bir tehdit olarak duramayan ve eski Sovyetlerin gerek ekonomik gerek askeri anlamda gücüne sahip olamayan bir “düşman”ının olmamasıdır. Nitekim bundan böyle sosyalizm tehdidi neredeyse ortadan kalkmış ve yıkılan Doğu Bloku ile birlikte liberalizme olan güven artmıştır.

Küreselleşmenin tarihsel sürecine geri dönüldüğünde öncelikle ekonomik anlamda birtakım değişimlerin başladığı görülecektir. Siyasal anlamda yeniden yapılanma ise bundan sonra gelmektedir.57 Bu süreçte ulus-devletin geleneksel politika araçları giderek zayıflamakta, dünyada hemen her alanda entegrasyonun derinleşmesi ile siyasal iktidarın küresel kurumlara ve yerelleşme eğiliminin güçlenmesi ile yerel parçalara doğru

56 M. Aktel, a.g.e., s. 57

57 1990 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Meksikalı yazar Octavia Paz, New York Times’da yayınlanan bir makalesinde “Ekonomik işbirliğine yönelik gelişmelerin amacı tarihseldir. Önce büyük kıta pazarları yaratılacak, sonra siyasi bütünleşme oluşacaktır.” demektedir. Paz’dan aktaran M. Kara, a.g.e., s. 16

dağıtılması sonucu ulus-devlet iki yönlü bir baskının kıskacına girmektedir.58 Vestfalyen egemenliğin esasını teşkil eden dış otoritelerin dışarıda tutulması kuralının hukuken artık sadece sözde kalıyor olması; mutlak egemenlikten kayıtlı egemenliğe geçiş yaşandığı şeklinde değerlendirmelere yol açmaktadır.59

Bu durum da ister istemez bir yeniden yapılanma gereksinimini göstermektedir. Özellikle gelişmekte olan ülkelerdeki yönetsel yapılarda klasik devletçilik anlayışının oldukça arka plana itildiği, KİT’lerin işlevini yitirdiği bir yapıdan sözetmek yanlış olmayacaktır. Bu da iktidarın etkinliğinin yeniden sorgulanması için kuvvetli bir nedendir. Öte yandan merkez ülkeler dediğimiz sanayileşmiş ülkeler kendi ulus devlet yapılarından asla taviz vermemekte ve devletçilik ilkelerini daha da kuvvetlendirmeye çalışmaktadır.60

Gelişmekte olan ülkeler siyasi anlamda ve özellikle uluslararası arenada karar verme yetkileri sınırlandırılmış ve birçok anlaşmaya bağlı olarak hareket etmek zorunda kalmış olarak yeralmaya başlamışlardır. Artık günümüzde devletlerin, dünyadan izole bir şekilde politika inşa etmesi olanaksız hale gelmiştir.61 Esasında sözkonusu anlaşmalar gelişmiş ülkeler için de geçerli olsa da aksi durumları da ABD’nin Orta Doğu ile ilgili yürüttüğü politikalarda görebilmekteyiz. 20. yüzyılın ortalarından bu yana yani II.

Dünya Savaşının bitmesinin ardından devletler uluslararası arenadaki etkin aktörlük rolünü yitirmeye başlamış onların yerlerini BM, NATO, AB gibi uluslarüstü örgütler karar veren aktörler konumuna gelmiştir.

Küreselleşmenin post-modernizm ile olan bağlantısına dönülecek olursa devlet merkezlilikten uzaklaşarak yerelliğe olan bir eğilimden söz etmek gerekecektir. Nitekim postmodern siyaset baskıcı olmak yerine farklılıklara olumlu bakan ve koruyan bir anlayış olarak ortaya çıkmakta,

