• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM II: KAVRAMSAL ÇERÇEVE

2.2. S OSYAL A NTROPOLOJI VE K ÜLTÜREL P SIKIYATRI

Ruhsal bozukluklarda hastalık sürecinin çalışılmasında hastanın kültürel ve etnik yapısının önemi ilk olarak Ruhsal Bozukluklar İçin Tanı ve İstatistik El Kitabı’nın gözden geçirilmiş dördüncü bakısında kabul edilmiştir.

DSM-IV-TR ye göre “bireyin kültürel referans sisteminin ayrıntılarından habersiz olan bir hekim, bireyin kültürüne özgü davranış, inanç veya deneyimlerdeki normal değişimleri hatalı bir şekilde psikopatoloji olarak değerlendirebilir” (Mezzich, 1997). Diğer yandan bu değerlendirmeyi, hastanın kültürel yapısı kadar hekimin kültürel yapısının da etkilediği belirtilmektedir.

Kültürel formülasyonun hastanın kültürel kimliği, hastalığın kültürel açıklaması, psikososyal çevreyle ilgili kültürel faktörler, hasta ve hekim arasındaki ilişkinin kültürel elementleri, tanı ve bakım için genel kültürel değerlendirme unsurlarını içermelidir (Kleinman A, 2000; Mezzich, 1997).

Psikiyatrik bulguların ve bozuklukların yaygınlığında kültürel farklılıklar bildirilmiştir. Ayrıca, psikiyatrik bulguların görünümü konusunda da kültürel farklılıklar bulunmaktadır. Örneğin akut psikotik ataklar ve şiddetle seyreden amok (Malezya); davranışlarıyla başkalarını utandırma korkusu Taijin kyofusho (Japonya); yorgunluk, halsizlik, ağrı, uyku ve konsantrasyon bozukluklarıyla seyreden nevrasteni (Çin); beden imajı, yeme bozukluğu olan anoreksiya nervosa (Batılı toplumlar çoğunlukla) gibi bölge ya da kültüre özgü farklı sıklıkta ruhsal bozukluklar bulunmaktadır (Kirmayer, 2006).

Bedensel yakınmalarla ruhsal sıkıntının ifade edilmesi bütün kültürlerde yaygın olmakla birlikte bazı özel formları belirli kültürlerde gözlenmektedir.

Sıkıntının bu tarzda, daha az sofistike bir biçimde ifade edildiği yönündeki

kanının, 20 yy da batı kültüründe sıkıntı ifadesinin psikolojik kavramlarla ifadesinin daha çok tercih etmesi nedeniyle ortaya çıktığı ileri sürülmektedir (Kirmayer, 1998). Bedenselleştirmenin (somatizasyon) azınlık gruplarında ya da daha alt sosyo-kültürel gruplarda görüldüğü savının hatalı ve ırkçı bir tutum olarak yorumlanmaktadır (Grujr, 1997).

Ruhsal bozuklukların stigma olarak görüldüğü veya sağlık hizmetlerinin kolaylıkla elde edilemediği durumlarda ruhsal yakınmalar bedensel belirtilerle ifade edilebilir. Bugün gelişmiş birkaç ülke dışında, acil veya şiddetli durumlar olmadan psikiyatri hizmetlerine ulaşabilme ve tedaviyi sürdürme olanakları kısıtlıdır. Benzer olarak duygusal dışavurumun kültürel olarak az kullanıldığı yerlerde sosyal desteğin sağlanabilmesi için başvurulan bir yöntem olabilir. Örneğin doğum sonrası depresyon veya hüzünlenme (post-partum blues) ağlama, moral bozukluğu gibi belirtilerle seyreder. Fiji’ de bu tabloda ağrının önde olduğu post-partum somatik bir tablo ortaya çıkmakta ve fiziksel ya da ruhsal olarak zorlanan anneye sosyal destek sağlanmaktadır.

Sıkıntının bu tarzda ifade edilmesinin moral bir yanı da olabilir.

Hoşnutsuzlukları dile getirmenin hoş karşılanmadığı sosyal ve politik ortamlarda ortaya çıkabilir (metaphor for social disharmony). Buna bir örnek olarak Çin Kültür Devrimi’ nden sonra nevrasteni olgularında artış olmuş ve hastalar yakınmalarının nedeni olarak bu olayı göstermişlerdir (Kleinman, 2002; Ünal, 1999; Kirmayer, 1998).

