• Sonuç bulunamadı

1.9. Sınır İkonları: Gözetleme, Denetleme ve Baskı Mekanizmaları

1.9.6. Sınırların Sabit Unsurları: Kapılar

Sınır ikonları arasındaki en sabit unsurlardan olan sınır kapıları değişmez unsurlardan biri olarak mevcudiyetini korumaktadır. Kapı, açılacağı mekân neresi olursa olsun ilgili alanın koruyucusu, karşılayıcısı, bu haliyle de mekânın sahibi temsilidir. İçeriden dışarı çıkmak isteyen de dışarıdan içeriye girmek isteyen de

öncelikle kapıya başvurmaktadır. Sınır kapıları ise insan ve diğer her türlü canlının ve materyalin ülke sınırlarına giriş ve çıkışlarını kontrol altında tutmak için devletlerin sınırlarda kurmuş olduğu mekanizmalardır. Sınır kapıları devlet iktidarının belirgin simgelerindendir. Sınırın karşı tarafına geçmek için başvurulan kapılarda bürokratik pek çok işlem gerçekleştirilmektedir. Geçişlerin bir takım bürokratik işlem ve yükümlülükleri vardır. Pasaportlar, vizeler, geçiş belgesi adını taşıyan belgeler geçişlerin legal sayılması için şarttır.

Özgen, kapıları sınırların en sabit unsurları olarak tanımlamaktadır. Zaman içinde, bir kapının açılıp kapanması ya da daha çok ticarete izin verecek şekilde yeniden düzenlenmesi gibi küçük değişimler sayılmadığı takdirde; kapılar açıldıkları andan itibaren en sabit unsurlar olarak iş görmektedirler. Sınırların daimî ve değişmez unsurlarından olması sebebiyle sınır bölgelerinin demirbaşı sayılabilecek olan sınır kapıları, aynı zamanda iki sınır hattının iktisadi serüvenini de izleyebilmeyi mümkün kılmaktadır (Özgen, 2004, s.77).

Sınırların sabit unsurlarından olan kapıların açılır, kapanır olma durumları kapıların varlıkları kadar istikrarlı değildir. Sınır kapıları devletlerin karşılıklı fayda ilkesi gereğince bazı durumlarda açılmakta ya da kapatılmaktadır. Çoğunlukla otoritelerin insafına kalmış bir karar olması sebebiyle de sınır insanlarını ve komşu devletleri terbiye etme aracı olarak da değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Bazı sınır kapıları siyasi ve iktisadi çıkarlar gözetilerek, uygun görülmesi durumunda belli dönemlerde açılmış, karşılıklı olarak geçişlere müsaade edilmiştir.

Türkiye sınırları içerisinde bu geçişin en yoğun olarak görünür olduğu sınır kapılarından olan Türkiye-Gürcistan arasındaki Sarp sınır kapısı, ülkelerin karşılıklı çıkarları ve talepler doğrultusunda açıldığında bu etkileşim net olarak görülmüştür. Kapının açılması ile valiz ticareti dönemin görünür faaliyetlerinden biri haline gelmiştir. Dünyada salgın hastalık ve pandemi süreçleri de sınır kapılarının açılıp kapanmalarının sanıldığından daha mümkün olduğunu göstermektedir.

Türkiye-Ermenistan arasındaki sınır kapıları olan Alican kara sınırı kapısı ve Akyaka demir yolu sınır kapıları 1993 yılından beri süresiz olarak kapatılmıştır. Zira

bu sınır, tarihi arka planından başlayarak sınırın çekilme aşamasına değin köklü bir yaşanmışlığın sonucudur. Türkiye’de sınırlarının tarihi arka planında yer alan ideoloji ve eylemlere dair bilgi sahibi olmak, özelde Türkiye-Ermenistan sınırının belirleniş ve günümüze kadar geliş serüvenini de anlaşılır kılacaktır.