58 H. Ö. Köse, a.g.e., s. 3

59 K. Şahin, a.g.e., s. 67

60 M. Kara, a.g.e. , s. 17

61 K. Cebeci, a.g.e. , s.71

toplumda totaliter bir yapı yerine açık ve çoğulcu bir demokrasi anlayışına olumlu bakmaktadır.62 Temel hak ve özgürlüklerin yayılması, din, dil, ırk, sınıf, bölge ve kültür farkı aranmaksızın sadece vatandaş oldukları için insanlara tanınması, sosyal hukuk devletinin güçlendirilmesi gibi konular demokratikleşme konusunda üzerinde durulan noktalardandır. 63

2. KÜRESELLEŞMENİN DÜNYADAKİ GELİŞİMİNDE ROL OYNAYAN AKTÖRLER

Küreselleşme sürecinin gelişimi ile beraber dünya üzerinde gerek bölgesel anlamda gerekse kıtalararası olarak örgütlenmeler ve bütünleşmeler görülmektedir. Bu yapılanmaların ana amacı ekonomik (IMF, OPEC, NAFTA) olabileceği gibi siyasal (BM, AB) ya da sosyo-kültürel (UNICEF, UNESCO) amaçlı yapılanmalar da olabilmektedir. Ayrıca ekonomik anlamda şirketlerin de ulusal sınırları aşarak uluslararası ortaklıklar ile birlikte çok uluslu hale geldiği sıklıkla görülen bir durumdur. Oluşan bu eğilim, kaçınılmaz bir şekilde ulus devletleri dolayısıyla kamu yönetimlerini etkilemekte ve değiştirmektedir.64

Bir anlamda küreselleşmenin gelişimi ile birlikte doğal olarak oluşan bu örgütlenmeler ekonomik boyutuyla yeni bir düzen oluşturma çabası içinde olmakla birlikte diğer taraftan da düzenleyici bir takım örgütler de oluşan yeni dünya düzeninde idari yapılanmaları biçimlendirmeyi amaçlamaktadırlar. Bu gelişim sürecinde de anahtar kelimeler serbest piyasa ve yerelleşme olarak literatürdeki yerini almıştır. Sıklıkla bahsedildiği üzere serbest piyasa ekonomisi rekabeti artırmakta ve artan rekabet de yenilikleri ve dolayısıyla düzenleme gereksinimlerini de beraberinde getirmektedir. Yerelleşme ise devlet yapısının merkezden yerele kayarak otoritenin yönelimini değiştirerek idari bir reform gereksinimi yaratmaktadır. Esasında yönetsel anlamda iki taraflı bir değişim sözkonusudur. Özel sektördeki yönetsel alandaki birçok

62 M. Aktel, a.g.e., s. 57

63 Gönül İçli, Türk Modernleşme Sürecinin Günümüzdeki Yönelimi, C.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi, Aralık 2002, s. 250

64 M. Aktel, a.g.e. , s.154

yeniliğin karşılığında kamu yönetimi alanında yozlaşma(corruption) diyebileceğimiz şekilde bir değişim görünmektedir. Artık devlet otoritesi birçok konuda yetersiz ya da ağır kalabilmekteyken özel sektör bu yetersiz kalan bölgelerde nüfuzunu hızla hissettirmektedir. Buradan hareketle yeni yönetim anlayışı yönetişim(governance) olarak literatürde yerini almaya başlamaktadır.65 Küreselleşmenin bir çok olgusu bahsedilen uluslararası aktörlerin avantajına iken aynı şeyi kamu yönetiminin klasik yönetim anlayışı için söyleyebilmek mümkün olmamaktadır. Özellikle bürokrasi alanında geleneksel yapılanmaların varolabilmesi yeni dünya düzeninde varolma çabası içinde olan devletler için oldukça zor görünmektedir.

Küresel aktörler olarak nitelendirebileceğimiz bu yapılanmaları iki grup altında inceleyebilmekteyiz. Birincisi çok uluslu şirketler(ÇUŞ), ikincisi ise küresel örgütler.