Epidemiyolojik ya da klinik bakış açısını etnografik bir perspektifle tamamladığımızda, psikolojik acının mutlaka “depresyon” ya da “kaygı” olarak değil, yerel biçimlere (“sinir bozukluğu”, “nöbet”,”iç daralması” ve kötü

ruhların istilası”) bürünerek de gerçekleşebildiğini görüyoruz. Güney ve Kuzey Amerika’da, Akdeniz bölgesinde, Afrika ve Asya’da, Ortadoğu toplumlarında sıkıntının yerel ifade ediliş tarzı olarak karşımıza çıkmaktadır ve kadınlarda daha fazla gözlenmektedir. “Sinir bozukluğu” şikayetlerinin toplumsal ve kültürel anlamlarına dikkat edildiğinde, bunun çoğu zaman aile ve topluluklardaki iktidar çatışmalarına, istismara ve baskıya işaret ettiği ortaya çıkar. Somali, İran, Malezya gibi çok farklı ortamlardan ve iç çatışmalardan, toplumsal kargaşadan kaçıp ABD’de yaşamaya başlamış Orta Amerikalı göçmenlerde bu türde bulgular saptanmaktadır (Grujr, 1997; Anadolu Psikiyatri Günleri, 1998).

Psikiyatri ve kültür arasındaki ilişkinin incelenmesi hem kültür kavramının tanımlanmasındaki çok çeşitlilik, hem de psikiyatrinin tarihsel gelişiminde sınıflandırma sistemlerinin oluşturulabilmesi için bireyler, gruplar, toplumlar arasındaki farklılıklardan çok benzer yanların vurgulanması, araştırma sonuçlarının bu şekilde yorumlanması nedeniyle güçtür.

Kros-kültürel çalışmaların büyük bir bölümü ekzotik bölgelerdeki sağaltım yöntemleri, kültüre bağlı sendromlar üzerine yapılmıştır. 1970’lerden sonra kronik medikal hastalıklar, yeti kaybı ve halk sağlığı üzerine çalışmalar göze çarpmaktadır. Bununla birlikte psikiyatride nörobiyoloji alanındaki gelişmeler mental hastalıkların beyine lokalize olmasına ve tüm insanlar için evrensel bir teori oluşturulması konusundaki çabalara neden olmuştur.

Antropoloji ve psikiyatri arasındaki tarihsel bağlantının, antropolog olan M.

Mead ve R. Benedict’ in kişilik ve kültür konusundaki çalışmalara öncülük etmesiyle arttığı görülmektedir. Fransız sosyolog, Emile Durkheim’ in intihar

konusundaki çalışmaları; bir diğer sosyolog, G.H. Mead’ in dilin sosyal kullanımından yola çıkarak “kendilik süreçleri” konusunda yaptığı çalışmalar da önemli gelişmelere neden olmuştur (Güvenç, 1996; Saran, 1995 ).

Psikiyatrik bozuklukların kros-kültürel araştırmalarında ortaya çıkan teorik ve metodolojik problemlerden sonra antropolojik yöntemlerin kullanılmasına ihtiyaç duyulmaya başlanmıştır. Bu konuda eleştirilen çalışmalardan biri, somatoform bozukluklar konusunda WHO tarafından yapılan kültürlerarası epidemiyolojik araştırmadır. Bu araştırmada somatizasyonun Latin Amerika ülkelerinde daha fazla oranda görüldüğü şeklindeki sonuç üzerinedir. 14 ülkedeki merkezlerde standardize edilmiş görüşme yöntemleriyle yapılan bu çalışmayı eleştiren Villasenor ve Waitzkin, aynı grupta yeniden çalışarak dil problemi ve sağlık sistemlerinin farklılığı nedeniyle yanlı bir sonuç elde edildiğini belirtmektedirler (Sharpe, 1992;

Fabrega, 1990).

Bugün psikiyatride kabul gören görüş, mental bozukluklarda altta yatan biyolojik sürece kültürel farklılıkların eklenerek hastalıkların yerel görünümlerine katkıda bulunduğu şeklindedir. Sonuç olarak antropoloji ve psikiyatri alanında ortak çalışmalar yapılması önemli katkılar sağlayacaktır.