İKİNCİ BÖLÜM

2. TÜRKİYE'DE TERİTORYAL SINIRLAR VE TÜRKİYE-ERMENİSTAN SINIRI

2.1. Türkiye’de Sınırlar Tarihi ve Misak-ı Milli

Türkiye sınırlar tarihi ancak Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki sınırların tarihiyle birlikte anlaşılabilir. Osmanlı Devleti’nde sınırlar ne anlam teşkil ediyordu, hangi amaçla ve nasıl korunuyordu? Sorularının yanıtları Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasının ardından çizilmeye başlanan sınırlar ile Osmanlı sınırlarının anlamları arasındaki farklılıkları kendiliğinden açığa çıkaracaktır.

Sınır bir olgu olarak Osmanlı Devleti döneminde de var olmuştur. 16.yy öncesinde alanın kesin olarak belirlendiği hudut uygulamalarından söz etmek mümkün değildir. Modern çağın başlarından itibaren Avrupalı devletlerin istekleri doğrultusunda kesin olarak belirlenmiş sınırlara sahip bir devletler profilinden Osmanlı da etkilenmiştir. Osmanlı geçirgen sınırlarına yüklenen anlam; modern sınırların işgal ettiği anlamdan net bir şekilde ayrışmaktadır. Ancak modern sınır olgusunun gündeme gelmesiyle birlikte, Avrupalı devletler Osmanlı sınırlarıyla ilgili meselelere müdahil olmuşlardır.

Avrupalı devletlerin sınırların belirlenmesi ve çekilmesi yönündeki müdahaleci tavrın bir örneğini Ateş, (2020, s.220) Osmanlı- İran sınırının belirlenme aşamasındaki sınır komisyonu üyelerinin faaliyetleri üzerinden ele almaktadır. Sınır komisyon üyeleri Avrupa devletlerinin temsilcileridir ve alanda fiziki, dini, etnik olmak üzere pek çok noktayı araştıran saha çalışmaları yapmışlardır. Bölgede yürüttükleri çalışmalar, yeni sınır düzenine yönelik bir ön bilgilendirme niteliği olarak değerlendirilmiştir. Kesin ve keskin sınırların haberiyle birlikte seçmeleri gereken bir tarafın olduğu sinyali verilmiş, diğer taraftan da bölge halklarına sınır dayatılmıştır. Komisyon üyeleri, karşılaştıkları topluluklara yeni sınırın filtreli olacağını daha az geçirgen olacağını bildirirken; bölgenin artık belirli ve kontrollü olduğunu da açıkça göstermişlerdir.

Osmanlı’da devlet sınırları, kaleler ve kontrollü geçitlerle korunmuş, fiziksel öneminden daha ziyade askeri niteliğiyle ön plana çıkmıştır. Askeri niteliğiyle ön plana çıkan bu sınırlar içerisine girmek, o topraklarda yaşamak isteyen insanların, Osmanlı hâkimiyet alanına zarar vermeyecek şekilde çeşitli vergiler vermeyi kabul edip, iş gücü talebinde bulunmaları durumunda mümkün olmuştur (Dinçer, 2014, s.322-330). Güvenliğin öncelik olduğu Osmanlı topraklarında farklılıklar bir arada yaşayabilmiştir.

Osmanlı Devleti hâkimiyeti altında pek çok farklı etnik, dini, kültürel gruptan insan yaşamıştır. Ulus devletleşme yarışı, Osmanlı hakimiyeti altındaki çok milletli yapıyı da doğal olarak etkilemiştir. Sınırların anlamının dönüşümüyle birlikte toprak, var olan anlamından uzaklaşıp bağımsızlık için bir hedef olmuştur. Dolayısıyla yeni devletlerin kurulması için bir mücadele alanına dönüşmüştür. Osmanlı Devletindeki çok milletli yapının ve dolayısıyla da devletin yıkılması sürecini hızlandıran en önemli sebeplerden biri ulus devletleşme ideolojisidir. Bu ideolojinin sonucunda ve yeni bir anlam dünyası yolunda bir Türkiye devleti kurulmuştur.

