• Sonuç bulunamadı

Giderek Küreselleşen Dünya ve Yoksulluk

1.2. Sosyal Politikaların Ortaya Çıkışı

2.1.2. Giderek Küreselleşen Dünya ve Yoksulluk

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) yoksulluğu, “insanların temel ihtiyaçlarını karşılayamama durumudur” şeklinde tanımlarken yoksulluğu 2 ayrı anlamıyla açıklar:

“Dar anlamda yoksulluk, açlıktan ölme ve barınacak yeri olmama durumu iken, geniş anlamda yoksulluk, gıda, giyim ve barınma gibi olanakları yaşamlarını devam ettirmeye yettiği halde toplumun genel düzeyinin gerisinde kalmayı ifade eder”

(TÜİK, 2017c). Yoksunluktan kasıt, imkânlara ulaşamamak ve bunun ötesinde insanın temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamaması olarak ifade edilebilir. Gelir dağılımında yaşanan her türlü aksaklık ve sorun, yoksulluğun temelden belirleyici etmenleri olarak karşımıza çıkmaktadır:

“Yoksulluk, kaynakların dağılımı sorunudur; kaynak ve gelir dağılımı sorunundan bağımsız biçimde de ele alınamaz. Bu açıdan, yoksulluğun işsizlikle, sosyal politika ve harcamaların yetersizliğiyle de yakın ilgisi vardır; ancak bunlar da bir yandan uygulanan ekonomi politikalarının, öte yandan bu ekonomi politikalarıyla birlikte izlenen sosyal politikaların sonuçlarıdır…” (Koray, 2012: 235).

Yani yoksulluk, hem ekonomik hem de siyasal boyutları olan küresel ve toplumsal anlamda bu yöndeki politikalarla ilişkili bir olgudur.

“Dünya Bankası verilerine bakıldığında kişi başına düşen gelir bakımından dünyanın en zengin ve en fakir ülkeleri arasındaki fark 1970’lerde 30 kat iken, 1990’larda 70 kata yükselmiştir. BM raporlarına göre de dünyadaki en zengin %20 ile en yoksul %20 arasındaki fark her geçen gün artmaktadır” (Koray, 2012: 221). Türkiye’de de bundan farklı bir durum söz konusu değildir. TÜİK yayımladığı “Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması 2012” raporunda en yoksul %20 ile en zengin %20 arasındaki farkın 2012 yılı itibariyle 8 kat olduğunu ve bir önceki yıla göre değişmediğini kaydetmiştir. “Bu oran 2015 yılı itibariyle ise 7,6 ya gerilemiştir” (TÜİK, 2015b). Küreselleşmeyle birlikte paylaşım alanının her anlamda ve herkesi memnun edecek düzeyde artacağını iddia edenler büyük bir yanılgıya düşmüştür. Çünkü 1980’lerle ifade ettiğimiz küreselleşme süreci, başladığı günden bugüne bölüşüm anlamında adaletsizliklere sahne olmuş ve zengin ile yoksul arasındaki farkı her geçen gün daha da büyüterek uçurumlara yol açmıştır. Küresel süreçle birlikte güçlü devletlere akan her türlü zenginlik, kaynaklara ulaşmakta zorluk çekenlerin durumunu, bu rakamlardan da anlaşılacağı üzere ciddi boyutlara getirmiştir.

Zenginlikler artmakta, sermaye küreselleşmekte, uzak mekânlar yakınlaşmakta ve toplumların biraradalığı kolaylaşmaktayken yoksulluğun da aynı hızla artıyor olması düşündürücü olmalıdır (Koray, 2012: 236). Küreselleşmeyle birlikte teknoloji ilerlemekte, sınırlar kalkmakta, imkânlar artmaktayken bu imkânlara erişebilmenin hep bir kesimin elinde bulunması da artan zenginlerin karşısına aynı oranda artan yoksulları yerleştirmektedir. Üretimdeki (özellikle tarımsal üretim) verimin hatalı uygulamalar neticesinde düşmesi ve böylece daha az ürün elde edilmesi sonucunda oluşan zarar tüketicilerden karşılanmak istenmekte ve böylece ürünlerin fiyatları da astronomik boyutlara ulaşmaktadır. İnsanlar temel ihtiyaçlarını, temel besin kaynaklarını dahi karşılayamayan bir “tüketememe toplumu” nu oluşturan yoksul bireylere dönüşmektedir. Küreselleşmenin gelir eşitsizliklerini arttırdığına yönelik çok sayıda gösterge kullanılmaktadır. Açlık ve yoksulluğun bu kadar hızlı artması, toplumda da huzursuz bireylerin suça eğilimini arttırmaktadır. Küreselleşmeyle birlikte de bu durum, toplumsal bir sorun olmaktan çıkıp uluslararası sahaya sıçramaktadır. Artan zenginler, artan yoksulların isyanının temel nedeni olmaya başlamıştır.