2.1. ÇOK ULUSLU ŞİRKETLER

Yeni dünya düzeninde sermaye hareketliliği ulusal sınırları aşarak birçok ekonomiyi etkiler konuma gelmiştir. Bu sermaye hareketliliği içerisinde şirketler de artık tek bir ülkede varlıklarını sürdürmek yerine gerek kar maksimizasyonu gerekse maliyet minimizasyonu amaçlı olmak üzere birden fazla ülkede yerleşik konuma gelmiş ve birden fazla ülkenin sermayesini bünyesinde barındırmaya başlamıştır. Literatürde Çok Uluslu Şirketler olarak yerini alan bu yapılanmalar küreselleşmenin gelişiminde rol oynayan önemli aktörlerden biri konumuna gelmiştir.

65 Tekeli’ye göre yönetişim, (a) siyasal ve ekonomik gücün daha yaygın dağılımını içermektedir; (b) toplumu yönlendirmede sorumluluk dengesinin devletten sivil topluma kaymasını işaret etmektedir;

(c)toplumsal işlerin devlet tarafından yapılması yerine, devlet tarafından yönlendirilmesi anlayışını getirmektedir; (d) eylem kapasitesine sahip bireyleri ve aktörleri ortaya çıkarmaktadır;(e) toplumsal aktörlerin etkileşiminden doğan bir yönlendirme ve denetleme kalıbı oluşturmaktadır; (f) tek özne yerine çok aktörlülüğü, merkeziyetçilik yerine adem-i merkeziyetçiliği, hiyerarşik işbölümü yerine ağsal ilişkileri; yapan, üreten ve bunun için kaynakları ve yetkileri kendinde toplayan bir devlet yerine toplumsal aktörleri yapabilir kılan, yetkilendiren ve güçlendiren bir devleti gündeme getirmektedir.

Tekeli’den aktaran N. Özer, a.g.e., s. 46

UNCTAD’ın tanımıyla çok uluslu şirket; anonim olsun olmasın, evsahibi şirketleri ve onların iştiraklerini içeren şirketlerdir.66 Şirketlerin ulusal sınırları aşmasının nedenlerini açacak olursak; öncelikle ana ülkesindeki kaynakların yetersiz hale gelmesi ya da bu kaynakların maliyetlerinin yükselmesi önemli bir neden olarak düşünülebilmektedir.

Sanayi devriminden hemen önceki döneme dönülürse o zamanki gelişmiş ekonomilerin geri kalmış olan Afrika ve Asya kıtalarındaki ülkelere yeni kaynaklar arayışıyla gitmesini ve o bölgelerdeki kaynakları üretimde kullanmasını bu sürecin başlangıcı olarak görebilmekteyiz. Modern zamanlarda ise bu durum daha sistematik bir biçimde hem o ülkelerin kaynaklarını kullanmak hem de o ülkelerin ekonomilerine katkıda bulunmak olarak karşımıza çıkmaktadır. Tabi burada önemli bir fark da geçmiş dönemdeki aktörlerin ülkeler, şu anki aktörlerin ise şirketler olmasıdır. Bu farkın önemli bir özelliği de geçmiş dönemlerdeki sömürgecilik, işgal gibi kavramların legalitesinin olmaması ancak şu anki ÇUŞ yapılanmalarının hukuksal bir takım düzenlemelerle korunmasıdır. Kimi yazarlara göre de bu durum bir tehdit unsuru olarak da değerlendirilebilmektedir. Bu tehdit durumu şu şekilde açıklanmaktadır; ÇUŞ faaliyet gösterdiği ülkenin ve hatta ülke sınırları dışındaki bir uluslararası yapılanmanın politik gücüne etki edebilmekte ve karar verme mekanizmasında yer almamasına rağmen kendi çıkarları doğrultusunda bu mekanizmada baskı unsuru olabilmektedir.