Cumhuriyet ilan edildikten sonra çok milletli olan Osmanlı, homojenliği arzulayan ulus devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’ne dönüşmüştür. Söylemler, kuruluş aşamasında da sonraki dönemlerde de politik sınırları önemli bir yere taşımıştır. Yaratılmak istenen yeni sınırların amacı, yeni ülkeyi dışa doğru ayırırken ve içe doğru birleştirip bütünleştirmesi olmuştur (Aras, 2015, s.24-27). Bu noktada yeni sınırların düzenleme ve kontrol işlev alanının genişliği açıktır. Sınırlar, bir taraftan dışarıyla ayırırken, içeriye yönelik de bir düzenlemeyi amaçlayan otoritelere dönüşmüştür. Bu dönüşüm Türkiye’de Misak-ı Milli kararlarıyla daha görünür olmuştur.

Misak-ı Milli, İstanbul'da toplanan son Osmanlı Mebusan Meclisi tarafından 28 Ocak 1920'de oybirliği ile kabul edilmiştir. 17 Şubat'ta kamuoyuna açıklanmış olan Türkiye kara sınırları yaklaşık 3000 km’yi bulmuştur.Tarihi konjonktürü göz önüne alındığında Misak-ı Millînin ilanı, Kurtuluş Savaşı’nın başlarına, Anadolu’nun önemli bir bölümünün işgal edildiği bir döneme tekabül etmektedir. Verilen kararların anlaşılması ancak dönemin şartları dahilinde okunabilir, dolayısıyla tarihi okurken anakronik hatalar yapmamak önemlidir. Misak-ı Millîye göre Anadolu ve

Trakya modern Türkiye’nin vatanıdır. Sınırlar belirlendikten sonra toprakların bütünlüğü ile ilgili çok fazla değişiklik yapılmamıştır.

Kurtuluş Savaşı’nın ardından modern Türkiye’nin kalıcı vatanı hâline gelmiş olan bu topraklar, 1923’teki Lozan Anlaşması’nda uluslararası toplum tarafından da tanınmıştır. Böylece uluslararası alanda da tanınan bir ülke, eski çok milletli Osmanlı devletinden, bir ulus devlet olan Türkiye’ye dönüşmüştür (Karpat, 2009, s.25). Misak-ı Milli beyannamesinde genel olarak çerçevesi çizilmiş, belli edilmiş kara sınırları vardır. Beyannamenin içeriğinde yer alan ifadeler Osmanlıdan Türkiye’ye geçişin yalnızca teritorya bağlamında olmadığını, değişimin aynı zamanda ülkü ve ideal olarak da yaşandığını gösterme noktasında önem arz etmektedir. Bahsi geçen beyannamenin içeriğinde özellikle vurgulanan “Millet” ve “Milli” kelimelerinin anlam ve görevine, Karpat bir başka çalışmasında değinmiştir.

Karpat, Kısa Türkiye Tarihi (2019), adlı çalışmasında Misak-ı milli beyannamesinin içeriğini kullanılan kelimelerin bağlamına değinerek, kongre esnasında sık sık kullanılan “millet” ve “milli” tabirlerinin din, dil, tarih, soy ve mukadderat birliği ile birbirine bağlı olan bir topluluğu ifade ettiğine dikkat çeker. “Millet” ve “milliyet” kavramları yavaş yavaş siyasi bir kavram şekline bürünerek; bireyin, toplumun bir kimliğini ve dolayısıyla benliğini oluşturmaya başlamıştır. İçeriği doldurulmuş olan bu kavramlar bir ideal halinde vücut bulmuş ve Millî Mücadele yıllarında Türkiye sınırları içinde kalmış olan insanları özgürlük ve bağımsızlık fikri etrafında birleştirmiştir (Karpat, 2019, s.120). Ortak ilke ve idealler; milli bilinç, milli birlik ve beraberliğin sağlanmasında kuşkusuz önemlidir. Ortak bilinç belirli bir mekân üzerinde sağlanmaktadır. Bu nedenle mekânın kapsadığı alanın belli edilmesi azami önem taşımaktadır.

