• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 2: ÇEVİRİ YÖNTEMLERİ

2.3. Çeviri Tarihindeki Yöntemsel Yaklaşımlara Kısa Bir Genel Bakış…

2.3.8. Osmanlı Dönemi

Osmanlılar batı kültürüne karşı kendini kapadığı gibi, doğunun eski medeniyetlerinden de çeviri yoluyla faydalanmayı düşünmemiştir. Bu faydalanma belirli ölçüde olduysa da, Ülken’in de belirttiği üzere, genellikle dini kaynaklarla sınırlı kalınmıştır. Yine Ülken’e göre Kanuni ve Fatih dönemleri hariç, 3. Ahmet zamanında matbaanın kurulmasına kadar çeviriden bahsetmek zordur. Bu devir, Lale devri olarak da bilinir; batıdan çevrilen eserlerle Osmanlı düşünce dünyasında yeni bir dönem başlamıştır bu dönemde (Ülken, 1997:326).

Osmanlı’nın İslam ülkelerinin önderliğine soyunması onun dil politikalarını da etkilemiştir. Nitekim Osmanlı, tıpkı Latince gibi yapay bir dil yaratmak amacıyla, halk dilinden kopuk, Arapça, Farsça ve Türkçe dilinin toplamından Osmanlıca dilini oluşturmuştur. Bu sayede hedeflediği İslam birliğinin ortak paydasını oluşturmak istemiştir. Bu ise çevrilen eserlerin dilini kökten etkilemiştir. Elbette eserin kim için hangi amaçla çevrildiği önem taşımaktadır.

Nitekim Yazıcı bununla ilgili güzel bir örnek olarak Sadrazam Yusuf Paşanın çevirisi örnek verir: “Öte yandan Telemaque iki ayrı çevirmen tarafından farklı yöntemlerle çevrilmiştir. Sadrazam Yusuf Kemal Paşa, bu yapıtı saray edebiyatının saygınlığına uygun ‘inşa’ denilen bir düzyazı koşuk biçimiyle ve saraya ters düşecek kimi bölümleri çıkartarak çevirmiştir” (Yazıcı, 2005:46-47).

Tanzimat sonrası yazınsal alandaki çevirilerin çoğunun özgür ve öykünme şeklinde gerçekleştirildiği söylenebilir (Yazıcı 2005:47). Bu tutumun bir sebebi ise, belki o dönemde bu çevirilerin öncül niteliğinin olmasıdır. Bundan dolayı, çevrilen eserlerin belli bir niteliğe sahip olması ve başka eserlerle çekişiyor olması gibi bir durumu söz konusu değildir. O dönemde çevrilen bir eser, bir ilk niteliğinde ve denetlenebilir düzeyi çok düşük, eleştiri yöneltebilecek çevrelerin pek sesli olmadığı veya bulunmadığı dönemlerdi diyebiliriz. Bir ikinci ihtimal ise, özgür çevirinin gerçekleşmesi, erek okurun yabancılık çekmemesi ve hem form olarak zaten yabancı olanla bir de dilsel ve kültürel zorluklar ekleyerek, çeviri metnini iyice okunmaz hale getirmeme endişesi, çevirmeni özgür çeviri yapmaya itmiş olabilir. Öte yandan Yusuf Kemal Paşa örneğinde olduğu gibi, saraya ters düşebilecek ve henüz batılılaşma sürecinin başında sayılabilecek bir dönemdir. Dolayısıyla, Batı’nın düşmansı baskısının da hissedildiği bir zamanda, batıya öykünürken, dilsel ve kültürel değerleri de benzetmek büyük bir tepki çekebileceğinden, Yazıcının bahsettiği öykünerek çevirme, ancak edebi form niteliğinde bir öykünmeyeyse daha gerçekçi olacaktır.

“Batı’da görgül bilim anlayışına yol açan maddecilik, arkasından olguculuk gibi akımlarla ilgili yapıtların çevirileri ise, ya açıklamalı olarak, ya da derleme niteliğinde çevrilmiştir” (Yazıcı 2005:47). “İshak Hoca ve ekibinin çeviri edinci, ilk kez resmi yazışmalarda koşut metinlerden yararlanmalarına neden olmuştur (Yazıcı 2005:50).