Çok uluslu şirketlerin sermaye ve üretimin küreselleşmesini hızlandırmaları, kitle iletişim araçlarını kontrol ederek küresel düzeyde tüketim kültürünü yaymaları ve tüm iktisadi faaliyetlerde belirleyici konuma gelmeleri söz konusu şirketlerin faaliyetlerini ortaya getirdikleri etkileri dikkate değer kılmaktadır.67 Modernleşmenin getirdiği önemli değişimlerden biri de toplumların tüketim toplumu haline dönüşmesidir. ÇUŞ’lar da bu bağlamda değişime önemli katkı yapan aktörlerdir. Hemen her ülkede görülen birçok

66 E. Öncü, a.g.e, 55

67 K. Cebeci, a.g.e., s. 28

marka özellikle medyanın da itiş gücüyle neredeyse tekel halini bile almaktadır. Dünyada mevcut teknolojilerin %80’ine sahip olarak, teknoloji, yönetim ve finansman ihracını istedikleri şekilde yapmakta; ürün, üretim, pazarlama ve lojistik stratejileri ile uluslararası yatırım, bölge ve alanlarını belirlemekte, kuruluş yeri ve yatırım kararları ile ulusal ekonomilerin yeniden yapılanmasını istedikleri biçimde yönlendirmektedirler.68

Birkaç örnekle ÇUŞ’lar ile ilgili bilgiler vermek gerekirse; Mitsubishi’nin yıllık satışı Suudi Arabistan’ın milli gelirinden, General Motors’unki ise Yunanistan’ın, Norveç’in veya Güney Afrika’nın milli gelirinden daha büyüktür.69 Forbes’un yayınladığı bir raporda ise dünya üzerindeki en büyük 100 ekonomi arasında 50 ismin ÇUŞ olduğu bilgisi yer almaktadır.

Üretim teknolojilerindeki gelişmeyle birlikte çok parçalı üretimi gerektiren bir ürünün parçaları hammaddenin bulunduğu yerlere yakın topraklarda üretilerek montajı ise başka bir ülkede gerçekleştirilebilmekte ve söz konusu ürün dünyanın birçok ülkesinde şubesi, bayisi bulunan firmalarda satılabilmektedir. Söz konusu firma da bu ülkelerde kimi zaman ihracatçı kimi zaman da ithalatçı firma olarak birçok vergi indiriminden ya da muafiyetinden faydalanabilmektedir.

IBM, Microsoft gibi bilişim sektöründe yer alan ÇUŞlar ise bu alanda en çok ülkeye yayılan şirketler olarak göze çarpmaktadır. Finans alanında da bu yapılanmaların örneklerini ülkemizde de görebilmekteyiz. Daha önce değinildiği üzere ülke genelinde faaliyet gösteren bankaların %80e yakınında yabancı sermayenin yer aldığını görüyoruz. Örneğin Yapı Kredi Bankası’nın

% 50 hissesi İtalya menşeili bir finans kurumu olan Uni Credito İtaliano’nun iken, Finansbank’ın tamamının Yunanistan menşeili National Bank of Greece’in ve aynı şekilde Şekerbank’ın da bir Kazak finans kurumu ile ortaklık içerisinde olduğunu görebilmekteyiz.

68 M. Aktel, a.g.e., s. 165

69 E. Öncü, a.g.e., s. 57

Özel sektörde yer alan bu ortaklık ilişkilerinin dışında devlete ait birçok kurumun özelleştirme yoluyla ÇUŞlara devri de sözkonusudur. Tekrar ülkemizden örnekler verebileceğimiz bu konuda önemli alanlarda yapılan bazı özelleştirmelerin büyük tartışmalar yarattığı da aşikardır. Türk Telekom’un, Petkim’in, Tüpraş’ın özelleştirilmeleri bu durumun en güncel örnekleridir. Bir anlamda devlet iletişim alanındaki en büyük kurumunu yabancı bir örgüte devrederek bu alandaki olası etkinliğini kendi kendine sınırladığı yönünde büyük tartışmalar ortaya çıkmıştır. Bu tip özelleştirme faaliyetleri esasen ülke ekonomisine katkı amaçlı yapılmakla birlikte ileriki dönemlerde ekonomik getirinin idari anlamdaki götürüyü karşılayıp karşılayamayacağı titizlikle incelenerek yapılması gerektiği düşünülebilir.

