• Sonuç bulunamadı

Coğrafyanın Vatanlaşması Sürecinde Sınırlar-Sınırlama

Vatan sözcüğünün semantik gelişiminin ele alınması kuşkusuz dönüşümün anlaşılmasına dair pek çok ipucu verir. Vatan kavramı yerleşmek, bir yeri yurt edinmek, kendini bir şeye alıştırmak anlamındaki “vatn” kökünden türetilmiştir. Kişinin doğduğu, yerleştiği barındığı, yaşadığı yer anlamına gelmektedir. Türkçede yurt, ülke, il, ev kelimeleri de vatan manasında kullanılmaya uygundur. Dolayısıyla bir kimsenin, vatanını ülke, il, kent, köy olarak tanıtmasında bir beis yoktur. Duygusal yönden bağlı olunan toprağa gönderme yapan bir kavramdır ve bu haliyle siyasal bir anlamı söz konusu değildir (Lewis, 1993, s.332). Türkiye’de tarihi inişli çıkışlı bir seyir izleyen vatan kavramı, semantik boyutu dolayısıyla, bir insanın aidiyet duyduğu, gönül bağıyla bağlı olduğu köyü de olabilir. Siyasal bir anlam kazanmasına takiben vatan kavramının temsil ettiği zihinsel alan daha da genişlemiştir. Toprağın anlam ve misyonunun dönüşümüyle vatan kavramı da ideolojik bir rol üstlenmiştir.

Toprağın maddi ve manevi olarak değerlenmesi coğrafyayı politik bir dönüşümün ana ögesi yapmıştır. Belirli bir toprak parçası üzerindeki yaşayan, farklı anlam ve değerleri olan topluluklar, ortak ilke ve idealler etrafında birleştirilerek yaşamaktadırlar. Ders kitaplarında çoğunlukla bir manzara olarak ele alınan coğrafya; dağlar, ovalar akarsular ve devletlerin birbirlerine fiziki yakınlık ve uzaklıklarıyla anlamlı hale gelmektedir. Manzara olarak tezahür ettiğinde dahi coğrafya ideolojik bir anlatım ile vatandaşlarda karşılık bulmaktadır. Donanımlı bir coğrafya stratejik ve jeopolitik olarak bir zenginlik kaynağıdır. Sınırları belli edilmiş, çeşitli sözleşmeler ile güvence altına alınmış olan toprak ve yer şekillerinin çeşitliliği devletler açısından pek çok noktada avantajdır.

Doğal güzellik ve zenginliklerden olan dağlar, ovalar, akarsular coğrafyanın kazanmış olduğu anlam ve öneme binaen, doğal oluşumlardan farklı olarak özel bir anlama bürünür. Artık dağ yalnızca bir dağ değildir, aynı zamanda komşu ülkeleri birbirinden fiziki olarak ayıran bir sınırdır. Elde olanları tutabilmek için de her an kaybetme korkusu diri tutulmakta ve düşman imgesi üzerinden iç bütünlük ve bağlılık oluşturulmaya çalışılmaktadır. Diğer ülkelerin nihai hedefi, bizi bizde olan bu zenginliklerden mahrum bırakmak olarak tahayyül edilir. Böylece vatanlaşma sürecinin ihtiyaç duyduğu “düşman” yaratılır ve sahneye çıkarılır. Coğrafyadan mahrum olmak, yeryüzünden silinmek anlamına geldiğinden, bu uğurda savaşmak da ölmek de kutsal görülmektedir. Vatanlaşma sürecinin en belirgin yönlerinden biri de gerektiğinde vatan için savaşmaktan ve bu yolla halkları denetlemekten geri durmamaktır.

Yves Lacoste (2004, s.50) coğrafyanın, her şeyden önce, savaş yapmaya yaradığını belirtir. Bu söylemin kastı, coğrafyanın sadece düşmanlara karşı planlanan savaşları, operasyonları yürütmeye yaraması değildir; aynı zamanda devlet otoritesinin muhatabı olan halkları denetlemek noktasında önemli bir araç olduğudur. Coğrafya, mekân üzerinden mekânın kapsadığı insanları denetlemeyi amaç edinen devletlerin adeta muharebe alanıdır. Coğrafyanın fiziki, sosyal, iktisadi, demografik ve siyasi birtakım fonksiyonları mevcuttur. Devletler bu fonksiyonların tümünü dışarıyla savaşmak ve coğrafyanın kapsadığını alanın içerisini kontrol etmek maksadıyla

kullanmaktadır. Mekândan hareketle teritoryal kontrol sağlamak ancak mekânın sınırlandırılması ile mümkün olabilir. Bütün ulus-devletler sınırlı bir toprak üzerinde söz sahibi olmakla ilgilenmişlerdir. Bu sınırlama beraberinde teritoryal toplumsallaşmayı görünür kılmaktadır.