Farklı sosyo-kültürel ortamlarda olan hastalıkların dökümünün sağlanması, farklı kültür ve etnik gruplardaki klinik verilerin hastalığın formüle edilmesine katkıda bulunması, hastalığın sosyal seyri ve sonuçları konusunda yardımcı olacaktır (Kirmayer, 2001).

2.3. Ruhsal Hastalıklar ve Kültürel Özellikleri

Depresyon, şizofereni, anksiyete bozuklukları gibi major ruhsal hastalıklar her yerde görülebilmekle birlikte toplumlar arasında önemli farklılıklar gözlenebilmektedir. Bununla birlikte araştırmaların yöntem sorunları, değişen tanı ölçütleri sonuçların yorumlanmasını güçleştirmektedir.

Örneğin Çin’ de 1981’ den sonra depresyonun daha çok bildirilmeye başlandığı, Tayvan’ da yapılan bir çalışmada son 15 yılda depresyon görülme sıklığında artış olduğu belirtilmektedir. Bu veriler, depresyonun sosyal risk faktörleriyle birlikte arttığı anlamına gelebileceği gibi psikiyatrinin uygulanma biçimindeki değişiklikleri de yansıttığı şeklinde yorumlanabilir. Hastalıkların görülme yaygınlığındaki değişiklikleri kolayca yorumlayabilmek zordur. Bu duruma sosyal, kültürel ve profesyonel alanlar gibi birçok sürecin katkısı olabilir. Ayrıca kültürlere göre depresyon görülme sıklığının mı yoksa depresyonun görülme şeklinin mi değiştiği sorusunu da yanıtlamak güçtür.

Farklı kültürel ortamlarda belirtilerin patolojik olarak nitelenip fark edilebilmesi de değişmektedir. Dünyanın çeşitli toplumlarında şizofreni görülme sıklığı benzer oranlarda bildirilirken, paranoid tipin endüstrileşmiş toplumlarda, katatonik ve hızlı başlangıçlı olanların ise gelişmekte olan ülkelerde daha sık olduğu belirtilmektedir. Hastalığın seyri ve sonuçlarında da benzer farklılıklar söz konusudur. Şizofreni prognozu gelişmemiş toplumlarda daha iyi durumdadır (Lin, 1988; Kleinman A, 2000; Kleinman J, 2000).

Anksiyete ve duygudurum bozuklukları genel toplumda en sık görülen psikiyatrik bozukluklardır ve toplumun yaklaşık %6’sı bozukluk düzeyinde olmayan anksiyete belirtilerinden yakınır. Genel toplumda tüm anksiyete

bozukluklarının yaygınlığı ortalama %17, duygudurum bozukluklarının yaygınlığı ise %19 dolaylarındadır. Ancak anksiyete bozukluklarının ayrı bir grup hastalık olarak tanımlanması çok yeni bir dönemde, 1990’lı yılların başında olmuştur. Daha önceki dönemlerde, affektif bozukluklar adı altında sınıflandırılan bu iki grup hastalıktan anksiyetede ön plandaki duygunun korku, depresyonda ise üzüntü olduğu kabul edilmiştir (Foot, 2004).

Anksiyete bozuklukları nozolojisi, 1970’li yıllardan bu yana yapılan araştırmalarla giderek arındırılmıştır DSM-III’te “nöroz” başlığı altında yer alan üç anksiyete bozukluğu (fobi, obsesyonel nöroz, panik atakları da içeren anksiyete nörozu) grubu, DSM’nin yeniden gözden geçirilmiş dördüncü basımında (DSM-IV-TR) dokuz tanı grubu altında sınıflandırılmıştır. Toplum çalışmalarında birbirine benzer biçimde anksiyete bozukluklarının hızlarının düşük sosyoekonomik yapı ve düşük eğitim düzeyi olan toplum kesimlerinde daha yüksek olduğu saptanmıştır (Kessler, 2001; Öncü, 1999). ABD Ulusal eştanı çalışmasında anksiyete bozukluğu hızı gelir ve eğitim düzeyi ile ters orantılı bulunmuştur. Belirlenen risk faktörleri; büyük şehirde yaşamak, kötü iş durumu, düşük gelir ve bekar olmaktır. Çeşitli toplum çalışmalarında Afrika kökenli Amerikalılar arasında ansiyete bozukluklarının daha sık görüldüğü bildirilmiştir. Etnik yapı değerlendirilmemiştir, ancak karşı karşıya kalınan stres etmenleriyle açıklanmaya çalışılmaktadır. Depresyonla birlikte fiziksel hastalığın varlığı, ya da bir veya birden çok psikiyatrik eş hastalık bulunması kötü prognoza işaret etmektedir (Dilbaz, 2006; Gülseren, 1996 ).

