• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM II: KAVRAMSAL ÇERÇEVE

2.6 S AĞLIK A NTROPOLOJISI VE S TRES

2.6.3. Psikososyal Stres Etkenleri: Şiddet

2.6.3.1. Ev içi şiddetin mental sağlık üzerindeki sonuçları

Birçok ruh sağlığı çalışanın, ev içi şiddet kurbanını o anda ya da önceden istismar edildiğini fark etmeyebileceği araştırmacılarla bildirilmiştir.

Kadınlar istismar bittikten sonra bile uzun dönem süren sağlık sorunları ile karşı karşıya kalabilirler. Bu durum kötü sağlık, genel sağlık ve mental sağlık için ilgili yerlere başvuruda artış ve kötü yaşam kalitesi ile kendini gösterir. Ev

içi şiddet psikiyatri başvurularını da arttırabilir, ama kadınlar çoğunlukla açık travma ile kendilerini göstermezler.

Hem şiddetin kendisi hem de şiddete maruz kalacağı korkusu streslidir ve mental bozukluklarla ilişkilidir. Şiddet ruh sağlığı problemlerinin sayısı ile ilgili önemli bir risk faktörüdür. Ev içi şiddet gören ve başvuran 200 kadın üzerinde yapılan bir çalışmada kadınların % 69’u duygusal iyilikleri ile ilgili korku duymakta, % 60’ı da ruh sağlıklarından endişe etmektedir. %68’i şiddet ile ilgili olarak sağlık servisleri ile temas kurmuştur. Ek olarak, kronik domestik şiddet gören kadınların % 93’ü duygusal stres bildirmiş, ara sıra şiddet gören kadınların % 75 ise duygudurumlarını üzgün olarak bildirmiştir.

Kronik istismara uğrayanların % 80’i ve ara sıra uğrayanların % 52’si hem olay sırasında hem de olay öncesi ve sonrası zamanda korku duymuşlardır.

Ev içi şiddet olaylarının % 90’ı da çocuklarla ya aynı ya da bitişik odadadır. Olayı direkt gören ya da sesleri duyan çocuklar uzun dönem davranışsal, fiziksel ve psikolojik sonuçları olacak şekilde etkilenirler.

1998/99da yapılan bir çalışma: 4-7 yaş arasındaki çocukların yaklaşık % 8’i evde şiddete şahit olmuş. Ve bu şahitlik de kız ve erkeklerde agresyonla bağlantılı bulunmuş. Kızlardaki anksiyete de 2-4 yıl sonraki ailenin agresyon için belirleyicisi olarak tespit edilmiş.

Sonuç olarak ev içi şiddet kadınların en az % 25’ini etkilemekte ve uzun süreli fiziksel ve ruhsal sonuçları bulunmaktadır. Depresyon, anksiyete bozuklukları ortaya çıkmaktadır. Sağlık kuruluşlarında ev içi şiddetin tespiti yetersizdir. Ev içi şiddet ile ilgili halkta, sağlık kuruluşlarında ve ruh sağlığı profesyonellerinde bilinçsizlik ve istismara uğramış kadınların tanımlanması ve

onlara yanıt verilmesindeki eğitim eksikliği değişimin önündeki engellerdir. Ev içi şiddete maruz kalan kadınlarda ruh sağlığı servislerini düzeltmek için ilk yapılacak şey, sağlık kuruluşları ve ruh sağlığı çalışanlarının ev içi şiddeti kadınlar üzerindeki etkisini anlamaları ve bilgilerini arttırmaları ve bunun için eğitim programı geliştirmeleridir (Warburton, 2006; Vahip, 2006; Geyran, 1998).

2.7. Sağlık Antropolojisi Açısından Sosyal Ağ ve Sosyal Destek Kavramı

2.7.1 Sosyal Destek Kavramı ve Gelişimi

Sosyal destek kavramı, sosyal bağ gibi farklı adlandırmalar altında ele alınarak bireyin sevilme, sevme, kontrol etme, bireysel kimliğini değerli ve geçerli kılma, bağlanma, bağlanılma gibi gereksinimlerini karşılayarak fiziksel ve ruhsal bütünlüğünün kurulmasını ifade etmektedir. Stres verici yaşam olayları ve sağlık arasındaki ilişkiyi inceleyen çok sayıda çalışma yapılmıştır.