Sınırlamak ayrım yapmakla birlikte, sınır ve sınırın getirdiklerini de yeniden anlamlandırmak, tanımlamaktır. Kapsama ve dışlama kriterleri ekseninde içeri ve dışarı ayrımını pekiştiren sınırlar, içine alıp dahil ettiklerini şekillendirmekte ve diğer taraftan da içindekiler tarafından yeniden anlamlandırılarak şekillenmektedirler. İçerisi ve dışarısı arasında her zaman çift taraflı bir etkileşimin olduğu söylemek mümkündür. Sınırlar birtakım semboller, söylemler ve pratiklerin bütünüdür. Bu göstergeler sınırlarda teritoryal toplumsallaşmayı mümkün kılmaktadır. Teritoryal toplumsallaşma, sınırları anlamlı kılan söylem, sembol, pratiklerle pekiştirilmektedir. Böylelikle açığa çıkan “Biz” kimliğini oluşturan, birlikte hareket etmeyi, ortak tavrı mümkün kılan anlam ve değerlerin bilincinde olmak teritoryal toplumsallaşmanın esas karakterini açığa çıkarmaktadır. Teriyotyal bilinçlilik de toplumsallaşmayla bağlantılıdır ve “kolektif bilinç”in sınırlar vasıtasıyla oluşturulmuş hali olarak yorumlanmaktadır (Tekin, 2021, s.119-126).

Prescott ve Triggs sınırlamayı, bir bölgenin düz veya hayali çizgilerle tahsis edilmesi olarak değerlendirmektedir. Teritoryanın sınırlandırılmasında ilgili sınır bölgesinin ekonomik değere, güvenlik değerine sahip olması veya politik olması hususu göz önünde bulundurularak gerçekleştirilmektedir. Sınırlama öncesinde pek çok hesaplama yapılmaktadır ve sınırlamaya değecek alanların tespiti önemsenmektedir. Sınırlama için gereken şartları taşıyan bölgeler tespit edildikten sonra da mümkün olan en iyi haritaları kullanmak bir zorunluluktur (Prescott ve Triggs, 2008, s.64). Başlangıçta hayali bir çizgi olarak tahayyül edilen sınırların, işaretleme yapıldıktan sonra hayalden öte keskin bir gerçekliğe sahne oldukları görülür. Haritalama, bölme ve işaretleme sınır belirlemede oldukça başat uygulamalardandır ve bu belirlemeler yapılırken çoğunlukla sınır toplulukları, kültürel benzerlikler göz ardı edilmiştir. Türdeşlik ulus devletlerin temel gayelerindendir ve en

çok da sınır insanlarını olumsuz etkilemektedir, çünkü sınırlar kültürel çeşitliliğin sahneleridir.

Sınırlama, hiçbir zaman harita üzerinde bir çizginin çizilmesinden ibaret olmamıştır. Asıl sınırlama sınırın içerdiği ve hariç tuttuğu alana yapılmaktadır. Sınırlama, belirli bir gruba üye olabilmenin kriterlerinin belirlendiği süreçtir. Kimin grup dışı kalacağı, kimin gruba mensup olacağına dair aidiyet kodları sınırlama sürecinde belirlenir ve bu belirleme sosyal elitler, politik ve siyasi otorite sahipleri tarafından gerçekleştirilir (Newman, 2006, s.149).

