• Sonuç bulunamadı

Sağlık Alanındaki Uygulamalar

3.3. Türkiye’de 1980’li Yıllar Sonrasındaki Sosyal Politikaların Temel Uğraşı

3.3.3. Sağlık Alanındaki Uygulamalar

Sağlık hizmeti, hükümet politikalarının en önemli unsurlarından biridir ve vatandaşların kaliteli yaşam standardını artırmak sağlık hizmetlerini gereken şekilde iyileştirme çabalarına bağlıdır. Bu nedenle sağlığın tanım ve kapsamına bakmamız araştırma açısından faydalı olacaktır. 1948 Dünya Sağlık Örgütü (WHO) Tüzüğü’nde sağlığın tanımı şu şekilde yapılmıştır (Sağlık Bakanlığı, 2011): “Yalnızca hastalık veya sakatlığın olmaması durumu değil, fiziksel, sosyal ve ruhsal refah durumu”. Bu tanımın yaygın kullanımı ise; “sağlık, sadece hasta veya engelli olmamak değil, bedenen, ruhen ve sosyal yönden tam bir iyilik halidir” şeklindedir. Yine WHO, hükümetlerin sağlık hizmetleri konusunda sorumlu olduğunu, bu sorumluluğun sosyal politika uygulamalarıyla gerekli önlem ve düzenlemeler şeklinde gerçekleştirilebileceğini vurgulamış ve tüm bunlar WHO Anayasası’na girmiştir.

Böylelikle her bir birey ve dolayısıyla halk sağlığının iyileştirilmesinin ülkeler için titizlikle üzerinde durulması gereken bir konu olduğu söylenebilir.

“Modern toplumlarda devlet, vatandaşlarının sağlığı için yüksek derecede sorumluluk üstlenmektedir. Bu sorumluluk da çoğu sanayileşmiş ülkede sağlık hizmetlerine yönelik yüksek miktarda kamu harcaması olarak ortaya çıkmaktadır. Bu ülkelerdeki sağlık harcamalarının yaklaşık ¾’ü özel sektör tarafından karşılanmaktadır. Ayrıca devlet, kamu sağlığının gelişmesinde ve korunmasında da görev almaktadır. Devletin bu alandaki sorumlulukları, sağlığa yönelik riskleri düzenlemek ve konut sağlama, gelir desteği, eğitim, ulaşım vb. gibi sağlığa etki edecek hizmetlere yönelik kaynakları paylaştırmak şeklinde ortaya çıkmaktadır. Gerçekten de hükümetler, insanların sosyo-ekonomik durumlarının, yaşam tarzlarının ve çevresel koşullarının sağlığa etkileri ile ilgilenmektedirler…” (Alcock vd., 2011: 421).

Bu noktadan hareketle araştırmada, 1980 sonrası dönemde Türkiye’de hükümetlerin sağlık alanındaki uygulamalarını ele alarak sağlık alanındaki değişim, dönüşüm, iyileştirme çalışmalarına ve bunun yanında yaşanan olumsuzluklara değinilecektir.

1961 Anayasası ile özellikle 224 sayılı Kanun ile “halkın, temel bir insanlık hakkı olarak tanınan sağlık hizmetlerinden sosyal adalete uygun olarak yararlanmaları amaçlanmıştır” (Keyder vd. 2007: 15). “Sosyalleştirme hareketi” olarak da anılan kamusallaştırma adımlarıyla, vatandaşların temel ihtiyaçlarını cevaplamaya yönelik sosyal politika çalışmaları yürütmek ve bir nevi sosyal devlet anlayışının somut adımlarla kendini göstermesi amaçlanmıştır. Vatandaşların en temel ihtiyacı olan

sağlık hizmeti de bu anayasayla devletin sorumluluğundaki bir alan olarak karşımıza çıkmaktadır. Fakat 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi neticesinde darbe rejiminin de kararlarıyla devletçilik düşüncesi, hem hedefler hem de içerik olarak dönüşüme tabi olmuştur. Bu dönüşüm, sağlık alanında da özelleştirme uygulamalarına sıcak bakan ve özel girişimi teşvik edecek icraatlarda bulunan bir hükümet sistemiyle mümkün olmaya başlamıştır. Beş yıllık kalkınma planları (BYKP)’da da özelleştirmeye yönelik hedefler vurgulanmıştır.

