• Sonuç bulunamadı

a. Ruh Halini Aksettiren Tabi Çevreler

D. ROMANLARDA MEKÂN VE ÇEVRE

1. a. Ruh Halini Aksettiren Tabi Çevreler

“Tren Đstanbul’dan dokuz yüz, bin metre yükseklerde o güzel şarkısını söylüyordu. Bu karşılayıcı yayla havası, başka hiçbir şey değildi, mutluluğun ta kendisiydi. Onu bütün gücüyle ciğerlerine sindirdi.”(Yalnızlar, s. 133)

Yalnızlar’ da Murad ve Doktor arasında geçen konuşma sertleştikçe gökyüzü de kendisini değiştirmektedir:

“Düpedüz Murad’ a bakarak sustu. Darboğaz’ın rüzgârı kimi kurşun, kimi kül, kimi de barut rengi bulutlar getiriyordu. Vadinin tepeleri bu bulutlarla perdelenmişti.”(s. 193)

Siyah Kehribar’da Melina ve kahraman anlatıcı bir tartışma yaşarlar ancak sorun çözüme kavuşur. Bununla birlikte onların yaşadığı dinginlik doğaya da yansır:

“Gece sessizdi, derindi, uzak ve pırıl pırıl yıldızları ile muhteşemdi.”(s. 39)

Siyah Kehribar’ın kadın kahramanı Sofia yaşadığı karmaşalarına ardından kendini iyi hissetmeye başlar. Bu vak’aların ardından yapılan çevre tasviri ise şöyledir:

“Gürültü perde perde azaldı, yağmur ve dalların çırpınışları bile o sese uydu. Barakaya sinen hava şimdi kaybedilmiş cennetin daüssılası idi.”(s. 32).

Romandan aldığımız bu parçalar doğaya ait tasvirleri yansıtmaktadır. Siyah Kehribar romanı Đtalya’da geçmesine rağmen, romanda Đtalya’ya ait ya da Đtalya’yı

156

anımsatacak en ufak bir tasvir dahi yapılmamıştır. Zira Tarı Buğra Đtalya’ya hiç gitmemiştir.

Küçük Ağa romanında mekân Akşehir’dir. Tarık Buğra birçok romanında mekân olarak Akşehir’i kullanır. Ancak Buğra bu romanlarda bir birliğe ulaşamamıştır. Akşehir kimi zaman bir köy, kimi zaman da bir kasaba olarak tanıtılmıştır. Küçük Ağa romanında Akşehir bir kasabadır ve roman şu satırlarla başlar:

“Önce Tekke Deresi’nin üstü karardı, sonra şimşekler çakmaya başladı, ardından da yağmur boşandı. Kasabanın doğuya meyilli sokaklarında sağlı sollu ırmaklar peyda olmuştu. Gökyüzü neyi var neyi yok boşaltacak gibi idi. Akşehir 1919’un barını büyük bir çöküntüden sonraki ilkbaharı karşılıyordu. Pazarlıksız, yokluk ve açlığa karşı belli belirsiz bir ümit baharı bekliyordu. Bu ümidin hatta adını söyleyebilecek bir babayiğit zor çıkardı. Fakat ne de olsa artık üşümeyecekler, hiç değilse soğuktan kurtulacaklardı. Ve soğuk yaşlılarla çocuklar için açlık kadar yıkıcı idi, açlıkla büsbütün katlanılmaz oluyordu. Kasabada da yalnız yaşlılar, kadınlar ve çocuklar kalmıştı.

Dört yıldır dükkânlarla, bağlarla, bahçe ve tarlalarla yalnız onlar uğraşıyor, her şeyin verimi de ona göre düşüyordu.

Aylardan beri her ev kocama bir göz olmuş, yollara dikilmişti:

Her evin beklediği biri vardı, bir yavuklu, bir koca, bir oğul, bir ağa veya dayı…

Kimi hastaneden, kimi dağıtılan kıt’asından, kimi esaretten gelecekti. Nasıl geleceklerdi? Hangi beden hangi ruhla geleceklerdi?

Bunu düşünen veya düşünmeye cesaret eden pek yoktu;

geleceklerini, gelmelerinin muhtemel olduğunu bilmek yetiyordu, sonra gelmeleri gerekti, şarttı artık. Yoksa pırıl pırıl Akşehir, kendi

157

üzerine kapanan bir mezar olur çıkardı. Buna az bir şey kalmıştı.

Yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyor, sokakları su götürüyordu. Çay çoktan taşmış, kıyıdaki evlerin eşiklerini yalamaya başlamıştı. Kimsenin yapacak bir işi yoktu. Kadınlar evlerde, aksakallı erkekler kahvelerde toplanıyorlardı. Bu toplantılarda saatlerce susulurdu. Tek tek değil de bir arada susuşun bir başka manası var gibiydi. Belki de dünyanın sonu böyle beklenirdi.”(ss. 9–

10).