Egemenliğin sağlanması için öncelikli olarak sınırlı bir toprak parçasının çevrelenmesine ihtiyaç vardır. Önce etrafını çevirme gelirken, egemenlik bu sınırlamanın ardından gelmektedir. Tersten bir ifadeyle egemenlik ancak mekânın sıradan olandan ayrılması ile vücut bulabilir (Brown, 2011, s.56). Newman’ın da Brown’un da vurguladıkları üzere, sınırlama bir çitin çekilmesinden, bir duvarın inşa edilmesinden yani basit bir çizgiden ibaret değildir. Sınırlama sosyal, siyasi, ekonomik, toplumsal bölünmeyi ve kısıtlamayı da beraberinde gündeme getirir. Sınır çekmek sıradan olanla özel olanı birbirinden ayırt ederek, mekânı yeniden yaratmaktır. Ölçüleri belli edilmiş, çevrelenmiş alan, artık duygu yüklü bir terim olan vatan olarak tanımlanacaktır.

Coğrafyanın vatanlaşması sürecinin pek çok aktörü mevcuttur. Coğrafya ders kitapları, haritalar, müzeler, sınır işaretleri karakollar, okullar ve elbette ki söylemler ideolojik bir yayılım için kullanılmıştır. Ortak bir ideale hizmet eden bu araçlar, vatanı kutsallaştırmanın yanı sıra korunmaya muhtaç bir profil çizerek kutsal olan vatanı mahzunlaştırmaktadır. Hem zengin, ulu hem de mahzun bir coğrafya, vatan olma sürecinde vatandaşlarının her türlü fedakarlığına taliptir. Coğrafya, uğrunda kan dökülebilecek değere ancak vatan olarak erişebilecektir.

Füsun Üstel, vatan kavramı üzerinden makbul vatandaş profilinin nasıl çizildiğini, ülke ve vatan kavramları özelinde ele almaktadır. “Ülke”, kişinin doğduğu yer, sınırları belirlenmiş ve isim almış bir coğrafi gerçeklik oluşturan toprak anlamına gelmektedir. “Vatan” ise ülkeden farklı olarak daha değer yüklü bir kavram olarak

karşılık bulmaktadır. Vatan kavramını aidiyet, duygu ve bağlılık ilişkisi temelinde temsil etmeye yönelik olan vurgu “vatanı” ülkeden daha ayrıcalıklı kılmaktadır. Vatan için fedakarlıkta bulunmak, vatan için savaşmak, vatan için ölmek benzeri söylemler bu duygu alanına gönderme yapmaktadır (Üstel, 2019, s.158-159).

Sezgi Durgun, “Memalik-i Şahaneden Vatana” (2018), isimli çalışmasında coğrafyanın vatana dönüşmesi sürecini ayrıntılı olarak ele almıştır. Çalışmada toprağın vatanlaşması hususunda sembol ve anlatılara büyük pay düştüğünün altı çizilmekte, ulusçuluk ekseninde oluşturulan köken anlatısının sembolik ve fiziki boyutlarına değinilmektedir. Köken anlatısını anlaşılır kılan şeyin vatan ve anavatan kavramları ayrımında gizli olduğu vurgulanmaktadır. Vatan kavramı, rasyonel ve fiziki aidiyeti simgelerken; anavatan kavramı ise imgesel ve zihinsel bir haritayla, sembolik alana karşılık gelmektedir. Anavatan kavramı hissiyat yüklüdür. Bu hissiyatı ifade eden terimler de bir hissi aidiyet mekanlarını tarif etmektedir (2018, s.71-73).

Coğrafyanın vatanlaşması süreci, ülkeyi vatandan, vatanı da anavatandan ayrıştırmayı gerekli kılan bir süreçtir. Sınırlara yönelik hassasiyetin temelinde çoğunlukla sınırların anavatanın temsil nesnesi olarak algılanması vardır. Anavatana yüklenen bireysel anlamlar da sınırlara olan hassasiyeti arttırmaktadır. Anne, kardeş, eş, sevgili olarak tahayyül edilen anavatanın rahat etmesinin teminatı olan sınırlar, işlevleri dolayısıyla dokunulmaz olmaktadır. Yapılan tanımlamalar ışığında denilebilir ki; vatan ve anavatan insanın kendini en güvende hissettiği yer olması beklenen ve böyle olduğu kabul edilen yerdir. Bir vatana bir kere sahip olduktan sonra daha zoru onu ele tutmaktır. Tehdit ve tehlikenin sürekli varlığına olan inanç, saldırının gerçekleşme zamanını belirsizleştirmektedir. Belirsizlikler, sınırların korunmasında insanları tetikte durmaya sevk etmektedir.