Depresyon tüm toplumlarda en sık gözlenen ruhsal hastalıktır. Kadınlar için belki %25 kadar yüksek olmak üzere, %15 oranında yaşam boyu görülme

sıklığı ile Major Depresyon yaygın bir bozukluktur. Major Depresyonun görülme sıklığı %10’a ulaştığı birinci basamak hastalarında ve %15’e ulaştığı tıbbi nedenlerle yatan hastalarda alışılmıştan daha yüksektir. Burada görülen kritik patoloji bir duygulanım, yani mevcut duygusal içeriğin dışa vurulan ifadesinin patolojisi değil; duygudurum, yani bir kişinin sürekli içsel duygusal durumunun patolojisidir. Duygudurum normal, yüksek ya da çökkün olabilir.

Normal kimseler geniş bir aralıkta yer alan duygudurumları yaşarlar ve eşit ölçüde geniş bir duygulanım repertuarına sahiptirler. Az ya da çok duygudurumlarını ve duygulanımlarını kontrol altında tuttuklarını hissederler.

Duygudurum bozuklukları, bu kontrol duygusunun kaybının ve büyük bir sıkıntının öznel olarak yaşanmasıyla belirlenen bir grup klinik durumdur. Bu değişiklikler, hemen daima kişilerarası, toplumsal ve mesleki işlevsellikte bozulmayla sonuçlanır (Frank, 1999).

2.3.1. Depresyon ve Kültürel Özellikler

Ülke ya da kültürden bağımsız neredeyse evrensel bir gözlem, major depresif bozukluğun (MDB) kadınlarda erkeklerden iki kat daha fazla yaygın olmasıdır. Farklılığın nedenleri bilinmemekle birlikte, araştırmalar Batılı ülkelerdeki farklılığın tek başına toplumsal olarak taraf tutan tanısal uygulamalardan ötürü olmadığını açıkça göstermektedir. Farklılığın sebeplerinin hormonal farklılıklar, çocuk doğurmanın etkileri, kadınlar ve erkekler için değişiklik gösteren psikososyal stresörler ve öğrenilmiş

çaresizliğin davranışsal modelleriyle ilgili olduğu ileri sürülmüştür (Örsel 1997; Cimilli, 2002).

Major Depresyon için ortalama başlangıç yaşı 40 yaş civarıdır;

hastaların %50’sinde başlangıç 20 ve 50 yaşlar arasındadır. Yaygın olmamakla beraber çocukluk veya yaşlılık döneminde başlayabilir. Son zamanlardaki bazı epidemiyolojik veriler (MDB)’un görülme sıklığının 20 yaşından daha genç insanlar arasında artmakta olduğunu ortaya koymaktadır. Eğer bu gözlem doğruysa, bu yaş grubundaki artmış alkol ve madde kullanımıyla bağlantılı olabilir (Gülseren, 1997; Ünal, 2000).

Duygudurum bozukluklarının (DDB) yaygınlığı bir ırktan diğerine farklılık göstermemektedir. Bununla birlikte, klinisyenler kendilerininkinden farklı ırksal ya da kültürel alt yapıları olan hastalarda daha az DDB ve daha fazla şizofreni tanısı koyma eğilimindedirler. Örneğin, beyaz ırktan olan psikiyatristler zencilerde ya da İspanyollarda daha az DDB tanısı koyma eğilimindedirler. Genel olarak, Major Depresyon en sık yakın kişilerarası ilişkileri olmayan ya da boşanmış ya da ayrı yaşayan insanlarda bulunmaktadır.