“Yoksulluk aynı zamanda eğitim alamamak, siyasete ulaşamamak, şiddete maruz kalmak gibi birçok sorun ve yoksunluğu da beraberinde getirmektedir. BM, yoksulluk ile yoksunluk arasındaki ilişki olduğunu vurgular ve yoksulluğu insan hakları ihlali olarak sunar” (Koray, 2012: 236). Fakat bu yaklaşım çok empatik görülse de icraata dökülmedikçe bu ve benzeri ifadelerin ne kadar samimi olduğu tartışılabilir.

Küreselleşme taraftarları tarafından olumsuz bir eleştiri olarak karşılansa da artık tek merkezden idare edilen tek sistemli “küresel bir köyü” andıran bir dünyadan bahsetmek yerinde olacaktır. Küresel ölçekte işleyen ve zaman-mekân sıkışmasını ortadan kaldıran bir iletişim ağının varlığı elbette yadsınamaz. Fakat küresel anlamda gücü elinde bulunduranlar, bu ağı istedikleri gibi kendi lehlerine işleyecek şekilde kontrol edebilmektedir. Bu nedenle bu süreçte karşılıklı olması beklenen akış çoğunlukla tek yönlü bir seyir izlemektedir. Ülkeler bazında baktığımızda da gücü elinde bulundurun ülkeler gün geçtikçe zenginleşirken düşük gelir grubunda yer alan ülkelerde ise durum vahimdir. İnsanoğlunun kendi elleriyle bir anlamda her gün yeniden inşa ettiği bu dünya, kimi toplumlarca en kaliteli boyalarla rengârenk boyanıp en kaliteli şekilde tüketilen zaman dilimlerine dönüşürken; kimi ülkelerde ise ucuz

boyaları sürdükçe çatırdayan ve halkının her an üzerine yıkılacağından korktuğu iç karartıcı bir harabeyi andırmaktadır. Yani dünyada birbirini anlamakta zorluk çeken ve empati kuramayan çok zengin ve çok yoksul, çok güçlü ve çok zayıf birlikte vardır ve hep var olacaktır.

Sadece ülkeler arasında değil ülkelerin kendi içindeki zengin ve yoksul oranları ve bu kesimler arasındaki fark da ülkenin küreselleşme sürecinden nasıl etkilendiği ve zamana karşı ayakta durup duramayacağı noktasında bizlere ipuçları vermektedir. Az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki zengin-yoksul oranlarının gelişmiş ülkelerdeki zengin-yoksul oranlarıyla kıyaslanması elbette gerçekçi olmayacaktır fakat daha önceki başlıklarda da ele aldığımız gibi gelişmiş ülkelerde de artan yoksul oranları dikkat çekmektedir. Fakat ne olursa olsun gelişmiş ülkelerdeki en düşük gelir grubundaki bir bireyle en yüksek gelir grubundaki bir birey arasındaki fark 10 katı geçmemektedir. Tabii sosyal harcamalar anlamında ciddi bir tavır takınan Avrupa ülkeleri ile bu harcamalarda devletin sorumluluk almaması gerekliliğini vurgulayan ABD’yi kıyasladığımızda, ABD’nin gelir dağılımında yaşanan adaletsizliklerle isteksiz bir biçimde ilgilenmediğini görmekteyiz.

“Başta ABD olmak üzere gelişmiş ülkelerde, bir yandan yoksullukla mücadelenin önemli bir toplumsal amaç olduğu dile getirilirken, diğer yandan refah devletinin zayıflatılma süreci içinde istihdam yaratıcı programların, konut programlarının ve sosyal hizmetlerin kısıldığı ve hatta ortadan kaldırıldığı, yoksulların, orta sınıfın değer yargılarına göre

“hak eden” ve “hak etmeyen” yoksullar olarak sınıflandırıldıkları ve kendi konumlarından sorumlu tutuldukları, yardım görenlerin kendilerine yapılan yardımın gerekli olduğunu ve bu yardımlardan en iyi şekilde yararlandıklarını kanıtlamalarının beklendiği ve sosyal politika uygulamalarında giderek serbest piyasa kurallarının hâkim kılındığı bir süreç yaşanmaktadır…” (Şenses, 2014: 22- 23).