Küreselleşmenin bu önemli uluslararası aktörlerinin yarattığı önemli sonuçlardan biri olan tüketim toplumu gerçeği ulusun gerek ekonomik gerekse kültürel yapısını derinden etkileyen sonuçlar doğurabilmektedir.

Nitekim birçok ülkeden yaşanan özellikle genç nüfusta kolaylıkla farkedilebilecek düzeyde görülen değişimin önemli nedenlerinden birisi tüketim kültürüdür. Bu değişim süreci de kamu yönetimlerini kaçınılmaz olarak bu küresel aktörlerin hareket serbestisini sağlayabilecek düzenlemeler yapmak ve kontrolünü sağlamak zorunluluğuna itmiştir. Bu yeniden yapılanma sürecinde öncelikli neşter yiyecek alan ise bürokratik yapılanmalar olmaktadır. Klasik kamu yönetimi anlayışında görülebilen bir ya da birkaç kişinin yapacağı iş için neredeyse bir devlet dairesi oluşturma durumunun getirdiği mali yükler bu şekilde aşılabilecektir. Buradan hareketle ÇUŞ yapılanmalarında görülen esnek ve minimalist yönetsel yaklaşımlar kamu yönetimi alanında benchmarking yoluyla uygulandığı takdirde oldukça başarılı sonuçlar alınabilecektir.

2.2. KÜRESEL ÖRGÜTLER

Küreselleşme süreciyle birlikte bölgesel bütünleşmeler, ulus-üstü (IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü) gibi yapılanmalar ve çok-uluslu şirketlerin sayı ve etkinliklerinde gözle görülür bir artış yaşanmaktadır.70 Bu örgütler kimi zaman bölgesel olabilirken (NAFTA, AB) kimi zaman da dünya düzeni ile tümden ilgili (BM, NATO) olabilmektedir.

Ekonomi ağırlıklı bu tip örgütlenmeler Tablo 5’te görülebileceği gibi, ekonomik bütünleşmeyi ve ülkeler arasındaki ticari sınırları kaldırmayı temel amaç edinmekle birlikte bir takım örgütler de siyasi ve kültürel yapılanmaları küresel boyutta düzenlemeyi amaçlamaktadırlar. Esasında pratikte görüleceği üzere ticari sınırların kalkması ile birlikte zamanla siyasi ve kültürel bütünleşmeler de gerçekleşecek olup bu örgütler birbirlerine kimi zaman doğrudan kimi zaman da dolaylı olarak bağlı duruma geleceği düşünülebilir.

Tablo 5; Dünya Ekonomisine Yön Veren Organizasyonlar

HEDEF ALAN ORGANİZASYON

Mal Dünya Ticareti GATT, WTO, IMF, DB

Sermaye Yabancı Sermaye UN, OECD

Finansman Kaynağı Uluslararası IMF, DB Finansman Sistemi

Çalışma Ekonomisi Uluslararası ILO İstihdam

Çevre Global Enerji UNEP

Ekonomisi Kaynak; Mortan, 10.10.2001

70 M. Aktel, a.g.e., s. 154

Bütünleşmelerin temeli ülkeler arasında imza edilen birer anlaşmaya dayanması nedeniyle fiziken bir örgütün varolmadığı durumlar da bulunmaktadır. Bu anlaşmalarda üye ülkeler olarak adlandırılan anlaşmada taraf olan ülkeler özellikle ticari alanda kendilerine birtakım imtiyazlar sağlayarak ekonomilerini güçlendirmeyi hedeflemekte ve dünya düzeni üzerindeki yerini sağlamlaştırarak bu yeni düzen içinde sahip olduğu söz hakkını geliştirmeyi hedeflemektedirler. Bunun için de üye olmayan ülkelere ortak olarak aldıkları kararlar gereği birtakım kotalar, kısıtlamalar getirerek bir anlamda o ülkelerin içişlerine müdahil olabilmektedirler. Ülkelere olan etkilerinin bu şekide olabilmesinin yanında uluslararası arenada pazar anlamında da oldukça geniş bir pazar yaratabilme gücüne de sahip olmaktadır bu yapılanmalar. Gelişen pazarlar beraberinde gelişen rekabet ortamını, tüketim fiyatlarındaki düşüşü, üretim yöntemlerinin gelişmesini, teknolojik gelişmeleri, istihdam olanaklarını ve alternatif tüketim mallarını getirebilecektir.