Tekrarlanmış uzun süreli klinik gözlemlerden biri, stresli yaşam olaylarının DDB’larının ilk epizodlarını daha sonraki epizodlara kıyasla daha fazla öncülük etmesidir. Bu gözlemi açıklamak için önerilen kuramlardan biri, ilk epizota eşlik eden stresin beynin biyolojisinde uzun süren değişikliklerle sonuçlanmasıdır. Bu uzun süren değişiklikler çeşitli nörotransmitterlerin işlevsel durumları ve intranöronal sinyal sistemlerindeki değişikliklerle sonuçlanabilir. Değişiklikler, nöron kaybı ve sinaptik haberleşmelerde aşırı azalmayı bile kapsayabilir. Değişikliklerin net sonucu, dış bir stres etkeninin

yokluğunda bile, bireyin bir DDB’nun daha sonraki epizodlarını geçirme riskinin yüksek olmasına neden olmasıdır (Post, 1992; Southwick, 2005).

Bazı klinisyenler, yaşam olaylarının depresyonda birincil ya da büyük bir rolü olduğuna güçlü biçimde inanmaktadırlar; diğer klinisyenler ise yaşam olaylarının depresyonun başlangıcı ve zamanlamasında sınırlı bir rolü olduğunu ileri sürmektedirler. En güçlü veriler, daha sonradan depresyon gelişmesiyle en çok ilişkili olan yaşam olayının 11 yaşından önce yaşanan ebeveyn kaybı olduğunu göstermektedir. Bir depresyon epizotunun başlamasıyla en çok ilişkili olan çevresel etken ise eşlerden birinin kaybedilmesidir (Örsel 1997a; Örsel, 1997b; Hammen, 2005).

Bir kaç kuramsal makale ve çok sayıda anekdotal bildiri, aile işlevselliği ve DDB’nun başlangıcı ve seyri arasındaki ilişki ile ilgilidir. Bir kaç bildiri, hasta olan kişinin tedavi edildiği esnada ailede gözlemlenen psikopatolojinin hasta düzeldikten sonra da devam etme eğiliminde olduğunu göstermiştir. Üstelik ailedeki psikopatolojinin derecesi, düzelme hızını, belirtilerin geri dönüşünü ve düzelme sonrası hastanın uyumunu etkileyebilmektedir. Klinik ve anekdotal veriler bir hastanın ailesinin değerlendirilmesinin her bir belirlenmiş aile-ilişkili stresin ele alınmasının klinik önemini desteklemektedir (Southwick, 2005; Hammen, 2005).

Hastalık öncesi kişilik etkenleri de araştırılan konular arasındadır. Tek bir kişilik özelliği ya da tipi kişiyi depresyona yatkın hale getirmez. Tüm bireyler hangi kişilik yapısından olurlarsa olsunlar uygun koşullar altında depresyona girebilirler ya da girerler. Bununla birlikte, belli kişilik tipleri - oral-bağımlı, obsesif-kompulsif, histerik- depresyon açısından yansıtma ve

diğer dışsallaştıran savunma düzeneklerini kullanan antisosyal, paranoid ve diğer kişilik tiplerine göre daha fazla risk altındadırlar (Kabakçı, 2001).

2.3.2. Anksiyete Bozuklukları ve Kültürel Özellikler

Anksiyete bozukluğu olan erişkinler üzerinde yapılan geriye dönük çalışmalar genellikle çocukluk çağında veya ergenlik döneminde başladığını ileri sürmektedir. Çalışmalar arasında önemli farklar bulunmasına karşın, prospektif alan çalışmalarında özgül anksiyete bozukluklarında farklı başlangıç periyodları olduğu gösterilmiştir. Bu çalışmaların sonuçlarına göre, ayrılma anksiyetesi ve özgül fobiler için başlangıç yaşı orta çocukluk çağı, aşırı endişe duyma bozukluğu için geç çocukluk çağı, sosyal fobiler için orta ergenlik dönemi, yaygın anksiyete bozukluğu için genç erişkinlik dönemi, OKB için erken erişkinlik dönemidir (Doğan, 1995; Sadock 2005: 1718 vd; Dilbaz, 2006).

