• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 3: YAZINSAL ÇEVİRİ VE İLETİŞİM

3.3. Yazın Çevirisine Yönelik Yaklaşımlar

3.3.2. Schleiermacher ve Yazın Çevirisi

Schleirmacher çeviri tarihinde ilk kez sözlü çeviriyi yazılı çeviriden ayırmıştır. Schleiermacher çeviri yöntemlerini belirleyici unsur olarak metin türlerini ortaya koymaktadır. Metin türlerini ise sanatsal ve bilimsel olarak bir sınıfa ve gündelik kullanımlı metinleri ise ikinci bir sınıfa ayırır. Bu ayrımı ise metin türlerinin işlevleri sayesinde gerçekleştirir. Çevirmenliğin ise sanatsal ve bilimsel metinleri çevirmek olduğunu belirtmiştir. Tercümanlığın (Dolmetschen) ise iş yaşamındaki ticari ve yasal metinlerin aktarılmasında yapıldığını vurgular. Sanat ve bilimsel metinlerde ise okurun yazara götürülmesi yöntemini benimser.

Yazınsal metinlerde, sözün nesneye egemen olduğunu belirtir, çünkü burada yazarın yaratıcılığının ön planda olduğu gerçeği vardır. Sözün değerinin ise çevirmenin kendinden bir şeyler katması ile oluşacağını savunur; ama aynı zamanda çevirmen ne kadar da kendinden bir şeyler katarak, yaratıcılığını ortaya koyarak erek kültürde etki yaratmaya kalksa da, hiçbir zaman ana dildeki etkiyle aynı olamayacağını savunur (Göktürk, 2006:18-19).

Çeviride uyarlama yönteminin özellikle sanatsal metinlerde daha yatkın olduğunu söyler ve bu yöntemle aslında kaynak dildeki etkinin erek okurda oluşmasını amaçlar. Schleiermacher, çeviri yöntemini belirleyenin amaç olduğunu vurgular (Kurultay, 1985:191). Amacın ise iki kapsamı vardır Schleirmacher’e göre; birincisi çevirinin bitirilmiş bir ürün olarak hizmet edeceği amaç ve ikincisi de çevirinin üretim sürecinde oluşacak ürüne vermek istediği özelliklerle ilgili olarak ulaşmak istediği amaç.

Schleiermacher’in iki önemli çeviri yöntemi vardır. Bunlardan birincisi “okuru yazara götüren yöntemdir”. Bu durumda önemli olan okur kitlenin yabancı olana açık olmasıdır. Zaten açımlama ve uyarlama yöntemlerini toplumu çeviri metnine hazırlama olarak görmesi bu kapsamda değerlendirilmelidir. Bu öncü yöntemler sayesinde toplum yabancı olana açık hale getirilebilir ve sonrasında okuru yazara götüren yöntem benimsenebilir. Eğer toplum yabancı olana kapalı bir toplumsa, ikinci yöntem benimsenerek “yazarın okura götürüldüğü yöntem” tercih edilebilir. Aynı zamanda çeviri yapılacak diller bir birine yakınsa, yazar okura gidebilir (Kurultay, 1985:193).

Diğer taraftan Göktürk, bu tür ayrımın günümüzde önemini yitirdiğini, yerine hangi okur, hangi yazar, hangi tür bilgi gibi konuların önem kazanmaya başladığını söyler. Bunun sebebini ise iletişim çağına girmiş olmamızla, farklı uzmanlık alanların gelişmesi ve bu alanların bir biriyle bir bilgi alışverişine girmiş olmasına bağlar (Göktür, 2006:20).

3.3.2.1. Hermanötik Çeviri

Hermaneutik, Türkçeye “Yorumbilim” olarak geçmiştir. Bu çeviri yöntemini Schleiermacher ileri sürmüş ve Hermaneutik çeviride, çevirmenin kendisini kaynak yazarın yerine koyması gerekliliğini vurgulamıştır. Çevirmen bu şekilde kaynak metin yazarı gibi düşünme ve hissetme olanaklarına sahip olup, yazarın aslında anlamsal olarak neyi kast ettiğini tespit etme olanağı bulabilecektir.

Schleiermacher’e göre metni kavrayabilmenin yolu “yorumbilimsel döngüden” geçmektedir. Çevirmen metnin bütününü anlayabilmesi için metnin parçalarına hakim olması gerekir, diğer taraftan metnin parçalarına hakim olması gerekir ki metnin bütününü bilsin (Stolze, 1992:47). “Bu durumda çevirmen, metnin en küçük birimlerinden, sözcüklerden başlayıp dilbilgisi kurallarına ve metne gitmeli, sonra yine metinden en küçük birimlere dönmeli ve ‘yorumbilimsel döngü’yü tamamlamalıdır” (Kuran, 2010:49).

Elbette bu çözümleme işlemini kaynak metinle dialoga girerek gerçekleştirmelidir. Kaynak metinle dialoga girmekse, kaynak metnin göstergelerini çözme suretiyle olur. Yine çözülen bu kaynak metin göstergelerin erek metin göstergelerine düzgülenerek bağlanması gereklidir. Bu sayede iki dil ve kültür arasında bir iletişim gerçekleşecektir (Stolze, 1994:183 aktaran Kuran, 2010:61).

Unutulmaması gereken husun ise, Kant’tan beri bilgi kuramının nesnel ölçütler getirmeye çalışması ve doğayı olduğu gibi anlamaya kalkışmasının Hermaneutik ile artık öznel bir anlama biçimine dönüşmüş olmasıdır (Tosun, 2007:181). Nitekim yorumbilimsel döngü de bu çerçevede, yazarın öznelliğine inebilmeyi gerektirmekte ve oradan satırlara aktarılan nesnelere, düşüncelere ve olgulara, kısaca tüm evrene bakabilmelidir.