Zor çevresel koşullarda bireyin yaşamında ortaya çıkabilecek sosyal ilişki ve bağların kopması ya da zayıflaması durumunda hastalanma riskinin artabileceği hipotezi ortaya atılmıştır. Bu durumlarda destek gruplarının bireyi tampon mekanizma gibi koruyacağı ve sosyal desteğin harekete geçirilmesiyle sağlığın daha kolay korunacağı belirtilmiştir. Günümüzde sosyal destek, stres altındaki bireye yakından bağlı olduğu eş, aile, arkadaş, öğretmen gibi insanlar tarafından sağlanan maddi ve manevi yardım olarak kabul edilmektedir (Cohen, 1985; Aro, 1989; Bal, 2003).

Literatürde sosyal desteğin tanımlamasında niceliksel (yapısal) ve niteliksel (işlevsel) özellikler açısından iki farklı yaklaşım olduğu görülür.

Yapısal açıdan yaklaşanlar daha çok “sosyal ağ” (social network) terimi kullanmışlardır. Bu terim ilk kez 1954 yılında antropolog olan Barnes tarafından kullanıldığı görülmektedir. Barnes Norveç’in küçük bir kasabasında, sosyal sınıfa ve statüye yönelik çalışmalar yapmış; bu yöntemi daha sonra

İngiliz sosyal bilimciler kişilerin ait oldukları birincil grupların yapısal özelliklerini tanımlamak amacıyla kullanmışlardır. Sosyal ağ terimi, genellikle kişinin bir grup insanla olan bağlarını ve grup içindeki ilişkilerini göstermek için kullanılan bir terimdir. Sosyal ağ, değerlendirilirken büyüklük (bireyin ilişkide olduğu insan sayısı) sosyal bağların gücü, ilişkilerin sıklığı, dağılım (ilişkide olan kişilerin, fiziksel olarak uzaklığı ya da yakın oluşu), homojenlik (ağ üyelerinin yaş, cinsiyet, ırk ve kültürel açıdan benzerliği), simetri (ilişkideki aktiflik ya da pasiflik derecesi) gibi niceliksel (yapısal-kantitatif) özellikler üzerinde durulmuştur (Barnes, 1985).

Sosyal destek kavramına niteliksel (işlevsel) yaklaşanlar ise “sosyal ağ”dan farklı olarak, ilişkinin sağladığı yardımlar yani desteksel davranışın boyutları açısından ele almaktadırlar. Desteksel davranışlar, araştırmacılar tarafından farklı boyutlarda ele alınmaktadır. Örneğin sosyal desteği üç boyutta (maddi, duygusal ve bilişsel) ele alarak çalışma yapanların çoğunlukta olduğu söylenebilir (Barrera, 1983).

Günümüze kadar sosyal destek ile sağlık arasındaki ilişkiyi, hem tampon hem de doğrudan etki modeline göre açıklayan iki temel görüş olduğu görülmektedir. Bunlardan birincisinde, sosyal destek ile sağlık arasında doğrudan ya da temel bir ilişkinin olduğu; ikincisinde ise, sosyal desteğin en önemli işlevinin stres verici yaşam olaylarının yarattığı olumsuz psikolojik etkileri azaltarak ya da dengeleyerek tampon görevi gördüğü savunulmaktadır (Davis, 2002).

Sosyal destek, araçsal, duygusal, bilgisel ve değer ifadesi olmak üzere dört boyutlu olarak anımlanmaktadır. Bu tanımda sosyal desteğin bireyler

arasında karşılıklı bir alış-veriş olduğu ifade edilmektedir. Araçsal destek, maddi yardım, eşya yardımı veya hizmet sunumu gibi öğeleri içerir. Duygusal destek hoşnutluk, saygı, sevgi ve empati gibi öğeleri; bilgisel destek ise çevreye yönelik bilgi gibi öğeleri; değer ifade eden desteğin ise takdir etme, kişinin kendi kendini değerlendirmesi ile ilgili öğeleri içerdiği söylenebilir. Bu dört boyutta ele alınan sosyal destekler “sosyal destek tipolojileri” olarak da ifade edilmektedir (Hays, 1986).