Hemen hemen tüm çalışmalarda panik bozukluk, yaygın anksiyete bozukluğu, agorofobi ve basit fobi kadınlarda erkeklere oranla yaklaşık iki kat fazla görülmektedir OKB ve SF’de istisnai olarak kadın erkek oranları hemen hemen eşittir. Beş yaşa kadar çocuklarda anksiyete bozuklukları cinsiyetler arası bir farklılık göstermezken, 5 yaştan sonra kızlarda hızlı bir artış olur ve altı yaşlarda cinsiyetler arası farklılık yetişkindekine benzer bir orana ulaşır.

Erkeklerde anksiyete bozuklukları yaşam boyu daha sabit bir oranda gözlenirken, kadınlarda dördüncü ve beşinci dekadlar da artış gösterir ve daha sonra düşer (Allen, 2006). Yaşlılık dönemi anksiyete bozuklukları arasında en

sık karşılaşılan anksiyete bozukluğu yaygın anksiyete bozukluğudur. Yaşlılarda bu oran farklı çalışmalarda %0.7 ile %7.1 arasında değişkenlik göstermektedir (Gülseren, 2004; Sadock 2005: 1718 vd).

2.3.3. Somatoform Bozukluklar ve Kültürel Özellikler

MÖ 1900 yıllarında yazılmış olan Kahun Tabletlerinde birçok hastalığa uterusun yer değiştirip başka organların yerini almasının neden olduğu ileri sürülmüştür. Histeri kelimesinin kökeni eski Yunanca’da uterus anlamına gelen histeradır. Dokuzuncu yüzyılda Salerno’ daki tıp okulunda histeri bedensel bir hastalık olarak tanımlanırken ortaçağda kötü ruhlara bağlanmıştır. 1682 yılında Syndham tarafından yayınlanan makalede histeri, bedensel ve duyusal belirtilerin birarada olduğu, daha çok kadınlarda görülen mental bir hastalık olarak tanımlanmıştır. Erkeklerde görülen formu ise hipokondriazis olarak adlandırılmıştır. Son iki yüzyıl boyunca histeri ve hipokondriazis kavramlarına yüklenen anlamlar değişmiştir. 19 yy ikinci yarısında Briquet, Cahorcot, Janet ve Freud’ un çalışmaları ile histeri önem kazanırken, hipokondriazis Charcot’

nun öncülüğünde yaygınlaşan nevrasteni kavramıyla daha az kullanılır duruma gelmiştir (Ünal, 1999; Lipowski, 1988).

Bedenselleştirme (somatizasyon) tanımı ilk kez Steckel (1943) tarafından derinlerde yerleşmiş nevrozun ifade edilmesinden kaynaklanan bedensel bir bozukluk olarak tanımlamıştır. Daha sonra birçok yazar tarafından farklı şekillerde tanımlanan bu kavram üzerindeki tartışmalar sürmektedir.

Lipowski (1988) tarafından yapılan tanımda, vücutta bir patoloji saptanmadığı

halde görülen bedensel yakınmalar olduğu ve hastanın bunları bedensel bir hastalık olarak yorumlayarak tıbbi yardım araması gerekliliği vurgulanmıştır (APA, 1994). Yukarda yer alan ayrımlaşma bu hastalıkların etiyolojilerinin ortak olmasından ya da ortak bir mekanizmadan daha çok klinik yararlılığa dayanmaktadır (Kaplan, 1994).

Türkiye'de yapılan epidemiyolojik bir çalışmada yaşam boyu yaygınlık oranı %2.6 olarak bulunmuştur (Erol, 1998). Görülme sıklığı düşük sosyo-ekonomik çevrelerden gelen genç kadın hastalarda daha fazla olmakla birlikte bu tür belirtilerin herhangi bir yaş, cinsiyet ve sosyo-kültürel bir grupla sınırlandırılamayacağı belirtilmektedir (Villasensor, 1999). Bugün hastalığın erkeklerde kadınlara göre daha az sıklıkta gözlendiği; erkeklerin somatizasyon bozukluğu tanısı alanların %5- 20’ sini oluşturdukları bildirilmektedir (Hollifield, 2005).

Kadın ve erkekler hipokondriazisten eşit oranda etkilenmektedirler.

Belirtilerin başlangıcı herhangi bir yaşta olabilmesine rağmen, başlangıç en sık olarak 20 ve 30 yaşlar arasındadır. Bu gruptaki hastalarda eğitim, medeni durum, ekonomik düzey gibi sosyo-kültürel açıdan diğer gruplardan farklı olmadığı belirtilmektedir (Sören, 1984).