Yazın çevirisinde Stolze, metinlerin yorumbilimsel yöntemler sayesinde çözümlenmesinden yanadır. Buna göre metinleri beş kategoride incelenebileceğini sölyler: 1. Konu olarak; bunlar konunun anlaşılmasına yardımcı olacak metin dışı ön bilgilerin toparlanmasını kapsamaktadır. Örneğin, yazar, yayınevi, yayın yeri, kaynak ve kaynak metnin kaleme alındığı zaman hakkında ki bilgilerdir. 2. Anlambilimsel olarak; sözcük anlamlarının iyi bilinmesi ve ortaya çıkarılması, sözcük birimlerin hangi bağlamda kullanıldığının tespitinin yapılması bu kapsama girmektedir. 3. Sözcükbilimsel olarak; konuyla ilgili alan bilgisi ve tercimce çalışmasının yapılmasını kapsar. 4. Edimbilimsel olarak; aktarım yöntemi, biçemi ve metni belirleyecek olan amacın saptanması, hedef kitlenin kültür normlarını araştırmayı kapsar (Kuran, 2010:62-63).

Konu olarak incelemeye gelince, yazarın incelenmesi bunlar arasında başı çekmektedir. Nitekim metni öznel dünyasıyla kaleme alan yazardır, üçüncü bir kişi değildir. Bu bağlamda yazarın öznel algısını öğrenmek, Hermaneutik çeviri yöntemi açısından yadsınamazdır. Gadamer, öznenin tarihsel ön kabullerinden bahsetmektedir; bununla yazarın tarihselliğine nazarı indirgemekte ve dikkat çekmektedir. “Ancak Gadamer tarihsel ön kabullerin, okurun yaşadığı kültür içinde ilgili konudaki önyargılardır” demekte (Tosun, 2007:182). Dolayısıyla diyebiliriz ki, yazarın tarihsel ön kabullerini anlayabilmek adına, yazarın çevresine bir bakışla ama aynı zamanda okurun beklentilerini de eşsüremli göz önünde bulundurmak kaydıyla gereklidir.

3.3.2.2. Semantik ve Çeviri

Kaynak kültür içerisinde semantik değeri olabilen öğelerin, erek kültüre taşındığı zaman, erek okur tarafından, kaynak okur gibi ele alınmadığı, bir anlamda semantik değerinin bulunmadığı bir gerçektir. Nitekim kaynak kültürde farklı kültürel değerler, farklı anlayışlar ve sezişler, yazarında içerisinde bulunduğu kaynak kültürde anlamsal olarak okurla örtüşen ifadeler kullanma noktasında verimli kılmaktadır. Ancak aynı durumun erek kültüre aktarıldığında söz konusu olmadığını görebilmekteyiz; bu durumda erek okur için herhangi bir anlam ifade etmeyen, belki erek dil kuralları çerçevesinde doğru ama semantik olarak nötr bir değere sahip ifadeler anlamına gelebilmektedir. Çevirmenin ise kaynak kültürde semantik değeri bulunan ancak erek kültürde aynı sözcüklerin karşılığının verilmesiyle anlamsızlaşan bir durumda nasıl bir

çeviri yöntemi izlemelidir? Bu durumda işlev ağırlık kazanmaktadır, anlam her zaman karşılığını bulamayabilmektedir ve böylece erek kültürde karşılığını bulamamaktadır.

İşleve gelince, semantik karşılığının bulunamadığı bir durumda, erek kültürdeki işlev kaynak kültüre yakın veya kaynak kültürle örtüşebilecek seviyede tercih edilebilmektedir.

Semantiğin asıl elementleri sözcüklerdir, sentaks ise daha sonradan eklenen bir dil öğesidir. İnsanoğlunun bilincinde ön planda gramer kuralları yoktur, ondan önce sözcükler vardır. Bu durum ampirik olarak da Krings’in (1986) deneylerinde de gözlemlenmiştir; nitekim çeviri sürecinde başlıca sorunların semantiksel olduğu tespit edilmiştir. Dilin tüm formel kısmı çeviri sürecinde üstesinden gelinebilen bir kısım olarak karşımızda dururken, semantik sorunlar engel olarak karşımızda durmaktadır. Okurun metni algılaması için metnin küçük parçacıklarını göz önünde bulundururken, arka planda metnin tamamına bakıyor olması gerekir. Bu sayede doğru bir algılama gerçekleşebilir (Stolze, 1992:124).

Çevirmenin de birinci derecede okur olduğunu düşünürsek, erek okur kitlesinden önce, metni bir okur gibi algılaması gerektiğini görebiliriz. Bu kapsamda, çeviri sürecine başlamadan önce, yukarıda bahsettiğimiz metin parçacıklarını, yani sözcüklerini okurken diğer taraftan arka planda metinin bütünsel bağlamını da göz önünde bulundurması gereklidir.

Metnin bütüncül bir anlamı vardır, bu kapsamda sözcükler bu anlam kapsamı içerisinde kendi varlığını sürdürmek durumundadırlar. Her bir sözcük bu metnin bütüncül anlamına uygun bir yerde anlam bulmaktadır. Sözcüklerin anlamlarını algılayabilmemiz için, anlamlandırabilmemiz için, metnin bütüncül anlamına hakim olmak durumundadır okur ve nitekim çevirmen (Stolze, 1992:124).