Desteğin duygusal değerinin yanı sıra bilişsel yönü de önemlidir.

Sosyal destek, insanın stresli bir olaya hakim olmasını ve onunla başa çıkmasını kolaylaştıran sosyal çevreden gelen bir geribildirimdir. Bu nedenle sosyal destek kavramı, çevreden gelecek ilginin belirtilmesi, duygusal yakınlık ve iletişim kavramlarını içermekte ve ayrıca bireyin yaptığı işin veya düşüncesinin doğruluğu ya da yanlışlığını da belirlemektedir.

Sosyal destek kavramının tanımlarında veya açıklamalarında, sosyal destek kaynaklarının iki ana bölümden oluştuğu görülür. Bir grupta daha çok aile, arkadaş, komşu gibi yakın çevrede bulunan ve yakın ilişki içinde bulunulan insanlar yer almaktadır. Resmi destek kaynaklarında ise resmi kurum ve kuruluşlar ile yasal çerçeve içinde hizmet veren sivil toplum kuruluşları, gönüllü kuruluşlar yer almaktadır. Bu kaynakların sağladığı sosyal desteklerin boyutları da farklı düzeylere olabilir. Örneğin arkadaşlar daha çok duygusal destek sağlarken, anne-baba duygusal, araçsal, bilgisel ve değer ifade eden desteklerin hepsini sağlayabilir. Ülkemizde ruh sağlığı hizmetleri yaygın olarak devlete ait sağlık kuruluşlarında verilmektedir. Sosyal hizmetler ise sınırlı sayıdaki kurumlar aracılığıyla yürütülmektedir (Helsen, 2000).

2.7.2 Algılanan Sosyal Destek ve Ölçümü

Sosyal destek kavramı üzerinde çalışan araştırmacılar, uzun yıllar ortak bir tanıma ulaşamadıkları için neyin, nasıl ölçüleceği konusu belirsiz kalmıştır.

Sosyal destek kavramının, kişilerarası ilişkilerdeki farklı yönleri içeren genel bir terim olduğu ortaya konduktan sonra, sosyal ağın yapısal özellikleri, üyelerinin stres altında bulunan kişiye sağladığı yardımlar, destekleyici davranışlardan duyulan doyum (algılanan sosyal destek) ölçülmeye başlanmıştır.

Sosyal ağın yeterince destekleyici olup olmadığı konusundaki kişinin izlenimi “algılanan sosyal destek” olarak tanımlamaktadır. Algılanan sosyal destek ilişkiden sağlanan doyumdur. Çeşitli yaşam alanlarında, sevilen sayılan ve değer verilen kişilerin, ilişkilerden daha fazla doyum aldığı ve başkalarınca desteklendiği duygusunu taşıdığı öne sürülmüştür (Liu, 2002).

Sosyal aktivitenin kendisi değil, algılanış ve yorumlanış biçimi de ruhsal sağlığı etkiler. Bu araştırmacılar, sosyal destek ile başa çıkma mekanizmaları ve ruh sağlığı arasındaki ilişkiyi açıklayan kuramsal bir model geliştirmişlerdir. Bu modele göre bir sosyal aktivitenin destekleyici olması için ya kişinin benlik saygısını arttırması ya da stresle ilgili maddi veya bilişsel bir yardımı içermesi gerekmektedir. Benlik saygısını arttırıcı destek işlevini, ruh sağlığı bulgularıyla doğrudan ilişkili olduğu saptanmış, buna karşın stresle ilgili maddi veya bilişsel bir yardım içeren destek işlevinin, ruh sağlığını dolaylı yönden etkilediği belirtilmiştir (Colarossi, 2003).

Genel olarak, algılanan sosyal desteğin iki temel bileşeni olduğu görülmektedir. Bunlar: 1) ihtiyaç duyulduğunda başvurulabilecek insanların

birbiriyle ilişkisi, bireylerin kişiliklerine bağlıdır. Örneğin bazı insanlar sosyal destek sağlayan fazla sayıda insan olmasını isterken, bazıları için de bir tek kişi yeterli olabilmektedir. Başkalarıyla beraber olma ve rahatlık duygusu, destek ihtiyacını belirleyebilir. Aynı şeklide desteğin algılanmasından memnuniyet, benlik saygısı, çevre üzerinde kontrol duygusu gibi kişilik faktörlerinden etkilenebilir. Ayrıca yeni olayların, memnuniyet ya da hoşnutsuzluk olarak desteğin hazır bulunuşunu dikkate almayı etkileyebileceği bilinmektedir (Sarason, 1983).