Böylelikle 1961 Anayasası ile sosyal devletin bir gereği olan “vatandaşa sağlık hizmeti”nde devletin sorumluluğuna vurgu yapan anlayış, 1982 Anayasası ile bırakılmaya başlanmış, bu sorumluluğun özel girişime devredilmesi gerektiği bir anlamda yasalarla da kabul edilmiştir. Burada devletin sorumluluk rolü yerini, düzenleyen, denetleyen üst yapı rolüne bırakmıştır. “1980 sonrasında başlayan ve 1990’ın başlarında Dünya Bankası’nın raporlarında somutlanan neo-liberal strateji, refah devletinin sağlık hizmetlerinin sunumu ile ilgili düzenlemelerini köklü bir şekilde dönüştürmüş ve pazarın egemenliğinde yeni birikim rejimiyle uyumlu bir sağlık sistemini kurumsallaştırmıştır (Topak, 2012: 297). Bu neo-liberal strateji ile birlikte 1980 sonrası dönemde sağlık hizmetindeki özel sağlık harcamaları her geçen gün artmış devletin sağlık harcamaları ise gerilemiştir. Kamu hastanelerinin, sağlık kuruluşlarının ihaleler yoluyla özel sermayeye devredilmesi, özel sağlık kurumlarının vergilerinin düşürülmesi, gümrük geçişlerinde kolaylıklar gibi özelleştirme çalışmaları ilk olarak 1980 sonrası dönemde karşılaştığımız örneklerdir.

5510 sayılı uygulama yasası ile 2008’de yürürlüğe giren ve uygulanmasına 2012 yılı itibariyle başlanan Genel Sağlık Sigortası (GSS) ile ilgili ilk çalışmalar 1980 sonrası dönemde başlamış, sermayesi vatandaştan alınan ek primler ile oluşturulacağı planlanmıştır. Fakat planlamalar istendiği gibi gitmeyince bu uygulamanın fiiliyata geçirilmesi hayli uzun zaman (neredeyse 30 yıllık bir gecikme) almıştır.

Bu dönemde mevcut doktor sayısını hızlı bir şekilde yükseltmek maksadıyla YÖK’ün de aldığı kararla geçici mekânlarda ve geçici sürelerle tıp fakülteleri oluşturulmuş, normal tıp fakülteleri ise yoğun olarak öğrenci almaya itilmişlerdir. Nitelikli olmayan hekim sayıları artmış ve bu hekimlerle bir anlamda insanların sağlığı tehlikeye atılmıştır. Bunun yanı sıra önemli olumlu gelişmeler de yaşanmış, Gülhane Askeri Tıp Akademisi (GATA (2016 yılı itibariyle siyasi gerekçelerle kapatılmıştır) Kanunu, Adli

Tıp Kurumu Kanunu, Nüfus Planlaması Hakkında Kanun, Organ Nakli Kanunu, Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu (SHÇEK) Kanunu, 1980 sonrası dönemde sağlık hizmeti kapsamında çok önemli yasal düzenlemeler olarak karşımıza çıkmaktadır.

1986 yılında ANAP Hükümeti Programı kapsamında Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Kanunu (SYDK)’nun kabul edilmesi uygulaması yer almıştır. SYDK ile bir fon (Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Teşvik Fonu bildiğimiz adıyla Fak-Fuk-Fon) oluşturularak, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları, illerde ve ilçelerde faaliyete başlamış, yoksul ve muhtaç kimselere yardım ederek destek olmayı hedeflemişlerdir.

1988’de sağlık hizmeti kapsamındaki sorunları ve bu sorunlara yönelik çözümleri belirlemek için Sağlık Sektörü Master Plan Etüt Çalışması, PriceWaterhouse Şirketi’ne hazırlatılmıştır. Böylelikle tamamlanan bu çalışma 1990 yılında DPT tarafından yayımlanmış ve sağlık sektörü ile ilgili sorunlar, eksiklikler, gereksinimler, kapasite ve sorunlara yönelik çözümleri içeren kapsamlı bir açıklama niteliği kazanmıştır.

