• Sonuç bulunamadı

Bölüm II: Kavramsal ve Kuramsal Çerçeve

2.8.3. Sıradanlaşma, Mekanikleşme, Şematize Olma

yükseköğretimin sıradanlaşma (McDonaldization) tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu iddia etmektedirler. İlk olarak sosyolog George Ritzer tarafından ortaya atılan

Mcdonaldization teorisi, McDonald restoran zincirinin işleyiş biçimini dikkate alarak üretilmiştir. McDonald restoran zincirinin işleyişinde verimlilik, hesaplanabilirlik, öngörülebilirlik ve denetim gibi ilkeler ön plandadır. Bu ilkeler yoluyla McDonald restoran zincirinin tüm dünyaya başarılı bir şekilde yayıldığı iddia edilmektedir (Ritzer, 1996). McDonaldlaşmanın rasyonel toplum bağlamında olumlu sonuçları olsa da eğitim dünyasına ilişkin bayilik ya da denetimi çok zor olan kampüs şube uygulamaları gibi olumsuz yönleri de bulunmaktadır. Toplumun tüm katmanlarına yayılan

McDonaldlaşma süreci, küresel modern dünya yükseköğretim sistemelerinde de hissedilebilir. Yükseköğretim alanındaki McDonaldlaşma, kurumların özgünlüklerini kaybederek sıradanlaşmasına ve hazır yiyecek bayiliklerine dönmeye başlamasına göndermede bulunur (Healey, 2007; Prakash & Stuchul, 2004). Bir üniversitenin ürettiği eğitim hizmetini bayilik ya da şube yoluyla tüm dünyaya belli bir ücret karşılığında pazarlamasının söz konusu eğitim hizmetinin, standartlaşmasına, sıradanlaşmasına ve denetimi kolay olmayan bayiliklere dönüşmesine sebep olduğu söylenebilir.

Yükseköğretim hizmetlerinin metalaşması ve ticarileşmesi sonucu üniversitelerin McDonaldlaşma yoluyla kâr amacı güden kuruluşlar olarak hizmet vermeye başlaması çeşitli sorunları da beraberinde getirmiştir. Bu sorunlardan en önemlisi kalite olarak değerlendirilebilir. McDonaldlaşma yöntemiyle uzaktan eğitim, şube kampüs açma,

ortak diploma gibi uygulamalarla yükseköğretim hizmetlerinin sunumundaki çeşitliliğin artması sonucu kalite bağlamında bazı kaygılar doğmuştur (Harvey, 2002). Başka ülkelerdeki üniversitelere bayilik vererek ya da kampüs şubesi açarak sunulan eğitim hizmetlerindeki kalite standartlarının düştüğü yönünde ciddi eleştiriler vardır. Çünkü bu kurumlarda nasıl bir eğitim hizmetinin sunulduğuna dair belirsizlikler mevcuttur

(Altbach, 2012). Bu durum, hizmet veren yükseköğretim kurumlarının ve ülkenin imajının zedelenmesine yol açmaktadır. Örneğin, Birleşik Arap Emirliklerinde faaliyet gösteren İngiliz üniversitelerinde İngiltere’deki müfredatın aynısının uygulanmasına rağmen müfredatın aynı değerler çerçevesinde sunulduğuna ilişkin endişeler vardır. Bu bakımdan bayilik ya da şube kampüs yoluyla yurt dışında sunulan yükseköğretim hizmetlerinin yeterli kalitede olduğunu iddia etmek çok zordur.

2.9. Türkiye’de Yükseköğretim

İslam kültür ve medeniyetinde yükseköğretim hizmetlerini sunan medreseler, Selçuklu Veziri Nizamülmülk tarafından Nizamiye Medreselerinin açılmasıyla düzenli ve sistemli bir kurumsallaşma sürecine girmiştir. Bu süreçte çeşitli aşamalardan geçen medreseler, Osmanlı döneminde Fatih Sultan Mehmet Han tarafından yaptırılan Sahn-ı Seman ve Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılan Süleymaniye Medreseleri önemli bir gelişme kaydetmiştir. Batı’da Rönesans ve Reform hareketlerinin ardından modern üniversitenin filizlenmeye başlaması ve 19. yüzyılda kurumsallaşan Humboltçu modern üniversite, Osmanlı ve Batı’daki tüm yükseköğretim kurumlarını etkisi altına almıştır. Osmanlı devletinde Batılılaşma hareketleri doğrultusunda Tanzimat

Fermanı’nın ilan edilmesiyle Avrupa tarzı bir üniversite kurma ihtiyacı doğmuş ve 1846 yılında Darülfünun’un kurulmasına karar verilmiştir. Ancak bu kurumda eğitim

öğretim, 1863 yılına kadar başlamamıştır (Gürüz, 2003).