Günümüze değin sosyal desteğin farklı yaklaşımlarla tanımlanması gibi ölçümünde de farklı yaklaşımların olduğunu görmekteyiz. Sosyal desteğin yapısal boyutunun ölçülmesinde daha çok sosyolog ve antropologlar tarafından geliştirilen "Sosyal Ağ Listesi" kullanılmıştır. Sosyal desteği nicel olarak belirleyebilmek amacıyla, sosyal ağın yapısal özelliklerini ve belirli bazı türden ilişkilerin varlığını araştırmışlardır. Bu ilişkilerdeki olumlu geribildirimler ve olumlu kendilik imajı üzerinde durmuşlardır (Cohen, 1985; Aro, 1989; Barrera, 1983; Davis, 2002; Mitchell, 1982).

Evliliğin sağladığı psikolojik ve sosyal üstünlükleri incelemişlerdir.

Mutlu bir evliliğin olumlu getirileri olduğunu, kötü bir evlilik ilişkisinin aktif bir stres kaynağı olduğunu ortaya koymuşlardır. Mutsuz evliliği olan insanların daha çok fiziksel rahatsızlıklara sahip olduklarını, diğer insanlardan kendilerini soyutladıklarını belirlemişlerdir (Gülseren, 2002).

Evlilik durumu dışında yalnız yaşama, bir kulübe üye olma, akraba ve arkadaş ziyaretleri, başkalarıyla gezme, yakın bir arkadaşa sahip olma gibi özellikler de ele alınmıştır. Bu çalışmalarda, olumlu ya da olumsuz sosyal

etkileşimlerle psikiyatrik bozukluklar arasındaki ilişkiler ayırt edilmiştir.

Yapısal yaklaşıma göre sosyal destek, bireyin sosyal ilişkilerindeki evlilik durumu, arkadaş sayısı gibi “sosyal ağı” ifade eder (Colarossi, 2001; Martin, 2000).

İşlevsel ölçme yaklaşımlarında sosyal desteğin daha çok duygusal yönüne ağırlık verilmiştir. Bu yaklaşım biçiminde araştırıcılar, standart görüşme yöntemiyle ya da bir kaç maddelik soru listeleriyle destek düzeyini araştırmışlardır. Örneğin, yakın arkadaş ilişkisinin sağladığı duygusal ve bilişsel destek sıklıkla, "arkadaş ve akrabalarınız içinde ne söylerseniz söyleyin, sizi anlayacağına, yol göstereceğine inandığınız biri var mı? "

biçiminde bir soru ile araştırılmıştır (Özbay, 1994).

2.7.3. Sosyal Destekle Ruh Sağlığı Arasındaki İlişki

Son yıllarda sağlık, sosyal psikoloji, klinik psikoloji, psikiyatri gibi birçok alanda yapılan çalışmalarda sosyal destek ve psikopatoloji arasındaki ilişkiler epidemiyolojik araştırmalarla ortaya konmuş, sosyal destek ile sağlık arasında olumlu ilişki olduğu bildirilmiştir. Sosyal faktörleri, psikopatoloji açısından ele aldıkları çalışmalarında, stres, anksiyete, depresyon ve sosyal desteği en aktif araştırma alanları olarak saptamışlardır (Sarason, 1985).

Sosyal destek ile sağlık arasındaki ilişkiyi ele alan çalışmalarda iki önemli etkiden (modelden) söz edilmektedir. Bunlardan birincisi, sosyal destek ile sağlık arasında doğrudan ya da temel (main or direct effect model) bir ilişkinin olduğunu; ikincisi ise sosyal destek ile sağlık arasında tampon

(buffering effect model) ilişkinin olduğunu, yani sosyal desteğin stres verici yaşam olaylarının yarattığı zararları azaltma ya da dengeleme yoluyla ruh sağlığını koruduğunu belirtmektedir (Bal, 2003; Aro, 1989).

