• Sonuç bulunamadı

I. BÖLÜM (EKONOMİK KRİZ GENEL BİR ÇERÇEVE )

I.4. Ekonomik Krizleri Açıklamaya Yönelik Kuramsal Yaklaşımlar

I.4.1. Serbest Piyasa Yaklaşımı

Serbest piyasa yaklaşımına göre kriz olağanüstü durumları niteler. Piyasa mekanizması kendisini düzenleyen bir sistem olarak ele alındığında, ekonomik ve sosyal

alandaki aksaklıklar piyasa ekonomisinin içinde var olan güçlerce giderileceğinden devletin ekonomiye müdahale etmesi gereksizdir.

Ekonomide genel denge halinin sürekliliğini ve dolayısıyla dengesizliğin geçiciliğini vurgulayan serbest piyasa yaklaşımı, klasik ve neo-klasik görüşler başlığı altında incelenecektir.

I.4.1.1. Klasik Yaklaşım

İktisat biliminin temelleri 18. yüzyılın sonlarında kuramsallaşmaya başlayan Klasik doktrin ile birlikte atılmış, ekonomide tam rekabet koşullarının geçerli olduğu piyasa ekonomisi yaklaşımı bu dönemden itibaren literatüre girmeye başlamıştır. Klasik dönem Adam Smith ve John Baptiste Say ile başlayan başlangıç yıllarında ekonomik krizlerin açıklanmasına belirgin bir katkı sağlanamamıştır. Bu dönem, Adam Smith’in işbölümü ve uzmanlaşmanın olduğu her durumda herhangi bir ekonomik göstergenin kötüye gitmeyeceğini savunduğu dönem olmuştur. Çünkü işbölümünün son derece önemli

olduğu imalat döneminde işbölümü ve uzmanlaşma geliştikçe işçi sayısı artırılarak üretimi artırmak ve maliyeti düşürmek mümkündür.

Klasik yaklaşımı geçerli kılan dört teoriden biri olan Mahreçler Yasası’nın ‘her arz kendi talebini yaratır’ savı, paranın sadece değişimi kolaylaştıran bir araç olduğu düşüncesinde temellenmektedir. Diğer bir anlatımla satış, para sayesinde değil, diğer

mallar sayesinde yapılmaktadır. Bu durumda gerçek satın alma gücü para değil, mallar tarafından temsil edilir. Dolayısıyla, üretilip piyasaya sürülen bir mal aynı zamanda bir talep yaratmaktadır. Pazara sürülen mal miktarını karşılayacak gelir, talep olarak piyasaya yöneleceğinden, aşırı üretim krizlerinin yaşanması olanaksızdır. Arz ve talebin böylesine uyumlu işlendiği piyasalarda üretime katılan herkes yaratılan gelirden adil bir şekilde payını almaktadır. Piyasaya katılan herkes aynı anda hem alıcı hem satıcı olduğundan piyasaya sürülen her mal kendi değerine eşit bir pazar yaratır. Stoklamanın da olmadığı bu piyasada arz ve talep dengesi sağlandığından ekonomide bir bunalım yaşanmayacaktır.

Para miktarındaki değişmelerle fiyatlar arasındaki ilişkileri saptamaya çalışan Miktar Teorisi, Klasik yaklaşımı geçerli kılan bir diğer teoridir. Miktar Teorisi, ekonomide talep açığının ortaya çıkmayacağı fikrini temellendirmeye yönelik bir makro yaklaşımdır. Atıl ankeslerin bulunması sadece para piyasalarının henüz dengeye gelmediğini işaret eder. Bunun dışında para piyasaları her zaman dengeye gelir (Üstünel, 2006: 13). Klasiklerin akıl yürütme biçimi şöyle işler: Her kişi çıkarını (karını) azamileştirmeye çalışırken aynı zamanda toplumun çıkarına da hizmet eder. Aralarındaki rekabet üretim maliyetini düşürür, böylece fiyatların düşmesine yol açarak tüketicinin yararına olur; rekabet edemeyen üreticiler batar; bu da iyidir (Köymen, 2007: 25).