“Bütün vatandaşlarımızın sağlık sigortasına kavuşturulmasını, istedikleri hastaneden kolaylıkla yararlanmasını sağlayacak bir yapının oluşturulmasını planlıyoruz” diyen ANAP Hükümeti tarafından“1989’da ulusal bir sağlık politikası oluşturma konusunda yapılan ön çalışmalar ve 1990’da sağlık sektörünün genel planının yapılmasını izleyen yıllarda Sağlık Bakanlığı çerçevesinde Dünya Bankası kredilerinin desteğiyle reformlar hazırlanması için bir dizi etkinlik yapıldı” (Keyder vd., 2007: 118).

Yine ilk “Türkiye Ulusal Sağlık Politikası” taslak belgesi 1990 yılında hazırlanarak Dünya Sağlık Örgütü’ne sunulmuştur. Bu politikanın içeriğinde neo-liberal yeniden yapılanma için sağlıkta ne gibi dönüşümlere gidileceği konusunda temel noktalara değinilmiştir. Tüm bunların neticesinde ANAP Hükümeti sonrası başa geçen DYP-SHP Koalisyon Hükümeti döneminde 1992 ve 1993 yıllarında iki ulusal sağlık kongresi gerçekleştirilmiştir.

“I. Ulusal Sağlık Kongresi’nde başlayan çalışma grupları ile öneriler içeren bir politika dokümanı, II. Ulusal Sağlık Kongresi’nde sunulmuştur. Bu süreçte, Sağlık Bakanlığı’nın merkeziyetçi yapısının ortadan kaldırılması, yerel sağlık yöneticilerinin yetkilerinin artırılması, sağlık hizmetlerinin finansmanı, 1. basamak sağlık hizmetlerinin güçlendirilmesi, insan kaynakları politikaları ve bilgi sistemlerinde iyileştirme önerileri bulunmaktaydı. Fakat bu reformları destekleyen Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ani

ölümü ile oluşan politik ortam ve bürokratik değişiklikler nedeniyle tüm bunlar taslak olarak kalmıştır (Keyder vd., 2007: 118).

Genel tabloya bakılacak olursa ANAP Hükümeti dönemi, 2000’li yıllarda sağlık hizmeti kapsamında uygulamaya konulması planlanan dönüşümlerin, reform hareketlerinin ilk kez konuşulmaya başlandığı, adeta temellerinin atıldığı dönem olarak karşımıza çıkmaktadır. Kamu hastanelerinin tıpkı özel hastaneler gibi Sağlık Bakanlığı’na bağlı fakat kendi içinde özerk yapılara dönüştürülmesi, muayene ettiği hastadan ücret alması, ilaç sanayinin teşvik edilmesi, tedavi sürecinde alınan katkı payları ve yaşanan artışlar, hekimler arası rekabet, performans odaklı iş ve ücret gibi söylemler ANAP Hükümeti ile birlikte Türk sağlık literatürüne girmiştir.

“1992 yılında Yeşil Kart olarak da bilinen, çok düşük gelir gruplarını kapsayan sağlık güvenlik sisteminin uygulamaya sokulması, sağlık çalışanlarının sayısının artırılması, yeni tıp fakültelerinin kurulması ve tıp alanındaki akademik birimlerin sayısının 40’ı aşmış olmasını bu dönemde yapılandırılmaya çalışılan sağlık reformları arasında sayabiliriz” (Keyder vd., 2007: 118).Yeşil Kart’a benzer uygulamalar diğer hükümetler tarafından da denenmiş, “Sağlık Reformu” adı altında uygulanması planlanan bu girişimler “1991-1993 yıllarında Doğru Yol Partisi ile Sosyal Demokrat Halkçı Parti iktidarında siyasi istikrarsızlık ve fikir ayrılıkları nedeniyle hayata geçirilememiştir” (Koray ve Çelik, 2015: 77).

1989’dan başlayarak 1994’ e kadar geçen süreçte yaşanan ekonomik gelişmeler sağlık hizmetlerine de yansımış, hem hasta hem de sektörde çalışan personel haklarında iyileşmeler gerçekleşmiştir. Fakat bu durum pek uzun sürmemiş 1994 ekonomik krizi neticesinde 5 Nisan 1994 tarihinde önemli kararlar alınarak istikrarın yeniden sağlanmasına çalışılmıştır. Sağlık hizmet sektörü bu süreçte ağır darbeler almış, kurumlara devlet katkıları yok denecek bir seviyeye çekilmiş, sağlık kurumlarından kendi sorunlarını çözecek kudrete sahip olmaları beklenmiştir. Koalisyon hükümeti kanadında farklı seslerin bir türlü ortak karar alamayışı yukarıda da bahsedildiği gibi istikrarsızlıklara sebep olmuş, bu süreci ülke için çekilmez bir hale sürüklemiştir.