Tampon etki modeline göre sosyal desteğin en önemli işlevi, stres verici yaşam olaylarının yarattığı olumsuz psikolojik etkileri azaltarak ya da dengeleyerek tampon görevi görmektir. Bu modelde, doğrudan ya da temel etki modelinden farklı olarak stres kesinlikle vardır ve bunun etkisini sosyal destek hafifletmekte ya da dengelemektedir. Stres verici yaşam olayları arasında

“sevilen birinin ölümü”, “boşanma”, “işini kaybetme”, “okula başlama ya da bitirme” gibi yeniden sosyal uyumu gerektiren olaylar sayılabilir. Stres verici yaşam olaylarının hem fiziksel sağlığa hem de ruhsal sağlığa olumsuz yansımaları olduğu pek çok araştırmada ortaya konmuştur. Bunlarda sosyal destek, sağlık ve stres verici yaşam olayları arasında ara değişken olarak ele alınmakta yani sosyal desteğin tampon etkisi araştırılmaktadır (Kılıç, 1994).

Bal ve arkadaşları, psikiyatri kliniğine başvurmayan 820 kişilik örneklemle, 12-18 yaş arasındaki ergenlerin stresli yaşam olayları sonrası uyumlarında ve kendilerini iyi hissetmelerinde sosyal destek faaliyetlerinin rolünü inceledikleri araştırmada, cinsel istismara uğradıklarını bildiren ergenlerin diğer tipte stresli yaşam olayları bildirenlere göre daha düşük destek bildirdiklerini ve daha yüksek uyumdan kaçınma davranışı ve daha fazla korku, depresyon, kızgınlık, toplumsal içe çekilme gibi stresle ilişkili semptomlar gösterdiklerini, stresli olay ve uyum arasındaki hafifletici ilişkide sosyal destek etkisini istatistiksel açıdan anlamlı bulmuşlardır (Bal, 2003).

Smith ve Anderson, intihar girişiminde bulunan 13-17 yaş grubundaki ergenlerin akut değerlendirilmesini izleme, sosyal destek, risk düzeyleri ve güvenlik hareketlerini incelemek amacıyla yaptıkları araştırmada negatif desteğin şiddetinin gruplar arasında farklı olduğunu; intihar girişimde bulunanların diğerlerine göre daha fazla risk altında olduğunu bildirmişlerdir.

(Smith ve Anderson, 2000).

Bazı araştırmacılar ise, bu iki modelin sosyal destek ile ruh sağlığı arasındaki ilişkiyi açıklamakta yetersiz kaldığını belirtmektedir. Sosyal desteğin psikolojik yakınma belirtilerine etkisini araştırdığı çalışmasında, kişilik özelliklerinden dışadönüklüğün sadece sosyal destekle karşılıklı ilişkide olduğunu saptamıştır. Doğrudan etki modeline göre, sosyal destekle sağlık arasında doğrudan ya da temel bir ilişkinin olduğu savunulmakta ve birçok araştırmada, hasta bireylerin sosyal destek sistemleri hem niteliksel (işlevsel ölçme yaklaşımı) hem de niceliksel (yapısal ölçme yaklaşımı) açıdan ele alınarak, normal bireylerden farklı olduğu tespit edilmiştir. Doğrudan etki modelinde, “stres olsun ya da olmasın, sosyal destek kişinin sağlığını doğrudan etkilemektedir ve sosyal desteğin yokluğu da ruhsal hastalık oluşumuna yol açmaktadır” (Kaplan, 1977; Muller, 2000) .

BÖLÜM III: ALANA İLİŞKİN BULGULAR

3.1. Araştırma Alanında Saptanan Sosyodemografik Özellikler

Çalışmaya Ankara Yıldırım Beyazıt Eğitim Araştırma Hastanesi Etlik Psikiyatri Polikliniğine başvuran ve araştırma ölçütlerini karşılayan 68 erkek (%37.2), 115 kadın (%62.8) olmak üzere toplam 183 hasta alınmıştır.

Hastaların tanı dağılımı bakıldığında anksiyete bozuklukları tanısı ilk sırada yer almaktadır. Bu grupta 85 kişi (%46,4) bulunmaktadır. İkinci sırada 43 kişinin (%23,5) yer aldığı major depresyon grubu (Major Depresyon);

üçüncü sırada şizofreni (31 kişi, %16,9); bipolar duygudurum bozukluğu (BPD) (10 kişi, %5,5); madde kullanım bozuklukları (5 kişi, %2,7) ve somatoform bozukluklar, diğer tanıların yer aldığı grupta 9 kişi (%4,9) bulunmaktadır (Tablo 1).