Smith ve Say’in ekonomik krizleri öngörmeyen yaklaşımına karşın diğer bir klasik olan David Ricardo, ekonominin zaman içinde sorunlar yaşayabileceğini vurgulamış ve herhangi bir ekonominin tabi gelişme sürecinin ardından durgunluğa gireceğini vurgulamıştır. Ekonomik durgunluk kavramına ‘azalan verimler yasası’ ve ‘rant teorisi’ yaklaşımlarıyla açılık getiren Ricardo’ya göre; kıt olan verimli toprakların yerini zamanla verimsiz topraklar alır. Emek ve sermayede de azalan verimler yasası geçerlidir. Bu iki gerçeklik bir süre sonra durgunluğa yol açmaktadır (Hiç, 1974: 4-11).

Klasik iktisat yaklaşımının ekonomik krizleri değerlendirmede kullandığı Miktar Teorisi ve Mahreçler Yasası, ekonomide tam istihdam ve tam kullanım dengesinin, piyasanın ‘görünmez el’i sayesinde herhangi bir müdahaleye lüzum kalmadan var olduğunu gösterir. Adam Smith’den Marshall’a kadar klasik iktisatçıların kendi sistematik incelemeleri içinde üstün körü bir biçimde inceledikleri ve ritmik dalgalanmalar olarak gördükleri krizler, tıpkı hastalıklar gibi ticaret ve sanayinin egemen olduğu toplumların bir koşuludur. Refah dönemlerinin muntazam ve ritmik bir şekilde krize dönüşmesi, daha sonra atlatılması ve yeniden refah dönemine yönelmesi söz konusudur (Savaş, 1997: 628).

Deprem, sel felaketi, savaşlar, siyasasi gaflar gibi dışsal faktörlerden kaynaklanan krizler, piyasa ekonomisinin işleyişini engelleyen bu koşullar ortadan kalktığında atlatılacak ve ekonomi normal seyrinde devam edecektir.

I.4.1.2. Neo-Klasik Yaklaşım

19. yüzyılın ilk yarısında iktisadi düşünceyi yönlendiren klasik iktisatçılar

krizleri, sermaye birikiminin gelişimi sırasında rastlantısal olarak ortaya çıkan kazalar olarak görmektedirler. Bu, İngiliz iktisatçı W. S. Jevans, Avusturyalı iktisatçı Carl Menger ve özellikle Genel Denge Teorisi’nin kurucusu Leon Walras’ın çalışmalarından

kaynaklanarak 19. yüzyılın sonunda kurulan iktisadi okul için de geçerlidir (Aydın, 2003:

48). Klasik okuldan Jean Baptise Say’ın açıklamalarının dışına çıkmaksızın, paranın yegâne işlevinin mübadele olduğuna ilişkin vurguyu devam ettirmiş ve “Mahreçler Kanunu” nu miras olarak almış olmasına rağmen, Neo-klasik Okul ismini almıştır.

Bugün “iktisat” olarak okutulan egemen akımı temsil eden Neo-klasikler Say

Yasası’nı Klasik Okuldan devralmışlardır. Neo-klasik modelin yapısında denge kuramsal olarak otomatiktir. Bu nedenle kriz mantıken olanaksızdır. Çünkü modelin tasavvur ettiği sistem, mükemmel işleyen bir rekabet temeli üzerine kuruludur. Kavramsallaştırılması

mümkün olmayan ancak pratikte gözlemlenen dengesizlikler ve krizler, serbest piyasa ekonomisini engelleyen dışsal faktörlerden kaynaklanmaktadır. Bu dışsal faktörler; savaşlar, deprem, sel felaketi gibi doğal afetler, siyaset politikaları gibi ekonominin işleyişi dışında gelişmekte olup bu faktörlerin ortadan kalkması durumunda, klasik yaklaşımda olduğu gibi ekonomi normal seyrine dönecektir.