Yukarıya aldığımız bu uzun bölümden de anlaşılacağı gibi kasabada işler iyi gitmemektedir. Dolayısıyla bu bölümden yolla çıkarak kasabalıların ruh halleri konusunda da bazı çıkarımlarda bulunabiliriz. Şerif Aktaş yukarıya aldığımız bölümler için şunları söyler: “Böyle tanıtılan kasabanın iyi hadiselere sahne olması beklenemez. Burası harpten maddi manevi birçok şeyini kaybetmiş Çolak Salih’in memleketidir.”87

Reis Bey, Çakırsaraylı Çetesi’ni kasabaya baskından vazgeçirmeye çalışmaktadır. Konuşmalarıyla çeteyi olumlu yönde etkilediğini düşünüp mutlu olduğunda gökyüzünün yeni görüntüsü şu şekilde tasvir edilmiştir:

“Güneş masmavi gökte yükselmiş, insanın kanını tatlı tatlı ısıtıyor, toprak tütüyordu. Ağaçlar pırıl pırıldı.”(s. 204)

Salih, dağlardan inip tekrar Akşehir’e döndüğünde hatıralarının yeniden canlanmasının etkisiyle acı çekmektedir:

“Nereden… niçin gelmişti Akşehir’e? O ciğeri beş para etmeyen hatıralar, o pısırık özleyiş olmasa olmaz mıydı? Çölde yıllarca dayandığı sıla hasreti ne kadar da kolay depreşmiş, iki paralık başarı ile nasıl da şımarıvermişti? Ne işti bu kader?

87 Prof. Dr. Şerif Aktaş, Roman Sanatı ve Roman Đncelemesine Giriş, Akçağ Yay, Ankara 2000, s.129

158

Sabahki bayram cümbüşü, yalnız masmavi ve sarışın gökyüzü pırıl pırıl karları ile değil, bütün duyguları ile birlikte uçup gitmiş, takır takır, ayaz, zifir gibi karanlık bir geceye, ondan da eter duygulara bırakmıştı yerini.”(s. 372)

Küçük Ağa’nın Kuvvayı destekleyen kahramanlarından Ali Emmi, Yüzbaşı’ya Hoca’nın Kuvvaya katıldığı haberini verdiği gün ise şu şekilde tasvir edilmiştir:

“Ortalıkta çıt çıkmıyordu. Pencerenin iki, üç yüz metre ötesinde dalları karlarla ağaran ağaçların ardından Taşyeri Tekke Dağı, masmavi ve sarışın bir gökyüzünün altında pırıl pırıl görünüyordu. Oralarda daha ışık vardır.”(s. 363)

Firavun Đmanı’nda Sadi, yaşadığı kötü bir olayı soğuk bir Ankara gecesiyle hatırladı. Gecenin tasviri bile, olayın kötülüğünü anlatır niteliktedir:

“Dışarıda ustura gibi bir kuzey rüzgârı vardı. Oluklardan kol gibi buzlar sarkıyordu. Yollar takır takırdı. Gökyüzü koyunun koyusu lacivert rengiyle donmuş bir göl gibiydi. Ve Ankara üşüyor, korkuyor, ümit ediyor, sarsılıyor, inliyor, uzaklara, çok uzaklara sesleniyor, arada sırada da –yokmuş ve ebediyen olmayacakmış, hiçbir zaman olmamış gibi– susuyordu. Sadi, o dağ köyünde geçen olayı yenden yaşarcasına, noktasına, virgülüne kadar hatırladı.”(s.158)

Yağmur Beklerken’ de Rıza Emmi, Asım Ağa ile tartıştıktan sonra kendini kötü hisseder, fakat uzun bir bekleyişten sonra gelen yağmur onu kendine getirir.

Onun içi huzur doldukça gökyüzü de daha bir mavileşmektedir:

“Yağmur bir süre daha yağdı. Sonunda gök yoruldu, bitkin düştü. Ne şimşek ne yıldırım. Ortalığı saran barut rengi aydınlık açıldı, açıldı, kül rengine döndü. Derken, gökyüzünde o da çatladı,

159

ürkek de olsa, pembeler, maviler, sarışınlar belirdi. Rıza Efendi’nin içini… ve bütün kasabayı, bahar günlerinin Allah’a minnet ve şükran duyuran huzuru ile güveni doldurdu.”(s. 88)

160

1.b. Kahraman Psikolojisine Tesir Eden Tabii Çevre

“On beş metre kadar aşağıdan, deniz kıyısının az içerisinden – birden bire– bir ara treni geçti. Lokomotif pistonlarının, su buharlarının sesleriyle karışan çufçufları… yüzlerce demir tekerin demir rayların ek yerlerinde art arda, yayılım ateşi gibi, çıkardığı sesler ve uzun, upuzun bir çığlık. Hemen ardından da denizin, ağaçların, kuşların, en kesin sessizlikten daha dinlendirici ve sükûn verici sesleri!

Pistonlar… demir raylarda demir tekerlekler… ve lokomotifin düdüğü!..

Daüssılanın… sıla hastalığının çığlığı!”(Yalnızlar, s. 130).