Anksiyete bozuklukları grubunda ise yaygın anksiyete bozukluğu (YAB) (26 kişi, %20,4), panik bozukluk (PB) (22 kişi, %18,6), diğer anksiyete bozuklukları (sosyal fobi, travma sonrası stres bozukluğu (20 kişi, %14,4), obsesif kompulsif bozukluk (OKB) (17 kişi, %9,3) yer almaktadır.

Anksiyete bozukluklarının çeşitli çalışmalarda elde edilen yaşam boyu yaygınlık oranları kullanılan tanısal değerlendirme sistemine göre oldukça değişmektedir. Türkiye’de yaygınlığı konusunda az sayıda epidemiyolojik çalışma vardır (Doğan, 1995; Erol, 1998).

3.1.1. Medeni durum

Toplam hasta grubu içerisinde kadınlarda 32 kişi bekar (%27,8), 67 kişi evli (%58,3), 16 hasta ayrılmış veya duldu (%13,9); erkeklerde ise bekarların oranı %32,4, evli oranı %66,2 ve ayrı olan ise %1,5 idi (Tablo 2).

Tüm grubun %61,2 si evli, %29,5 bekar ve %9,3 ayrı olduğu saptandı.

En yüksek evlilik oranları her iki cinsiyet grubunda anksiyete ve depresyon tanısı olan gruplarda saptanırken, şizofreni ve bipolar tanılı gruplarda daha düşük oranlarda yer almaktaydı. Medeni durum açısından hastalık grupları arasında istatistiksel açıdan farklılık gözlenmiyordu (X2 =14,3, df=10, p=0,2).

Literatürde genel olarak, Major Depresyon en sık yakın kişilerarası ilişkileri olmayan ya da boşanmış ya da ayrı yaşayan insanlarda bulunmaktadır.

Bipolar bozukluk, boşanmış ya da bekar olanlarda daha yaygın olabilir, ancak bu farklılık, bozukluğa özgü olan erken başlangıcı ve bunun sonucu olan evlilik uyuşmazlığı yansıtıyor olabilir (Ünal 1999; Sadock 2005, s:1329; Öztürk 2002). Çalışmamızda tanı ve cinsiyet grupları arasında farklılık olmamakla birlikte şizofreni ve bipolar tanılı gruplarda daha düşük ve erkeklerde evlenmeme oranı daha yüksekti.

Tablo 2. Tanı gruplarında medeni durumların cinsiyete göre

3.1.2. Eğitim durumu

Tüm hasta grubunda 56 hasta ilkokul (%30,6), 40 hasta ortaokul (%21,9), 58 hasta lise (%31,7), 29 hasta üniversite (%15,8) mezunuydu. Tanı gruplarında eğitim durumuna bakıldığında en az ilkokul mezunu oldukları ve grubun büyük oranda orta ve lise eğitimini tamamladıkları gözlenmektedir.

Hastanın tamamladığı son eğitim kademesi açısından anlamlı bir istatistiksel fark saptanmadı (X2 =4,346, df=10, P=0,630).

Eğitimle ile ilgili ikinci değişken eğitime ara vermesi ya da bırakmasıydı. Anksiyete grubunda %10,6 (9 kişi) eğitimi yarıda bıraktığını belirtirken, depresyon grubunda 2 hasta (%4,7) bu durumda saptandı. Şizofreni grubunda bu oran %32,3, madde kullanım bozuklukları grubunda ise %20 olarak diğer gruplardan istatistiksel olarak farklı saptandı (X2 =37,5, df=10, P<0,001).

Hastalık başlama yaşı dikkate alındığında, literatürde yer alan şizofrenide iki cinsiyetin hastalığın başlangıcı ve seyrinde değişiklik gösterdiği, erkeklerde başlangıç yaşının kadınlardan daha erken olduğu bulgusuyla uyumludur. Bu nedenle eğitime ara verme oranı daha yüksek olabilir.