Bu tip örgütlenmeler görünüşte ekonomik liberalizasyonun gerçekleşmesi için uğraşır gözükmesine karşın, ülkelerden istedikleri uluslararası yükümlülükler, ulusal devletin egemenlik hatta demokratik yapılanmalarını da etkiler hale gelmiştir. Ekonomik açıdan bağımlı hale gelen bir devlet de ister istemez iç politikaları yönünden tavizler vermek durumunda kalarak siyasi anlamda da bağımlı duruma gelmekte ve bu da ülke sınırlarının hem ekonomik hem de idari olarak kalkmasına yol açarak bütünleşmeleri zorunlu hale getirmektedir.

Özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ortaya çıkan bütünleşme hareketleri 1945 yılında Birleşmiş Milletler oluşumu ile başlamıştır. Savaşta müttefik olan devletlerin Dünya barışı ve düzenini kurmayı amaçladığı bir örgüt olarak kurulmuştur. Esasında bugün mevcut olan birçok uluslararası örgüt BM’ye bağlı olarak faaliyetlerini sürdürmektedir. Bunlardan en önemlileri IMF, GATT, Dünya Bankası (DB), UNESCO gibi organizasyonlardır. Gerek ekonomik gerek politik gerekse sosyo-kültürel

amaçlı birçok örgütü bünyesinde barındıran BM üyeleri genel anlamda tavsiye nitelikli kararlar alınmasına rağmen bağlayıcı nitelikli kimi kararlara uymakla yükümlüdürler. Yaptırımlar da BM tarafından alınan kararlara bağlı olmaktadır. Bir uyuşmazlığın ya da uluslar arasında anlaşmazlığa yol açabilecek bir durumun ortaya çıkması halinde Güvenlik Konseyi, kendi insiyatifîyle ya da B.M. üyesi olsun olmasın herhangi bir devletin ya da Genel Sekreterin başvurusu üzerine, harekete geçebilir, soruşturma yapabilir, tarafları, kendi seçecekleri barışçı yollardan anlaşmazlıklarını çözmeye çağırabilir; her türlü uygun düzeltme, usul ve yöntemi tavsiye edebilir. 71

G-5, G-8, G-10 gibi adlandırılan ülkeler topluluğu ise asıl amacı IMF’yi fonlamak olan ve bu şekilde dünya ekonomisine yön vermeye çalışan ülkelerden oluşmaktadır. Ekonomik açıdan gelişmiş ülkeleri bünyesinde barındıran bu topluluklar sanayi anlamında diğer ülkelerin üzerinde söz sahibi olmayı başarmış gruplardır.

Yukarıda adı geçen örgütlerden güncel anlamda da çok sık duyulan bir diğer örgüt de Uluslararası Para Fonu (IMF)’dur. 1945 yılında, ülkeler arasında ekonomik işbirliğini sağlamak, serbest ticareti desteklemek, bu alandaki kısıtlamaları engellemek, döviz kurlarına kararlılık kazandırmak, ve kısa vadeli dış ödemelerdeki zorlukların çözümüne yardımcı olmak amacıyla kurulmuştur.72 Güncel anlamda birçok uluslararası finans kurumu (Moody’s, S&P, Fitch) ile bağlantılı olarak çalışan ve bu kurumların ülkelerin kredibilitesini değerlendirmelerini de dikkate alan örgüt ülkelerin finansman ihtiyacını destekleyici önlem paketleri alarak onlara finansman desteği sağlıyabilmektedir. Tabi bu önlem paketleri çerçevesinde hareket etmek durumunda kalan ülkelerin de bir takım tavizler vermesi kaçınılmaz olmaktadır. Çalışma düzeni ile ilgili kısa bir detay vermek gerekirse; IMF ülkeler ile ağırlıklı olarak stand-by adı verilen kredi anlaşmaları doğrultusunda