Hastalık inancı ve bununla ilgili uğraşlar, toplumsal öğrenme modelinde, kişinin hastalık rolüne kabul edilme isteği olarak değerlendirilmektedir. Çözümsüz ve başa çıkılmaz sorunlarla karşılaşan bir kişinin hastalık rolüne kabul edilme isteği, hastalık rolünün bir çıkış yolu olarak başvurulduğu vurgulanmaktadır. Bu şekilde hasta kişi, zararlı

zorunluluklardan kaçınabilir, hoşa gitmeyen zorlukları erteleyebilir ve beklenen görevlerden muaf tutulabilir (Sören, 1984).

2.3.4. Şizofreni ve Benzeri Durumlarda Kültürel Özellikler

Şizofreni dünya populasyonunun yaklaşık %1’ini etkiler. Prevalans hesapları içerisine şizofreni spektrum bozuklukları da dahil edilirse bu oran belirgin şekilde artar. 1948’den bu yana yayınlanan şizofreni prevalans çalışmalarında, çeşitli populasyonlarda nokta prevalans %0.06- 1.7 arasında bildirilmiştir. Şizofreninin geniş tanımı için bölgeler arasında yıllık insidans

%0.016 ile %0.042 arasında belirlenmiştir. Şizofreninin dar tanımı için bu oran

%0.007- 0.014 arasındadır (Sadock, 2005: 1329 vd.).

Uluslararası Ruh Sağlığı Enstitüsünce sponsorluğu yapılan ECA çalışmasının verileri ırklar arasında prevalans farkının bulunmadığını doğrulamıştır. Dünya Sağlık Örgütü, şizofreni insidansının farklı kültürlerde benzer olduğunu bildirmiştir. İnsidans rakamlarının kırsal kesim ve şehir populasyonunda benzer olduğu düşünülmektedir. Daha önce şizofreni prevalansının kırsal kesimlere oranla kentlerde daha yüksek olduğu bildirilmesine rağmen, ECA çalışmasında bu fark izlenmemiştir.

Şizofrenide epidemiyolojik çalışmalar, bu hastalık için en önemli risk faktörlerini ortaya çıkarmaya çalışmıştır. Bu alanda genetik risk faktörleri için yapılan çalışmalar şizofrenide genetik etkinin varlığını tutarlı bir şekilde desteklemiştir. Şizofreninin başlangıcı tipik olarak 15- 45 yaşları arasındadır.

Psikoz genellikle geç adölesan ve erken erişkinlik döneminde ortaya çıkar.

Erkeklerde psikoz kadınlardan 5 yıl kadar erken başlar. Erkeklerde insidans 15- 25 yaşları arasında, kadınlarda ise 25-35 yaşları arasında pik yapar. Hastalık öncesi asosyal özellikler, kötü premorbid uyum, doğum komplikasyonları ve beyinde yapısal değişiklikler de erkeklerde daha sık bildirilmiştir (Lin, 1988;

Sadock, 2005: 1329 vd.).

Yayınlanmış çeşitli çalışmalarda kış aylarında doğan çocuklarda, daha sonra şizofreni tanısı alma oranı yüksek bulunmuştur. Araştırma sonuçları çelişkili olmasına rağmen, doğum sırası ve şizofreni sıklığı arasında da ilişki olduğu iddia edilmiştir. Kontrollerle karşılaştırıldığında grup olarak şizofrenili bireyler daha sık doğum komplikasyonlarına maruz kalmışlardır. Bazı çalışmalar bu komplikasyonlarla hastalığın erken başlangıcı, negatif belirtiler ve kötü prognoz arasında ilişki bildirmişlerdir. Normal populasyona oranla şizofrenlerde evli olmama ya da boşanma daha sık izlenmiştir. Hastalık öncesi yakın dönemde göç, şizofreni için bir risk etkeni olarak tanımlanmış fakat bu bulgu daha sonra doğrulanmamıştır (Sadock 2005: 1329 vd.; Gülseren 2002).

Şizofreni tüm kültürlerde ve sosyoekonomik gruplarda tanımlanmıştır.

Şizofreni tüm kültürlerde ve sosyoekonomik gruplarda tanımlanmıştır.

Benzer Belgeler