Yani küresel süreçten en çok fayda gören ABD’nin, maksimum kar elde etme amacının yanında -dünyadaki diğer ülkelerin yoksullarını bir kenara bırakalım- kendi yoksul vatandaşlarının bile gerekli ölçüde haklarını korumadığını ve ilgili davranmadığını, adeta onları kendi kaderlerine terk ettiklerini söylemek hiç de yanlış olmayacaktır.

Gelişmiş ülkelerin (Dünya Bankası 2015 yılı verilerine göre bu ülkeler başlıca; ABD, Almanya, Birleşik Krallık, Fransa, İtalya ve Rusya’dır) aksine gelişmekte olan ve azgelişmiş ülkelerin bazılarının da yoksulluk konusuna ilgisi son yıllarda iyiden iyiye

artmıştır. Hızla gelişmekte olan (2015 Dünya Bankası verilerine göre Çin, Japonya, Endonezya, Brezilya ve Hindistan) ülkelerden olan ve bağımsızlığını kazandığı 1947 yılından bu yana yoksulluk konusunu gündemin ilk sırasında tutan Hindistan buna yönelik bir politika izlemekte ve Sri Lanka, Endonezya, Latin Amerika ve Güney Sahra ülkeleri de bu sırayı takip etmektedir (Şenses, 2014: 23). Bu ülkelerin yoksulluk sorununa bu denli eğilimli olmasının temel sebebi; DB, IMF, ILO, OECD, BM, Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF) gibi kuruluşların yürütmüş oldukları çalışmalarda ana gündem maddeleri arasında yoksulluk sorununun da yer almasıdır:

“IMF ve Dünya Bankası’nın özellikle en yoksul ülkelerde yoksulluğun azaltılması konusunda ortak hareket etmeyi sürdürdükleri ve IMF’nin Çok Borçlu Yoksul Ülkeler’in dış borç yüklerinin hafifletilmesini, bu ülkelerin yoksulluğun azaltılması yolundaki çabalarıyla ilişkilendirdiği anlaşılmaktadır…” (IMF, 2000: 385’ten aktaran Şenses, 2014: 24).

Ülkelerin gelişmişlik oranları düştükçe gelir adaletsizlikleri de artmaktadır. BM’nin 2005 tarihli İnsani Gelişme Raporu’nda yer verilen verilere göre “yeni sanayileşen ülkeler olan Brezilya, Meksika, Şili ve Türkiye gibi ülkelerde en düşük gelirle en yüksek gelir grubu arasındaki fark büyümektedir. Örneğin Brezilya’da en düşük % 20’lik gelir grubu ulusal gelirin % 2,5’ini alırken, en yüksek % 20’nin gelirden aldığı pay %64,2 olmaktadır” (Koray, 2012: 223). Yani gelişmiş ülkelerde 10 kat olan bu gelir grupları arasındaki fark, gelişmekte olan ülkelere doğru inildikçe 30 kata çıkabilmektedir. Fakat az gelişmiş ülkelerde ise gelir grupları arasında var olan bu fark, artmak yerine azalmaktadır. Bunun sebebi, bu ülkelere ekonomik anlamda herhangi bir yatırımın söz konusu olmamasıdır.

Az gelişmiş ülkeler, uluslararası ticaret sahasına adım atacak fırsatlara kavuşamamış ve yoksulluğun en ağır şekillerde yaşandığı en alt kademedeki gelir gurubu ülkeleridir.

Zengin, zaten bizim gözümüzde canlandırdığımız zengin tanımına uymadığı için aslında çok zengin olmamakta, yoksulla arasında da uçurumlar oluşmamaktadır. Belki de onların kendi içinde zengin olarak sınıflandırdığı kesim, gelişmekte olan ve gelişmiş ülkeler açısından asgari geçim düzeyinde yahut onun da altında yer almaktadır. Burada bakış açısı oldukça önemlidir ve küreselleşme sürecine dâhil olamamış bu ülkelere ortak bir vicdan ile yaklaşılmalıdır. Yani bu süreçte “küresel bir

attıracaktır. Güçlülerin, zenginlerin kazandığı bir dünyadan, insanlığın kazandığı bir dünya yaratabilecek olan da yine küreselleşmenin ta kendisi olacaktır.

“Günümüzde gelir dağılımını düzeltecek ve yoksulluğu önleyecek politikaların, ülkedeki gelir grupları arasındaki uçurumları azaltma amacını taşıdığı söylenilebilir.

