• Sonuç bulunamadı

I. 4.1.3.3 Rasyonel Beklentiler Yaklaşımı

I.4.2. Müdahaleci Yaklaşım

Kriz kuramlarında farklı görüş ve katkılarının oluşmasının en önemli nedeni 1929 Dünya Bunalımıdır. Nitekim kapitalist ekonomilerin karşılaştığı en derin bunalım

olan 1929 bunalımı, yeniden canlanma yaratması beklenen politikaların hiçbirinden etkilenmeden yayılmış; iktisadi sistemde yeniden canlanma yolu kendiliğinden bulunamamıştır. Genel ekonomik dengenin daima geçerli olduğu klasik iktisadi varsayımı çürütür nitelikte olan krizin dünya çapına yayılması ve oldukça uzun bir süre devam etmesi, dönemin iktisat politikalarının sorgulanmasını gündeme getirmiştir. Özellikle, Say Yasası’nın temel varsayımı olan arz-talep ilişkisinin, geçici dengesizliklere dışarıdan müdahale olmaksızın genel dengenin yeniden sağlanabileceğine ilişkin kabulüne dayanan

iktisat politikası yetersiz kalmıştır. Daha öncesinde de bilinmekle beraber dikkate alınmayan Keynes’in ekonomik ilkeleri 1929 bunalımının temel nitelikleri ile birleşerek dikkate alınır olmuştur. Denilebilir ki; Keynes bu büyük buhranla doğmuş bir iktisatçıdır.

Keynesyen görüş ve politikalar 1960’lı yıllara damgasını vurmuş, 1970’li yıllara gelindiğinde bu politikalar üstün konumunu yitirmiştir. Birlikte seyreden yüksek

enflasyon ve işsizlik geleneksel para ve maliye politikalarının işlevselliğini zedelemiştir.

I.4.2.1. Keynesyen Yaklaşım

1929 krizinin hemen öncesinde oluşan ve krizin meydana gelmesine neden olan gelişmeler, aşırı sermaye birikimine bağlı üretim artışıyla başlamıştır. Bireylerin tüketim olanakları bu üretim artışı ile aynı doğrultuda gelişim göstermemiş, bu da üretim kapasitesi kullanım oranının hızlı bir şekilde azalmasına neden olmuştur. Kar oranlarının azalması ile eşdeğer olan üretimdeki düşüş, iflasları ve beraberinde işsizliği getirmiştir.

Keynes’e göre kapitalist sistemin işleyişinden kaynaklanan bu istikrarsız ortam yalnızca devletin müdahalesi ile istikrarlı hale gelecektir.

Keynes, analizlerini kriz olgusundan çok, konjonktür (çevrim) veya iktisadi dönüm olarak adlandırılan kavramlar üzerinden yapmaktadır. Buna göre çevrimlerin belli başlı nedenleri tüketim eğiliminde ve sermayenin marjinal etkinliğinde meydana gelen dalgalanmalardır. Sermayenin marjinal etkinliğindeki dalgalanmalar yatırımcıların geleceğe dair beklentileri ile ilgilidir ve yatırıma yönelmenin unsurlarından biridir. Dolayısıyla üretken sermaye, beklenen getiri arasındaki konjonktüre bağlı olarak değişmektedir. Keynes, öngörülerin yanıltıcılığını öne sürerek, konjonktürün genişleme döneminde sermayenin marjinal etkinliği düşmesi gerekse bile, sermaye maliyetinin ve faiz oranının yükselmesine oranla beklentilerin daha yüksek seviyede olduğunu ortaya koymuştur. Diğer bir deyişle kar oranı, çevrimlerin genişleme döneminde aşırı yatırım durumu yaratmaktadır. Karşılanamayan yüksek beklentiler, yerini yatırım yapma talebinin durmasına yol açacak bir krize bırakacaktır. Böylece kriz, sermayenin iskonto edilmiş getirisi ile faiz oranı arasındaki farkın ortadan kalkmasından ve sermayenin marjinal etkinliğinin ani düşüşünden kaynaklanmaktadır.

Özetle, Keynes’in bakış açısıyla kriz şu şekilde betimlenebilir; “yükselen konjonktür ortamında, iktisadi ajanlar tarafından genellikle öngörülmeyen ve çoğu zaman şiddetli ve ani olarak meydana gelen bir olay”(Yılmaz, Kızıltan, & Kaya, 2005: 83). Keynes’e göre kriz, faiz oranlarının yükselmesinden değil, sermayenin marjinal verimliliğindeki ani düşüşten kaynaklanmaktadır.

