• Sonuç bulunamadı

Biz bu bölümde ele alınan konularıgiriş kısmındakısaca vermeye çalışırken, tasavvufun bir ilim haline gelişi ile ilgi sürece değinildiğini ifâde etmiştik. Bunu bu başlık altında toplamayı uygun gördük çünkü göreceğimiz gibi tasavvuf ilmi ilk olarak nefisle mücâhede şeklinde ortaya çıkmış ve gelişim göstermiştir.

Öncelikle şunu belirtemek gerekir ki, ilk dönemden beri sûfîler Yüce Allah(c.c.)’ınSıfatları’nın hakîkatlerini kavrama faaliyetlerine yönelmişler ve bu konuda epey yol kat etmişlerdir. Bu yola girerken iki şeye tutundular. Bunlardan birincisi mücâhededir ki, insanı bu yoldan alıkoyacak veya onu oyalayacak her türlü söz ve davranıştan uzak durmaktır. Çünkü insanın, en büyük düşmanı olan şeytan ve nefse galip gelmesi bu tür bir mücadele ile mümkündür. Bu Kur’an’da muhtelif yerlerde geçen ayet-i celîlelerde ortaya koyulan bir hakîkattir. Bu bağlamda‘’ Bizim uğrumuzda cihad edenler (-e gelince); biz onları elbette yollarımıza eriştiririz’’292 ayetini örnek

116

verebilririz. Burada bir bakıma manevî cihada işaret vardır. Nitekim Ebû Ali Dekkâk “Dışını mücâhedeyle süsleyenin içini Allah (c.c.) müşahedeyle güzelleştirir.” sözünü bu ayetle irtibatlandırarak, başlangıçta mücâhede sahibi olmayan kimsenin, bu yolda bir tek ışık huzmesi göremeyeceğini belirtmiştir.293İkincisi ise zikre mülâzemet yani devam

etmektir. Çünkü “Sabah ve akşam Rabbının adını zikret”294ayeti ile bu gerçeğe atıf yapılmıştır. Yine başka bir ayette “Kim, Rahmân’ın Zikri’ni görmezlikten gelirse, biz onun başına bir şeytan sararız. Artık o, onun ayrılmaz dostudur.”295buyrularak şeytana

galip gelmenin zikre mülâzemet’ten geçtiği hakîkati ortaya konmuştur.

Aynü’l-Kudât, mücâhedenin de iki ayağı olduğunu belirtmektedir. Bunlardan birincisi, emredileni yaparak her an Yüce Yaratanımızı hatırlamaktır. İkincisi ise, yasaklanan ve haram kılınan her şeyden vazgeçmektir. Bunlar her müslümanın uğruna gayret göstermesi gereken yüce gayelerdir. Dolayısı ile tasavvuf bir anlamda Kur’an’ın öngördüğü islamî yaşantının hayata aktarılması faaliyetidir desek yanışmış olmayız. Çünkü tasavvufî ıstılâhn her birisi temelini Kur’an’dan alır.

Bu açıklamalardan sonra konumuza dönecek olursak, Aynü’l-Kudât’a göremücâhedenin sûfiyye’nin ilk sülûk ettiği yol olduğunu bilmeyen ve bunu bir kelimeden ibaret gören kişi, nasıl olurda bu ilme ömrünü vermiş büyük sûfîlerin kullandığı ıstılâhn manaları üzerinde yorum yaparak onları yargılayabilir? Bu, fıkıh kelimesinin lügat manasını bilen bir kişinin, müctehid imamların tartıştığı konular üzerinde görüş beyan ederek bu konuda söz sahibi olmaya çalışmasına benzer. Bu ikinci durum nasıl aklen ve ilmen hatalı ve o ilmin erbabına karşı sû-i edep olarak değerlendirilebiliyorsa, birinci zikrettiğimiz durum da bundan farksızdır.

Tasavvuf ve sûfî kelimeleri Kur’an ve hadislerde zikredilmediği gibi, sahâbe ve tâbiîn devrinde bilinen kavramlardan da değildir. Hz. Peygamber (s.a.v.) devrinde yetişen ve O’nu görme bahtiyarlığına eren kimseler “sahâbî” adı verildiğinden o dönemde zühd ve takvâ ile temâyüz etmiş şahsiyetlere bir başka isim verilmesine ihtiyaç duyulmamıştır. Sahâbîlere yetişen ikinci nesle de “tâbiîn” denildiğinden bu isimle anılmak onlara şeref olarak kâfiydi. “Tebe-i tâbiîn” dönemine iyice genişleyen

293 Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, s. 191. 294 Müzemmil Sûresi, 73/8.

117

İslam dünyasında refah seviyesi yükseldikçe halkın içinde ibadet ve zühd konularına yönelenlere yeni bir takım adlar verilmeye başlandı. Bu adlar arasında en yaygın olanları âbid, zâhid, nâsik, bekkâ, gibi isimlerdi. Bunların arkasından h. II. asrın ortalarından sonra kullanılmaya başlayan ve giderek yaygınlaşan kavram ise ‘’sûfî’’ kavramıdır.