Bu çığlık bir an için, Murad’ın ciğerlerinden kopmuş gibi oldu:

“Rüzgâr çamlarda geçici hayatın melankolik musikisi, çınarlarda ölüme kadar sürecek didişme iradesinin destanı… ve rüzgâr, kurumuş alabaş dikenlerinde ölümün ta kendisi gibi esiyor.”(Yalnızlar, s. 222).

“Geniş Akdeniz gecesi, meltem ve içki, duygu ve düşüncelerimizi yıkıyor, pırıl pırıl pırıldatıyordu.”(Siyah Kehribar, s.

83).

“Yol bir tepeyi aşarken durduk ve batıya uzun uzun baktık.

Akdeniz gurubunun parlaklığı, hatta insanı yoracak kadar büyüktü.

Bu belki de yorgunluğa pek benzeyen bir hüzün, bir gizli melâldi.

Kırmızıdan erguvana, leylak rengine kadar perde çeken bulutlardan ve elma yeşiline benzeyen gökyüzü parçalarından sonra çöken esmerlik, hüznü, melâli de sürükleyip getiriyordu.”(Siyah Kehribar,

161 s. 96).

“Bahçeye geçtiler. Ay artık iyice yükselmişti. Ağaç gölgeleri dantelâlar örüyor, yapraklar, damarlarında su yerine nur dolaşıyormuş gibi, sanki içten içe aydınlık görünüyordu. Kâinat masmaviydi, dağ tepeleri mavi, gökyüzü mavi, gölgeler bile maviydi. Ayın sarışın ışıkları fark edilmiyor, onlar bile mavi sanılıyor, insana mavi esintiler içinde uçuyormuş gibi bir duygu geliyordu.

Doktor’un içine birden bire bir hüzün çöktü. Bir hüzün ki asla, asla kaybolmayacak gibi geliyordu ona. Ve doktor hayatın bu hüzünle başladığını, bitiminin de bununla olacağını tâ can evinde duydu. Hayatın çekirdeği bu hüzündü galiba!”(Küçük Ağa, s. 116)

“Ama öyle hava, öyle bir güneş vardı ki, Orhan içinde kımıldamak üzere olan karamsarlık belirtilerinden tez sıyrıldı. Hanın avlusuna girip de şadırvanı ve çiçekleri görünce büsbütün dirileşti, kendini buldu.”(Dönemeçte, s. 19).

162

1.c. Anadolu’ya Ait Tabii Çevre

“…Sultan dağlarındaki vadilerden, vadilerin hemen eteklerinden itibaren başlayan ovadan, Tuz gölünden, buğday tarlalarından, keçi sürülerinden, yaylalardan bahsettim. Ona her biri bir aşka iklimin malı olan dağlardan, her biri bir başka devre ait olan yaşayışlardan, Gorzen’ den, Hatırlı’dan, Adana’dan, Sivas’tan ve Đstanbul’dan bahsettim, arkadaşlıklarımı, çocukluğumu, Kur’an’ın ışığıyla teşekkül eden büyüklerimi anlattım, Yunus Emre’yi, Mevlâna’yı ve Köroğlu ve Nasrettin Hoca’yı anlattım.”(Siyah Kehribar, s. 78)

Dönemeçte romanının geçtiği kasaba ise şöyle tasvir edilir:

“Kızılışık tepesinin doğu yamacından dolanarak Tavkun deresinin bir kilometre kadar derinliklerine sokulan, oradan da Çınarlık yamacına dolanan ilçeyi, ilkokul öğretmenleri, kuyruğu ovaya doğru uzamış bir uçağa benzetirler. Böylece de çocuklar kasabanın değil, uçağı ne biçim bir şey olduğunu öğrenmiş olurlardı.

Aynı dağ silsilesinde oldukları halde birbirine zıt yapıdaki tepelerden Kızılışık, boz renkli sarp kayalardan, keskin inişlerden ibaretti. Tâ yukarıdaki yeşil görüntü bu kayaların yosun bağlayışındandı. Buna karşı öteki çınarlık yanı, yemyeşildi; bağlıktı, meşe ve gürgen ağaçları vardı. Böğründe buz gibi ve içimleri birbirinden tatlı, gür sulu üç kaynak bulunuyordu. Bunlardan birisi Deliçay’a akardı.

Ötekilerden tepenin eteğindeki, bahçelere su yetiştirirdi. O günlerde kasabanın başlıca konularından birisi de, Fakir Halid’in Kızılışık’ta bir derebeyi şatosunu andıran Yörükkaya’nın dibinde, bağ kurmak için su aramaya girişmesi idi. Kasabanın çoğunluğu bununla eğleniyor, pek az insan da, bir başarırsa kasabanın büsbütün güzelleşeceğini, dağların seyrine doyum olmayacağını düşünerek heyecanlanıyor, şimdiden keyifleniyordu.

163

Kasabada içkili lokantalar, ağır ceza mahkemesi, kadın berberi, parke yollar, parklar, hamamlar, oteller vardı. Kasaba sinemanın, buzdolabının, vantilatörün, radyonun ne olduğunu biliyordu; çünkü elektriği vardı…”(ss. 52–53)

164

2. SOSYAL ÇEVRE