Misak-ı Milli, mekânsallığı garanti etmesi ve ulusu harita üzerinden somutlaştırmaya meyilli olması sebebiyle önemli bir aşamadır (Durgun, 2018, s.135). Sınırların daha görünür olduğu Misak-ı Milli kararlarının kabulü ve ilanıyla da sınır ulusal sınırlar olarak kabul edilmiş, ulusal devletin ideolojik olarak amaçladığı esas ideale yönelik ciddi somut bir adım atılmıştır. Osmanlı Devleti’nin bir ölçüde tesadüfi olarak belirlenmiş sınır gerçekliği yerini, ulusal sınırlar olarak kabul edilen, tesadüfi

olana fırsat vermeyen sınırlara bırakmıştır. Misak-ı milli süreci modern Türkiye için bir dönüm noktası olmuştur. Türkiye de uluslaşma yarışına resmi olarak dahil olmuştur. Toprak bütünlüğüne halel gelmemesi gerektiği için bütünlüğün muhafazası amacıyla güvenlik sistemlerine yönelik yatırımlar yapılmaya başlanmıştır.

Erken Cumhuriyet dönemi sınır güvenliği politikasının temel ekseni güvenliği öncelemesidir. Bu politika temelde ülkenin toprak bütünlüğünü korumayı hedeflemektedir. Bu noktada devletin esas görevi de sınırı korumak olarak belirlenmiştir. Koruma için de ordunun güçlendirilmesi temel ihtiyaçlardan olmuştur (Yeşiltaş, 2015, s.14-16). Devlet sınırlarına yakın yaşayan insanlar açısından orduya duyulan güvenin tarihi, Türkiye Cumhuriyeti’nin modern sınırlarının tarihiyle örtüşür. Sınırlamak var olmanın şartı olarak görülürken, sınırların var olmasının önemli bir ayağı olarak da güçlü ordu var edilmiştir.

Sınırlara yakın yaşayan insanların sınıra ve sınırın karşısına bakış açısını belirleyen ve insanlara cesaret veren asıl husus da sınır güvenliği ve dolayısıyla da orduya duyulan güvendir. Devletler, orduları aracılığıyla sınırlardaki varlıklarını, sınır insanlarının iliklerine kadar hissettirirler ve bununla da gurur duydukları bellidir. Sınır hatlarında devletler, kendilerini sınır insanlarına özlettirecek mesafeyi bırakmaz, en heybetli halleriyle hep oradadırlar, devlet sınır insanlarını kuşatmıştır. Politik bir hal almış olan Türkiye sınırları yalnızca dışarıya karşı vatanın savunulduğu yapılar değildir; aynı zamanda içeriye doğru genişleyen ve vatanın sosyal alanını içeriye doğru genişleten bir işlev görmektedir (Özgen, 2010, s.1008). Sınırlar, böylelikle dış-iç ayrımı yapılırken, dışarıya karşı güvenlik ihtiyacını karşılamaya, içeriyle de sosyal alanı genişletme görevini ifa etmektedir. Devletler, sınırları içinde kalan alanda da düzenlemeler yaparak içeriyi de sınırlamaktadır. Sınırın içinde kalan alan sosyal olarak dönüştürülerek, sosyal gruplar arasında sınır var edilir.

Türkiye’de modern teritoryal sınırların oluşum amacıyla paralellik gösteren bir sınır da çalışmamızın araştırmaya gayret ettiği Türkiye-Ermenistan sınırıdır. Politik ve sosyal hallerini en net biçimiyle görebileceğimiz bir sınır bölgesi olan Türkiye-Ermenistan sınırı, oluşum aşamasından günümüze dek ulus devletin istekleri doğrultusunda itaatkâr bir sınır bölgesi olmuştur.