Araştırmanın ana eksenini oluşturan 1980 sonrası dönemde sağlık alanında iktidarda olan hükümetlerin planladığı ve uygulamaya koyduğu sosyal politika çalışmaları, Dünya Bankası’nın projelendirmesi ve uygulamaya koymasıyla en başta özel girişime bir anlamda yetki devri, Genel Sağlık Sigortası (GSS) uygulaması, hak temelli olarak sağlık hizmetlerinin en iyi seviyede vatandaşa sunulması, sağlık ocakları yerine her

aileye bir aile hekimi uygulaması şeklinde belli başlı sağlık sistemleri geliştirilmiştir.

2000’li yıllara gelindiğinde sağlıkta reform çalışmalarının yakın geçmişi gözlemlendiğinde; sağlık reformu uygulamalarında planlanan başarının elde edilemediği, özelleştirme uygulamalarının beklenen potansiyeli ve faydayı gösteremediği açıkça görülmektedir. İlaveten, uluslararası proje finansörü olarak nitelendirebileceğimiz Dünya Bankası’ndan sağlıkta reform sürecinde yüklü miktarda borç alındığı ve bu durumun ekonomik olarak ülkeyi zorlu bir dönemece soktuğu aşikârdır.

“Ak Parti Hükümetleri ile, sağlık sistemi gündeme taşınmış; Ocak 2003’te gündeme getirilen “Acil Eylem Planı ve Kamusal Yönetim Reformu” hedefleri içinde ‘Herkese Sağlık’ başlığı ile “Sağlıkta Dönüşüm Programı” (SDP) da yer almaktadır. SDP’nin amaçları; sağlık hizmetlerini etkin etkin ve üretken bir yolla, eşitlik içerisinde düzenlemek, finanse etmek ve sunmaktır. Programın temel prensipleri insan merkezli olma, sürdürülebilir, sürekli kalite gelişimi içinde paylaşımcı, gönüllülüğe dayanan, güçlerin dağılımını sağlayan bir işleyiş yaratma; yerinden yönetim ve hizmette rekabet unsurlarına yer verme olarak ifade edilmektedir” (Keyder vd., 2007: 119).

Kısaca SDP, sağlığımızı ilgilendiren ve bu alanda gündemi meşgul eden ihtiyaçlarımızı içine alan çok kapsamlı bir program olma özelliği taşımaktadır. Bir bakıma Ak Parti Hükümetleri tarafından SDP ile yapılmak istenen şey, sağlık hizmetine yönelik şimdiye kadarki tüm uygulamaları kökten dönüştürme ve çağın gereklerine uygun bir sağlık hizmeti verme isteği olmuştur.

“Daha önceki hükümetler tarafından, bahsedilen birçok nedenden dolayı başarılamayan “reform”, Ak Parti Hükümetleri’nin 15 yıllık tek parti iktidarı döneminde hayata geçirilmekte ve sağlıkta finansmandan hizmet sunumuna, ücretlendirmeden istihdam biçimlerine, kamu sağlık kurumlarından özel hastanelere kadar hemen bütün alanlar yeniden yapılandırılmaktadır” (Koray ve Çelik, 2015: 79).

Yani 2000’li yıllar öncesinde 1990’lı yılların başından itibaren “reform” adı altında planlanan dönüşümler esas itibariyle “reform” adıyla adlandırılmayan 2000’li yıllarda gerçekleştirilmektedir. Bu da demek oluyor ki planlamak, strateji geliştirmek tek başına hiçbir şey ifade etmemektedir. Bütün toplumlarda vatandaşın hükümetten beklentisi de uygulamalar, icraatlar olmaktadır. 15 yıllık Ak Parti iktidarının kalıcılığını sağlayan büyülü şeyin de bu icraatlar olduğu söylenebilir.