Osmanlıda elçiliklerde çalışan tercümanlar aynı zamanda devlet işlerinde bilirkişi durumundaydılar. Nitekim Elçiler doğrudan Sultan’la görüşme hakkına sahip değildiler, hatta Saray’dan bir yetkili ile dahi görüşemezlerdi. Elçiliklerde bulunan tercümanların başı, birinci tercüman, Saray’da Baştercüman’la görüşürdü. Elçiler Türkçe biliyor olmalarına rağmen bu yolu izlemek zorundaydılar.

Buradan yola çıkarak, Osmanlı döneminde tercümanın hem Saray’da, hem de elçiliklerde iletişimi sağlama noktasında ne kadar değer taşıyan, önemli bir kişi olduğunu anlayabiliriz. Bu bağlamda çevirmenin devlet işlerinde kullanılması da söz konusu olmuştur. Bu durumda çevirmen güven duyulan, sorumluluk sahibi ve iletişimi aksatmayan faydalı bir kişilik olduğunu söyleyebiliriz. Böyle bir değerlendirme sonucunda, çevirmenin eksiksiz, kendi özgünlüğünden sıyrılmadan sözlü veya yazılı çeviri yöntemi izlediğini düşünebiliriz.

“Osmanlı tarafından gerçekleştirilen ilk toplu çeviri hareketi ilk olarak 3. Ahmet zamanında, yani Lale devrinde hayata geçirilmiştir. Sadrazam Damat İbrahim Paşa, her eser için ayrı bir tercüme heyeti kurarak bir çok bilimsel yapıtın Osmanlıcaya çevrilmesini sağlamıştır” (Eruz, 2010:95). Bu çeviri etkinliklerini eğitimi iyileştirme hareketi olarak görmek gerekir. Nitekim 18. yüzyılın sonlarına doğru mühendishaneler kurulmuştur ve buralarda okutulacak ders kitaplar için Osmanlıcaya eserlerin tercümesi gerekliydi. (Eruz, 2010:96) Ordu ve donanmanın güçlenmesi açısından gerekli görülen çeviriler de Türkçeye çevrilerek yeniden düzenlenen Müteferrika matbaasında basılmıştır (Eruz, 2010:96).

1877’de Encümen-İ Daniş, uzun yıllarca kurullar içerisinde yapılan çeviri çalışmalarından sonra Mecelle’yi çıkartmıştır. Bu çalışma farklı koşut metinlere bakarak oluşturulan ve aynı zamanda çevrilen bir kanun kitabıdır. Mecelle 1926 yılına kadar önemli bir kanun kitabı olarak işlev görmüştür (Eruz, 2010:103).

Özellikle üçüncü Ahmet döneminden sonra, yani 18. yüzyılın başından itibaren çeviri etkinliği bir devlet politikası çerçevesinde, batıdan geri kalmışlığın telafi edilmesi gayesiyle gerçekleştirilmeye başlanmıştır. Bu kapsamda bakıldığında yine görgül ilimlerin çevirilerine ağırlık verilmiş, dolayısıyla uzmanlık alanı gerektiren metinler olmuştur bunlar. Amaç ise Osmanlı’nın uzmanlık gerektiren alanlarındaki bilimsel

gerekli modernizasyonu sağlamaktır. Bu hareketin bir uzantısı olarak da değerlendirebileceğimiz Tanzimat dönemindeki çeviri faaliyetleri daha çok kurmaca metinlere kaymış ve bu ise çevirinin kapsamını ve hedef kitlesini değiştirmiş ama aynı zamanda çeviri yöntemini de başkalaştırmıştır. Denilebilir ki, o dönemlerde genellikle bilgi verici metinlerde sözcüğün anlamını ulaştırmak amaca yönelik bir çeviri anlayışıdır. Diğer taraftan Tanzimat başka metinlerin ele alınmasını ve çevirinin hedef kitlesinin değiştirmek suretiyle, çevirinin amacını ve bu sayede çeviri yöntemini de değiştirmiştir. Bu konuyla ilgili yukarıda detaylı bilgi vermiştik.