Bunalımdan çıkış mekanizmasının merkezine “yetersiz efektif talep” kavramını koyan Keynes’e göre; depresyon döneminde para talebi eğrisi sonsuza yaklaştığından

nominal faizler belirli bir noktadan sonra daha aşağı inemez. Bu durumda, konjonktürün bu döneminde para arzı artırılarak nominal faiz oranı belirli bir noktadan sonra düşürülemez. Depresyon ortamında likidite tuzağı olmasa bile faizler düşürülerek yatırımı artırmak mümkün olmamaktadır. Çünkü yatırımların faiz esnekliği sıfırdır. Bu durum, sermayedarları yeni yatırımlar yapmaya yöneltmektedir. Nominal faiz ve ücretlerin çok düştüğü depresyon dönemlerinde üretim maliyetleri düşse bile sermayenin marjinal etkinliğinin düşmesinden dolayı kapitalistler üretim artışına girmeyecektir. Beklentilerin düşmesi gelir ve tüketimin de kırılmasına yol açacak ve bu durum kendi kendini besleyen bir kısır döngü haline gelecektir.

Keynesyen yaklaşımın ekonomik krizlere ilişkin analizlerinin sonucu olarak; depresyon konjonktüründe para politikasının etkin olmadığı görüşüne varılabilmektedir. Bunun yerine, toplam efektif talebi artırmak, işsizliği azaltmak ve ekonomiyi canlandırmak için bütçe açıkları vererek hükümet harcamalarını artırmak gerekmektedir. Dolayısı ile Keynes, konjonktür devresini yükselen istikrara çevirmek için kamu harcamalarından özellikle altyapı harcamalarının önemli ölçüde artırılması ve böylece insanlara iş ve gelir sağlanmasını önermektedir.

1933 – 1939 yılları arasında bu önlemler ABD’de kısmen uygulama alanı bulmuş, ancak alt yapı yatırımları yeteri kadar artırılmadığı için krizden tam anlamıyla çıkış 1940’da II. Dünya Savaşı’nın patlaması ile gerçekleşmiştir. 1940 yılı bu bağlamda

Keynesyen kriz kuramının pratikte doğrulandığı yıl olarak tarihe geçmiştir (Yılmaz, Kızıltan, & Kaya, 2005: 86).

I.4.2.2. Post-Keynesyen Yaklaşım

Post-Keynesyenlerin önerdikleri ekonomi anlayışı somut gerçeklikle ilgili olup Parasal Üretim Ekonomisi kavramına ve tarihsel zaman anlayışına dayanır. Para ‘tül’ değildir ve üretimin başından sonuna kadar her aşamasında vardır. Her şeyin bilinmesi imkânsızdır ve belirsizlik hâkimdir. Geleceğin belirsiz olması ise paranın önemini artırmış, paraya gelecekle bugün arasında bir köprü vazifesi yüklemiştir. Öngörülmeyen şokların ve krizlerin sık sık ekonomileri vurması ve para kaynaklı dalgalanmaların ekonomileri bir bütün olarak etkilemesi Post Keynesyenleri haklı çıkaran olgulardır (Yavuz & Tokucu,

2006: 159). Krizlerin oluşumunda etken olan piyasa aksaklıklarının giderilmesinde Post- Keynesyen yaklaşım, Keynesyen yaklaşımın izinden giderek, devletin ekonomiye müdahale etmesinin ekonomik ve sosyal istikrarı sağlamak açısından önemli olduğuna vurgu yapmaktadır. Piyasa aksaklıklarının ortaya çıkış nedenleri konusunda Keynesyen yaklaşımla görüş ayrılıklarına düşmekle birlikte, toplam talebi düşürecek politikaların ekonomide işsizliği körükleyeceği ve büyümeyi yavaşlatacağı yönünde ortak bir noktada buluşmaktadır. Buna göre, toplam talebi yükseltmekle birlikte gelir politikalarına da ağırlık

verilmelidir. Post-Keynesyen ekonomistler gelir politikalarının gerekli olup olmamasından ziyade, bu politikaların daha etkin bir biçimde nasıl yürütülebileceği üzerinde durmuşlardır.