Tanzimat Fermanı ve Islahat hareketleri bağlamında medreselerden bağımsız olarak açılan ve medreselerin yerini almak üzere ortaya çıkan Darülfünun,

kurumsallaşma sürecine 1863 yılında başlamış ve belirli kesintilerle Cumhuriyet dönemine kadar devam etmiştir. 1919 Nizamnamesi ile özerklik kazanan Darülfünûn, Cumhuriyet’in ilk yıllarında toplumun çağdaş ve uygar bir toplum haline

dönüştürülmesi için kullanılan bir modernleşme aracı olarak değerlendirilebilir (Akyüz, 2013). Ancak modern bir üniversite olarak beklentileri karşılayamayan Darülfünun, 31 Mayıs 1933’te kabul edilen 2252 sayılı Kanun ile kapatılıp yerine üniversite reformu kapsamında İstanbul Üniversitesi kurulmuştur (Özilgen, 2009). Darülfünun’un İstanbul

Üniversitesi’ne dönüştürülmesinden bugüne kadar geçen sürede Türk yükseköğretimi çok önemli değişim ve dönüşümlere tanık olmuştur.

Cumhuriyet tarihinden bu yana yükseköğretim alanında yapılan temel yasal düzenlemeler şu şekildedir;

1) 31 Mayıs 1933 tarih ve 2252 sayılı Üniversite Kanunu, 2) 13 Haziran 1946 tarih ve 4936 sayılı Üniversiteler Kanunu,

3) 27 Ekim 1960 tarih ve 115 sayılı, 4936 sayılı Kanunun bazı maddelerini değiştiren kanun,

4) 20 Haziran 1973 tarih ve 1750 sayılı Üniversiteler Kanunu,

5) 4 Kasım 1981 tarih ve 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunudur (Tekeli, 2010).

1981 tarihli 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ile Türkiye’deki tüm

yükseköğretim kurumları Yükseköğretim Kurulu (YÖK) çatısı altında toplanmıştır. Anayasanın verdiği yetkiyle kamu tüzel kişiliğine sahip olan YÖK, yükseköğretimden sorumlu bir üst kuruluş haline gelmiştir (Bilgin, 2009).

İdari anlamda yaşanan değişimlerin yanı sıra yükseköğretim alanında nitel ve nicel değişimler de dikkat çekmektedir. Darülfünun’un ardından Ankara Hukuk Fakültesi (1927), Dil ve Tarih Coğrafya (1935), Fen Fakültesi (1943) ve Tıp Fakültesi (1945) kurulmuştur. Bunun yanı sıra 1961 Anayasası, 1971 Anayasa değişikliği ve 1982 Anayasası ile Türkiye’nin çeşitli yerlerine yeni üniversiteler kurulmuştur. Cumhuriyet tarihinden bu yana bazı kesintiler yaşansa da yükseköğretim sistemi büyümeye devam etmiş ve vakıf üniversiteleri, yüksek teknoloji enstitüleri ve bağımsız meslek

yüksekokullarının da eklenmesi ile çeşitlenen yükseköğretim kurumlarının toplam sayısı günümüzde 180’i geçmiştir. Bu yükseköğretim kurumlarında ise 6 milyondan fazla öğrenci (açıköğretim dâhil) eğitim görmekte ve 150 bine yakın akademik, 120 bin civarında da idari personel görev yapmaktadır (YÖK, 2016).

Son dönemde özellikle nicel anlamda ciddi değişimler yaşayan Türk

yükseköğretim sistemi, sayısı 180’i geçen kurum, 6 milyonu aşan öğrenci, yaklaşık üç yüz bin akademik ve idari personelin içinde bulunduğu devasa bir örgüt haline

dönüşmüştür. Bu şekilde büyüyen bir sistemin 1981 tarihli Yükseköğretim Kanunu çerçevesinde idare edilme çabası 21. yüzyıl yükseköğretim dünyasında karşılık bulmamaktadır. Anayasa’nın 131. maddesine göre Yükseköğretim Kurulu;

“Yükseköğretim kurumlarının öğretimini planlamak, düzenlemek, yönetmek, denetlemek, yükseköğretim kurumlarındaki eğitim-öğretim ve bilimsel araştırma faaliyetlerini yönlendirmek, bu kurumların kanunda belirtilen amaç ve ilkeler doğrultusunda kurulmasını, geliştirilmesini ve üniversitelere tahsis edilen kaynakların etkili bir biçimde kullanılmasını sağlamak ve öğretim elemanlarının yetiştirilmesi için planlama yapmak” amacıyla kurulmuştur.

Bu maddede görüldüğü gibi Anayasa, Yükseköğretim Kurulu’na sınırsız yetkinin yanı sıra önemli sorumluluklar vermektedir. Bu durumun katı merkezi bir yapının oluşmasına ve bürokrasinin araçtan çok amaç haline gelmesine sebep olduğu

söylenebilir. Türk yükseköğretim sisteminin nicel büyüklüğü düşünüldüğünde, katı ve bürokratik bir üst yönetimin verimlilik açısından sürdürülebilirliği tartışmalıdır. Bu yüzden YÖK’ün yeniden yapılandırılarak bir danışma, planlama ve koordinasyon kurumu haline getirilmesi önerilebilir (Çetinsaya, 2014).

Benzer Belgeler