71DPT, Dünyada Küreselleşme ve Bölgesel Entegrasyonlar (AT, NAFTA, PASİFİK) ve Türkiye(AT, EFTA, KEİ, Türk Cumhuriyetleri, EKİT (ECO), İslam Ülkeleri) İlişkileri ÖİK:Dünyada Küreselleşme ve Bölgesel Bütünleşmeler Alt Türk Komisyon Raporu , Kitap 2, 1995, s. 52

72 DPT, a.g.e, s. 53

çalışmaktadır. Bu anlaşma gereğince üye ülkeler fonun bir kısmını kendi payları çerçevesinde bir kısmını ülkelerin fona verdiği niyet mektubu karşışığında nakdi kredi olarak kullanabilmektedirler. Bu niyet mektubunun içeriğinde de ülkenin önündeki dönemde alacağı finansal önlemler yer almaktadır.

IMF’nin iletişimde olarak çalıştığı önemli bir diğer organizasyon da Dünya Bankası’dır. Dünya Bankası uluslararası arenada temel amacı zenginlik-fakirlik dengesini kurmak olan BM’ye bağlı olarak kurulmuştur.

Dünya Bankası derin bir vadinin iki yakasını birleştirecek bir köprü yaratmaya ve zengin ülkelerin kaynaklarını yoksul ülkelerin kalkınmasına dönüştürmeyi hedeflemektedir.73 Özellikle son yirmi yılı aşkın bir süredir, gelişmekte olan ülkelerin bir çoğu dış ödemeler dengesini düzeltmek amacı ile yeni krediler elde etmek için, DB ve IMF ile müzakerelerde bulunmakta, bu ulus-üstü örgütlerden yeni kredilerin elde edilmesi sırasında neo-liberal içerikli bir dizi ekonomik, siyasal ve kurumsal reformlara başlamak kaydı ile anlaşmalar imzalamaktadırlar.74

Bölgesel örgütlenmeler açısında da ilk akla gelen örgüt Avrupa Birliği(AB)’dir. Temelleri Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’na dayandırılan bu örgüt 1957 yılında Roma Antlaşması çerçevesinde Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) adıyla kurulmuştur. Anlaşmada taraf olan ülkeler Belçika, Hollanda, Almanya, İtalya, Lüksemburg ve Fransa’dır. Kuruluşundaki temel amacı üye ülkeler arasındaki ticaret alanında varolan kimi yükümlülükleri kaldırarak üye ülkelerin kendi aralarındaki mal alım-satımını kolaylaştırmak olan örgüt bu amacının yanısıra ulaştırma, tarım gibi birçok alanda da ortak politikalar oluşturulmasını amaçlamaktadır. AB’nin bir başka önemi de BM gibi ağırlıklı olarak bir danışma makamı olarak değil alınan kararların bağlayıcılığının tüm ülkeler için geçerli olması ve birliğe üye ülkelerde

Bölgesel örgütlenmeler açısında da ilk akla gelen örgüt Avrupa Birliği(AB)’dir. Temelleri Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’na dayandırılan bu örgüt 1957 yılında Roma Antlaşması çerçevesinde Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) adıyla kurulmuştur. Anlaşmada taraf olan ülkeler Belçika, Hollanda, Almanya, İtalya, Lüksemburg ve Fransa’dır. Kuruluşundaki temel amacı üye ülkeler arasındaki ticaret alanında varolan kimi yükümlülükleri kaldırarak üye ülkelerin kendi aralarındaki mal alım-satımını kolaylaştırmak olan örgüt bu amacının yanısıra ulaştırma, tarım gibi birçok alanda da ortak politikalar oluşturulmasını amaçlamaktadır. AB’nin bir başka önemi de BM gibi ağırlıklı olarak bir danışma makamı olarak değil alınan kararların bağlayıcılığının tüm ülkeler için geçerli olması ve birliğe üye ülkelerde