Miktar Teorisi’nin temel varsayımlarını olduğu gibi alan ve teoriye yeni

yorumlar getiren neo-klasik yaklaşım, teorinin liberal düşüncelerle örtüşen yönüne ağırlık vermiş, özellikle kamu müdahalelerine karşıt bir duruş sergileyerek doğal düzen anlayışını desteklemiş ve teorinin klasik varsayımlarına ilave olarak bireyin arzu ettiği “ankes miktarı” kavramını eklemiştir. Buna göre, “para arzı arttığında bireyin elindeki para, planladığı para miktarını aşacağı için, bu miktar doğrudan harcamalara yönelecektir. Bu arada üretim artışını uyarıcı bir etken olmayınca, para arzı ve dolayısıyla harcamalardaki

artış, fiyatlarda yükselmeye neden olacaktır” (Üstünel, 2006: 18). Fiyat artışı bireyler tarafından arzulanan düzeye ininceye kadar devam edecektir. Cambridge etkisi olarak

adlandırılan bu durum, Neo-klasik İktisatçılar tarafından ekonomide neden talep açığı olmayacağının mekanizmasını açıklamak üzere kullanılmaktadır.

I.4.1.3. Yeni Liberal Yaklaşım

Yeni liberalizm (ya da neo-liberalizm), kapitalizmin 1970’lerdeki krizi aşmasını sağlayan kişisel özgürlük, bireysellik, kişisel sorumluluk, rekabet gibi retorik

kavramlar üzerine kurulu ideolojik bir formasyon olarak doğmuştur. Neo-liberalizm, devletin ekonomiden elini çekmesi ve tam rekabet şartları altında piyasayı özel sermayenin yönetmesi gerektiğini savunur. 1929 Ekonomik Buhranı ile tarihe karışmış olan “bırakınız

yapsınlar” şiarı neo-liberalizm ile yeniden uygulama alanı bulmuştur. Buna göre, toplumsal refahın maksimizasyonu serbest piyasa şartlarında olacaktır ve ekonomideki her türlü sorun, doğal olmayan tekellerin (örneğin sendikalar) piyasaya müdahalesinden

kaynaklanmaktadır (Erdoğan, 2011).

1973 krizinin analizini yapan neo-liberaller, 1980’den başlayarak Keynes’in talebe önem ve öncelik veren analizine karşı “arz eksenli” iktisat politikalarının yatırımları artıracağını ve ekonomileri istikrara kavuşturacağını iddia ediyorlardı. Bu politikaların işleyiş mekanizması ise şöyle idi; özel sektörün vergileri indirilecek, böylece maliyet düşecek, girişimcilere ucuz kredi sağlanarak özel sektör yatırımları artırılacak, böylece işsizlik azalacak dolayısıyla mal ve hizmetlerin arzı artacak, sonuç olarak fiyatlar düşecek ve enflasyonla mücadele edilmiş olacaktı.

Neo-liberal politikanın ekonomideki somut görünümlerinden birkaçı şu şekilde sıralanabilir: hükümet harcamalarının azaltılması, kamu hizmetlerinin satılması (özelleştirme), üretimin baskı altına alınması ve devlet düzenlemelerinin olanaklar

ölçüsünde ortadan kaldırılması. Bu politikalar 1980’lerden itibaren ABD, İngiltere, Almanya gibi ülkelerde Reagan, Thatcher ve Kohl gibi liderler tarafından; IMF’den borç

almak durumunda kalmış ülkelere sert bir biçimde uygulanmıştır.

Türkiye’de ise, 24 Ocak 1980 Kararları olarak bilinen neo-liberal yapısal dönüşüm kanlı 1980 Darbesi ile gerçekleştirildi. Devletin ekonomideki payını küçültmeye yönelik tedbirler alınmış, % 33 oranında devalüasyon yapılmış, tarım ürünlerindeki destekleme alımları ve bir dizi sübvansiyon kaldırılmış, dış ticaret serbestleştirilmiş ve yabancı sermaye yatırımları teşvik edilmiştir.