Çünkü uygulanan kapitalist ekonomi ve serbest piyasa politikası, daha kökten uygulamaları piyasanın işleyişi için zararlı görmektedir” (Koray, 2012: 233).

Araştırmanın başlarında da bahsettiğimiz gibi sosyal politika, en başta var olan kapitalist sistemi koruyacak ve daha sonra bu sistemin doğurmuş olduğu sorunları gidermeye yönelik politikalar üzerinde yoğunlaşacaktır. Bu nedenle küreselleşme sürecinde uygulanan sosyal politikalar toplumlarda belki de hiç bir zaman özlem duyulan tam bir huzur ve refah ortamı sağlayamayacaktır.

“Gelir dağılımını iyileştirecek politikalar her şeyden önce insana yatırımla başlamaktadır. İnsanların eğitim düzeylerinin yükselmesi, istihdam olanaklarının geliştirilmesi, spordan sanata kadar uzanan sosyal etkinliklerinin desteklenmesi, gibi birçok uygulama, doğrudan yararları kadar toplumdaki insan kaynağının niteliğini geliştiren ve onlar için fırsat eşitliği sağlayan uygulamalar olmaktadır…” (Koray, 2012:

233-234).

Ne zaman ki daha fazla kazanma hırsı, insanları topluma kazandırma hırsının altında ezilirse ya da daha gerçekçi bir ifadeyle dile getirilecek olursa bu iki hırs küreselleşme terazisinde dengelenirse, işte o zaman sosyal politikanın temel hedefi olan huzur ve refahı bir arada sağlama çabaları tam anlamıyla gerçekleşmiş olacaktır.

“Küreselleşmenin doğurduğu olumsuz sonuçların abartıldığı tezinin öncülüğünü yapan araştırmalardan bir tanesi “Martin Araştırması”dır. Araştırmaya göre, “dünyada gittikçe artan yoksulluk ve gelir eşitsizliği çok rahatsız edici boyutlara ulaşmıştır”

yorumu özellikle gazeteciler ve küreselleşme karşıtlarının en çok kullandığı argümanların başında gelmektedir. Bu görüş BM’nin 1999 İnsani Gelişim Raporu’ndan beslenmektedir…” (Zengingönül, 2007:170).

Küreselleşmenin negatif etkisinin üzerinde duran BM, raporunda genellemeler üzerinden yorum yapmaktadır. Örneğin raporda “son dönemdeki çalışmalarda OECD ülkelerinde de 1980’ler boyunca ve 1990’lı yılların başlarında eşitsizliğin arttığına işaret edilmiş, 19 OECD ülkesinden sadece birinin az bir gelişme gösterdiğine değinilmiştir. Fakat verilere bakıldığında gelir eşitsizliği kimi ülkelerde artış gösterirken kimi ülkelerde durağan seyretmektedir” (Zengingönül, 2007: 171).

Bir söylem olarak küreselleşmenin bir sonucu mudur bilinmez ama bugün dünyanın büyük bir kısmı yoksullukla boğuşmakta ve temel ihtiyaçlarını karşılamakta dahi zorluk çekmektedir. Dünyadaki ekonomik bunalımların sonu bir türlü getirilememekte, yoksullar daha çok sefalete sürüklenirken zenginler artarak güçlenmektedir. Üretim politikaları gücün ve güçlünün yanında yer almakta ve fazla tüketenin lehine işlemektedir. Fırsat eşitsizliği kafamızı çevirdiğimiz her noktada kendini göstermektedir. Bölüşümdeki adaletsizlikler çözümlenememekte daha doğrusu çözümleme ihtiyacı, daha fazla kar elde etme ihtiyacının gerisinde kalmaktadır. “Az gelişmiş ülkelere ve insanlara borçlar vererek, krediler açarak piyasadaki talep yükseltilmeye çalışılmakta ve böylece üretim devam etmekte, ticaret artmakta, pazar büyümektedir. Ancak ne geniş kitlelerin ihtiyaçları giderilmekte ne de onların gelir bölüşümündeki paylarını artıracak bir sonuç ortaya çıkmaktadır” (Koray, 2012: 234). Sonuçta, hem bölgeleri ayrı ayrı hem de toplumun genelini etkisi altına alan ve içinden çıkılmaz bir hale gelen yoksulluk sorunu ile karşı karşıya kalmaktayız.

Yani tüm dünyayı ele aldığımızda yoksulluk kitlelerin omuzunda değildir, tamamıyla bir sistem sorunudur. Zengin ile yoksul arasındaki uçurumun her geçen gün artması adalet mekanizmasının ne derece doğru işlediğini de eleştirilere açmaktadır.