Farklı sosyal güvenlik kurumuna (emekli sandığı, SSK, BAĞ-KUR) bağlı olan ve

tarımsal alandaki bağımsız çalışanların aynı hastane ve doktorlardan yararlanabilme hakkı (tek tip hizmet anlayışı) yine Ak Parti Hükümet politikaları kapsamında eşitlik ilkesi gözetilerek düzenlenmiştir. Hükümet’in 2005 yılı itibariyle SSK’nın Sağlık Bakanlığı’na devrini gerçekleştirmesi ve bu kurumu tasfiye etmesi de bu noktada etkili olmuştur.

Yine sağlık hizmetleri kapsamında var olan bir diğer yapı olan sağlık ocaklarının dönüşümüne yer verecek olursak:

“1961 Anayasası 224 Sayılı Kanun ile sağlık hizmetlerinin sosyalleştirilmesi amacıyla ülkenin ulaşılabilir her noktasına sağlık ocakları açılmıştır. Sağlık ocakları genelde bulaşıcı hastalıklarla mücadele, aşılama, anne ve çocuk sağlığı gibi alanlarda hizmet vererek önemli başarılar sağlamıştır. Fakat SDP ise 1. basamak sağlık hizmetlerinde

“aile hekimliği”ni öngörmüştür. Bu çerçevede 13 Aralık 2010 tarihi itibariyle Türkiye genelinde aile hekimliği uygulamasına geçilmiştir” (Koray ve Çelik, 2015: 80).

Aile hekimliği uygulamasının sağlık ocaklarından genel olarak farkı, doktorun, hastayı her anlamda tanıyabileceği, hastanın bugüne kadar almış olduğu bütün sağlık hizmetlerine anında ulaşabildiği ve ilgilendiği hastalık çeşidinin daha fazla olduğu bir yapı olmasıdır.

İlk olarak 1946 yılında adı geçen ve 1980’li yıllar itibariyle taslak programların hazırlandığı, fonlar oluşturularak vatandaştan ek ödemelerle primlerin alındığı fakat uygulanması 30 yılı bulan Genel Sağlık Sigortası (GSS) uygulamasına da yine SDP kapsamında Ak Parti Hükümetleri döneminde geçilmiştir. 1 Ekim 2008 tarihinde yasalaşan ve 2012 yılı itibariyle uygulamaya konan GSS, “prim ödeme esasına dayalı ve prim taban ücreti asgari ücret, tavan ücreti ise asgari ücretin 6,5 katı olan her vatandaşa bir sağlık sigortası uygulamasıdır. Devlet, primi ödeyemeyecek kadar yoksul olanların GSS primini ödeme yükümlülüğünü kişinin yoksulluğunu belirlenen şartlarda kanıtlamasıyla üstlenebilmektedir” (Koray ve Çelik, 2015: 81). Devletin belirlediği yoksulluk ücret aralığını 1 TL bile geçmiş olan kişi GSS primini ödemek zorundadır. Bu noktada sistemin ne kadar hakkaniyetli davrandığı eleştirilmelidir.

“663 sayılı kanun ile Sağlık Bakanlığı’na bağlı Türkiye Kamu Hastaneleri Kurumu (TKHK) kurulmuş ve illerdeki bakanlığa bağlı tüm hastanelerin birleştirilmesiyle kurulan Kamu Hastane Birlikleri (KHB) bu kuruma bağlanmıştır. Bugün artık KHB’ler için öncelikli amaç ‘hasta yararı’ değil, işletmeye dönüştürülen hastanelerin kazancı/karıdır.

Yine SDP kapsamında ‘performansa dayalı döner sermaye ödeme sistemi’ uygulamasına

geçilmesiyle birlikte en çok hasta bakan ve en fazla tıbbi işlem yapan” (Koray ve Çelik, 2015: 83-85)

ve bu işlemi yaparken de SGK ödemesi en fazla olan tıbbi işlemin getirisi de yüksektir mantığıyla hareket eden doktorun en yüksek maaşı alabileceği düşüncesine hâkim bir sağlık hizmet sistemi söz konusu olmaktadır.