Tablo 3. Tanı gruplarının eğitim durumu açısından karşılaştırılması

Tüm hasta grubunda 43 kişinin çalışmadığı (%23,9), 57 kişinin (%31,7) çalıştığı, 14 emekli (%7,8) ve 12 (%6,7) öğrenci olduğu belirlendi. 54 kişi ise (%30) çalışma durumunu “ev hanımı” olarak belirtti. Meslek durumlarına tanı ve cinsiyet özellikleri göz önüne alınarak bakıldığında, ev hanımı olarak bildirilen grubun %31,5’i depresif bozukluk, %61 i ise anksiyete grubunda yer

almaktaydı. Her iki cinsiyet grubunda da şizofreni tanısı alanlarda “işsiz” oranı daha yüksekti. Kadın ve erkeklerde çalışma durumu ve tanı dağılımı açısından istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmıştır (erkek gr için, X2 =40,7, df=15, P<0,001; kadın gr için X2 =47,9, df=16, P<0,001). (Tablo 4).

Meslek gruplarına göre bakıldığında şizofreniden sonra depresyon ve anksiyete bozuklukları sıklığı yüksek görünmektedir. Görüşmelerde “ev hanımı” olduğunu belirten grup içinde yakınmalarını ekonomik nedenlere bağlayan daha sıktı.

Şizofreni tüm kültürlerde ve sosyoekonomik gruplarda tanımlanmakla birlikte endüstrileşmiş ülkelerde daha yüksek oranda şizofrenik hasta düşük sosyoekonomik düzeydedir. Etkilenen insanların hastalıktan ve işgücü kaybından dolayı düşük sosyoekonomik düzeye geriledikleri ileri sürülmektedir.

Tablo 4. Tanı gruplarının meslek durumu açısından karşılaştırılması belirtirken, 28 kişi (%15,7) geniş ailede, 9 kişi (%5,1) parçalanmış ve 6 kişi de (%3,4) yalnız yaşadığını bildirmiştir. Aile tipi açısından cinsiyet grupları arasında bir farklılık saptanmamıştır.

Tanı gruplarına göre bakıldığında, hastaların büyük oranda çekirdek aile tipinde yer aldığı gözlenmiştir. Kadın grubunda şizofreni tanısı alanlarda, 2 hasta geniş aile (%11,8), 12 hasta çekirdek aile (%70,6), 3 hasta (%17,6) ise parçalanmış aile tipindeydi. Erkek grubunda ise yalnız yaşama ve parçalanmış aile oranı oldukça düşüktü. Bununla birlikte gruplar arasında aile tipi açısından istatistiksel farklılık saptanmadı (X2 =13,5, df=15, P=0,3) (Tablo5).

Tablo 5. Tanı gruplarının aile tipi ve cinsiyet açısından karşılaştırılması.

0 10 5 0 15

3.1.5. Doğum yeri

Tüm hastaların 76’sı kırsal bölge (%41,8), 106’sı kent (%58,3) doğumluydu. Hastalık grupları açısından değerlendirildiğinde anksiyete grubunda 35 hasta (%41,7), depresyon grubunda 19 hasta (%44,2), şizofreni grubunda ise 19 hasta (%61,3) olmak üzere tüm tanı gruplarında daha yüksek oranda büyük şehir doğumlu oldukları ve gruplar açısından farklılık olmadığı saptandı.

3.1.6. Yerleşim yeri

Tüm hasta grubunda 139 (%76,8) kişi kent yerleşimliydi. Anksiyete grubunda 5 hasta kırsal bölge (%10,4), 43 hasta kent (%89,6) yerleşimliydi. Bu açıdan yapılan istatistiksel değerlendirmelerinde anlamlı fark saptanmadı.

Tablo 6. Tanı gruplarının yerleşim yeri açısından karşılaştırılması.

3 3 10 27 43

3.1.7. Ailesinin yaşadığı yer

Tüm hasta grubunda 122 kişi (%68,5) ailesinin il yerleşimli olduğunu belirtirken, kendisi için yaşamını geçirdiği en uzun süreli yer olarak yine il

Tüm hasta grubunda 122 kişi (%68,5) ailesinin il yerleşimli olduğunu belirtirken, kendisi için yaşamını geçirdiği en uzun süreli yer olarak yine il

Benzer Belgeler