Aynü’l-Kudât daSûfî kelimesi’nin hicri üçüncü yüzyılda yaygın olarak kullanılmaya başlandığını ifâde eder. Bu lafız, ilk olarak Bağdat’ta yaşayan Abdekes- Sûfî için kullanılmıştır. Bu zât meşâyih’in en önde gelenlerindendir. Bişr-i Hâfî ve Serî- i Sekatî’den önceki dönemde yaşamıştır. Bu bilgi çok önemlidir. Çünkü bildiğimiz bütün tasavvuf kaynaklarında sûfî lakabını ilk alan zâtın Ebu Hâşim es-Sûfî olduğu bilgisi yer alır.

Aynü’l-Kudât bu risâlesinde mücâhedeyi tasavvuf manasında kullanmıştır. O’nu fıkıh, tıp ve nahiv gibi müstakil bir ilim olarak tanıtmasından bunu anlıyoruz. Aynü’l- Kudât’a göre bu ilim hakkında konuşacak birinin öncelikle bu ilim ile ilgili sadra şifâ olacak derecede yani yeteri kadar bilgi sahibi olması gerekir. Aksi takdirde hem yanılır ve hem de yanıltabilir.

Aynü’l-Kudât bu ilimle ilgili yazılan eserlerden bahseder. İlk olarak İmam-ı Gazzâlî’nin en meşhur ve önemli eseri olan İhyâ-u Ulumi’d-Dîn’i zikreder. Bu kitabın baştan sona mücâhede ilmiyle alakalı olduğunu dile getirir. Zaten Aynü’l-Kudât’ın da bu tasavvuf yoluna girdikten sonra dört yıllık bir süre zarfında İmam-ı Gazzâlî’nin bütün eserlerini okuduğunu ifâde etmiştik. Gerçekten İhyâ okadar önemli bir eser ki, günümüze kadar bu eser üzerine çalışmalar devam etmektedir. İlim dünyası bu eseri İslam’ın belli başlı temel kaynakları arasında sayar. Bu alanda kaleme alınan diğer bir önemli eser ise Ebu Tâlib el-Mekkî’nin Kûtu’l-Kulûb adlı eseridir. Aynü’l-Kudât ilk zamanlarda yazılmış olan bu eserin bir benzerinin bulunmadığı kanâatindedir. Ben şahsım da bu eseri, seminer ödevimin konusu olarak seçmiş ve konularını bölüm bölüm tanıtarak elimden geldiğince özetlemeye çalışmıştım. Gerçekten de kendinden sonraki çalışmalar için bir metod ortaya koymuş, bir yöntem belirlemiştir. Böylece başka eserlere kaynaklık etmiştir.

118

ilmine vâkıf olan biri bu ilmi hayatına intikal ettirmedikçe ona faydası olmayacaktır. Çünkü asıl olan bilmek değil bildiği ile amel etmektir. Örneğin bir hasta tıp ilminde ne kadar mahir olursa olsun bu ilimde ne kadar terakkî etmiş olursa olsun eğer şifâ kaynağı olan acı ilacı içmediği müddetçe bu alandaki yetkinliği ona herhangi bir fayda vermeyecektir. Bunun gibi de bir insanın mücâhede konusunda bilgisi ve tecrübeleri ne kadar çok olursa olsun eğer bildikleri ile amel etmiyorsa bu bilgi ve tecrübenin ona bir faydası yoktur. Ancak bir sûfî, mücâhede ilmini tahsil ettikten sonra hakkıyla bir mücadele ortaya koyarak kötülüklerden sakınır ve hayra yönelirse elbette daha önce zikrettiğimiz âyet mûcibince onu hidayet yoluna eriştirecektir. Çünkü va’di hak olan Allah (c.c.) yüce kitabında “Eğer Allah’tan –O’nun azabından- sakınırsanız, size furkan’ı (hak ile bâtılı birbirinden ayıracak olgunluğu) verir”296buyurmaktadır. Bu

âyet’in tefsîri ile ilgi Abdullah b. Abbâs (r.a.) “Yani Allah (c.c.) o kişiye öyle bir nur bahşedecektir ki, hak ile bâtılı birbirinden ayır edebilecektir”buyurmuştur. Aynü’l- Kudâtda “Eğer Ona itâat ederseniz hidayeti bulursunuz”297 ile “Eğer, o memleketlerin

halkları iman etseler ve Allah (c.c.)’a karşı gelmekten sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereketler(in kapılarını) açardık”298ayetlerinde aynı

mesajın farklı bir şekilde verildiğini dile getirmektedir. Yani hem dünya ve hem de ahret nimetlerine erişe bilmek bu yüce gaye için mücadele etmekten geçmektedir.