“GSS uygulamasıyla birlikte aslında hedeflenen, devletin artık doğrudan sağlık alanıyla ilgilenmemesi, sadece bir sektör haline gelmiş olan bu alanın finansmanı ve denetimiyle uğraşması olmuştur. Devlet, finansmanı sağlık ve emeklilik sigortacılığı ile sağlayacak, hastaneler üzerindeki doğrudan kontrolde bulunmayacaktır. Böylelikle hastanelerin karlılık anlayışıyla çalışmaya başlamaları, sağlık hizmetlerinin fiyatlarının Pazar tarafından belirlenmesi sonucunu doğuracaktır” (Topak, 2012: 296).

Hastaya müşteri, hastaneye işletme, doktora ise tüccar zihniyetiyle bakılması gerektiğini öngören bir sağlık politikasının ne kadar faydalı olduğu, vatandaşa ne oranda kaliteli hizmet verdiği muhakkak ki apayrı bir araştırma/tartışma konusu olmalıdır.

Sağlık hizmetlerinin devletin denetim ve kontrolünden uzaklaşan, ücret politikasını piyasa koşullarına göre belirleyen ve piyasa endeksli olarak devamlı fiyat artışlarının gündeme geldiği bir uygulamaya dönüşmesinin, en temel ihtiyaçlarını dahi karşılamakta güçlük çeken yoksul halk için ne anlam ifade ettiğini ve temel haklarda adalet ve eşitlik ilkelerinin ne derece gözetildiğini analiz etmemiz gerekmektedir.

“Özetlemek gerekirse özellikle 1980 sonrasında başlayan ve 1990’ların başlarında Dünya Bankası’nın raporlarında somutlanan neo-liberal strateji, refah devletinin sağlık hizmetlerinin sunumu ile ilgili düzenlemelerini köklü bir şekilde dönüştürmüş ve pazarın egemenliğinde yeni birikim rejimiyle uyumlu bir sağlık sistemini kurumsallaştırmıştır” (Topak, 2012: 297). Bu noktada Ak Parti Hükümetleri’nin SDP uygulamaları ile sağlık hizmeti kapsamında 1990’lı yıllardaki reform hareketlerinin tamamen değiştirilmesi, geliştirilmesi hedeflenmiş, nitekim verilen sözler tutulmuştur.

Fakat genel itibariyle SDP uygulamalarına baktığımızda 1980 sonrası dönemde başlatılan uygulamaların tamamlayıcısı rolünü üstlendiği görülmektedir.

Ak Parti Hükümetleri’nin iktidara geldiği ilk günden itibaren üzerinde durduğu SDP uygulamalarının titizlikle yönetilmesi, sistemin aksaklıklarının iyi belirlenmesi ve günümüz itibariyle ihtiyaçlara cevap veren bir yapı olup olmadığı samimiyetle irdelenmelidir. Bu noktada “sağlık hizmetlerindeki var olan insan gücüne ilişkin

gereksinimlerin belirlenmesi, personel eğitiminin ülkenin ihtiyaçları noktasında geliştirilmesi, geçmişten alınan derslerle sağlık sisteminin idaresindeki süreçlerin iyi yönetilmesi için önlemler alınması, sağlık hizmetlerinin sosyal hizmetlerle desteklenerek geliştirilmesi, üzerinde durulması gereken önemli noktalardır” (Keyder vd., 2007: 123).

Yine “sağlık hizmetlerinin Sağlık Bakanlığı’nın tekelinde olamayacağı düşünülmelidir. Giderek daha fazla sağlık kuruluşu ve çalışanın bağlı olduğu Sağlık Bakanlığı’nın, devleşen bir kuruluş olarak, ülkedeki diğer ilgilileri dışarıda bırakarak, kendi geliştirdiği stratejiler doğrultusunda ilerlemesi” (Keyder vd., 2007: 124), gelecekte önünü göremeyen, özeleştiri yapamayan, farklı bakış açılarına kapalı bir yapıya dönüşmesinin önüne geçilemeyecektir. Piyasaya eklemlenen muayene ücretleri, reçete ücretleri, katılım paylarının hayatımızın bir parçası haline gelmesi, kamu hastaneleri ile özel hastaneler arasında neredeyse ücret farkının kalmaması gibi daha pek çok sebep bir ülkenin vatandaşlarının en temel ve karşılanmadığı durumlarda hayati sonuçlar doğurabilecek olan sağlık hizmeti alma hürriyetini sınırlamakta hatta engelleyebilmektedir.