• Sonuç bulunamadı

1.3. ADALET TEORİLERİ

1.3.2. Sosyal (Dağıtıcı) Adalet

1.3.2.2. Radikal Sosyal Adalet Teorileri

Radikal sosyal adalet teorilerinin ayırt edici özelliği, eşitlikçi olmalarıdır. Bu görüş, eşitliğin bozulmasına mutlak surette karşı çıkmaktadır (Barry, 2003: 174). Toplumcu adalet teorileri, adalet taleplerini belirli sosyal değer yapıları çerçevesinde ele almakta ve usuli adalet doktrinin evrensellik postulasını reddetmektedir. Walzer’e göre adaletle ilgili sorunlar ancak,

90

belirli bir toplumun “paylaşılan anlamları”nın keşfedilmesi ile yanıt bulabilir. Bir başka deyişle, sosyal adaletin yeniden dağıtıma ilişkin genel bir kuralı yoktur, farklı toplumlarda farklı adalet ilkeleri geçerlidir (Walzer, 1983: 22) Walzer’e göre her toplumun adalet anlayışı farklıdır; dolayısıyla önemli olan adaletin tanımının ötesinde adaletin dağıtımsal sonuçlarıdır.

Sosyal adalet teorilerinin en radikal biçimi Marksizmde yer alır. Kolektivist teori, usuli adalet teorisi ve objektif ihtiyaç ve hak ediş kriterlerine göre dağıtımı savunan refah devletçi adalet teorilerinden son derece uzaktır. Üretilen değerlerin dağıtımı konusunda piyasa mekanizmasının ortadan kalkacağı ve yeni bir üretim-dağıtım sisteminin oluşacağı öngörüleri teorinin en dikkat çekici argümanlarıdır (Küçük, 2008: 109).

Marx, sosyalist toplum ve komünist toplumda geçerli olacak iki tip sosyal adalet tanımı yapar. Birincisinde, yani sosyalist topluma uyan adalet teorisinde herkes sosyal hasıladan ona yaptığı katkı düzeyinde pay alır. Bu toplum biçiminde burjuva mülkiyeti ve sömürüye son verilir ancak bireylerin işgücüne katkısı, yeteneklerine göre değişeceğinden toplumsal eşitsizliklerin sürdüğü kabul edilmektedir. Komünist toplumun erken aşaması olan bu toplum, henüz kapitalist üretim ilişkilerinden yeni çıktığı için kapitalist toplumun izlerini taşıdığı kabul edilmektedir. Bu toplum düzeninde özel mülkiyete son verilmiştir, üretim araçlarına sahip bir sömürücü sınıf yoktur. Ancak kapitalist toplumda var olan metaların değişimine benzer bir yapının hala varlığını sürdürdüğü kabul edilmektedir (Çebi, 2012: 331). Bu toplumda emekçi, topluma sağladığı katkı oranında pay alacaktır. Bu toplumda adil dağıtım, herkesten yeteneğine göre alınıp, herkese yaptığı emek katkısı oranında verilerek sağlanır.

İkinci tip sosyal adalet ise komünist topluma geçişle birlikte ortaya çıkar. Bu toplumda ise herkesten yeteneğine göre alınır, herkese ihtiyacına göre verilir (Yayla, 1999: 339-340).

Marx’ın betimlediği bu iki sosyal adalet biçimi arasındaki tek fark aslında kaynakların dağıtım noktasındadır. Sosyalist toplumda dağıtım üretime yapılan katkı oranında yapılırken, komünizmde dağıtım ihtiyaç kriterine göre yapılır. Bu noktada teoriye yöneltilen eleştirilerin

91

başında ihtiyaçların nasıl, neye göre tespit edileceği sorusu gelmektedir. Daha da önemlisi bu ihtiyaçları kimin tespit edeceği ve dağıtımı nasıl gerçekleştireceğinin belirsizliğidir. Bu durum, bireylerin özgür iradelerinin yerini alacak baskıcı bir rejim mi gelecek sorularını akıllara getirmektedir. Marksist adalet teorisine yöneltilen ikinci eleştiri ise üretim ile bölüşümün birbirinden ayrılabilir, farklı değerlere göre düzenlenebilir olduğu varsayımına yöneliktir. Yapılacak dağıtım ister üretime yaptığı katkıya göre belirlensin, isterse ihtiyaçlara göre, her iki durumda da üretim sürecinden bağımsız olarak, dışsal mekanizmalar tarafından belirlenmesi durumu paternalist bir siyasal sisteme evrilme eleştirisi ile karşı karşıya kalır.

Nitekim Ayn Rand, kabileci anlayış olarak tasvir ettiği bu işleyişi, adaletsizliklerin en büyüğü olarak nitelemektedir (Yayla, 1999: 340).

Marx, feodaliteden kapitalizme geçişle birlikte yeni bir sınıfın, burjuva sınıfının doğduğunu ve kentte yaşayan bu sınıfın yavaş yavaş zenginleşerek iktidarlar karşısında güçlenmeye başladığını belirtmektedir. Marx’a göre eşitlik, özgürlük, mülkiyet hakları gibi kavramlar bu sınıf için oldukça önemlidir. Siyasal iktidara talip olan burjuvazi, üretim araçlarını ele geçirmekte ve hukuku da kendi üretim ilişkilerine uygun bir biçimde sistemleştirmişlerdir. Marx, bu sistemi çalışanların sömürülmesi esasına dayandırmakta ve adaleti mevcut burjuva toplumunun temel yapısının sürdürülmesi olarak tanımlamaktadır.

Marksizme göre sınıfların olmadığı, insanların eşit olduğu ve kaynakların eşitlik ve ihtiyaç kriterlerine göre dağıtıldığı toplum adil bir toplum olarak kabul edilebilir (Peffer, 2001: 320).

Marx, sosyal zenginliğin artması ve üretici güçlerin de gelişmesi ile birlikte dünyada adalet anlayışında bir gelişme olacağına dikkat çekmektedir. Ancak Marx’a göre “dağıtım” üzerinde bu kadar fazla durmak ve ona birincil derecede önem atfetmek hatalıdır. Çünkü Marx, adaleti bir toplumsal ilişkiler ağı içerisinde el alır, ahlaki argümanlar, belirli tarihsel olasılıklar ve koşullar ile sınırlıdır (Çebi, 2012: 332). Bu bağlamda Marx, dağıtım sorunsalını, üretim

92

sorunsalı yanında ikincil derecede önemli kabul etmektedir. Çünkü Marx’a göre asıl önemli soru üretim araçlarının sahiplerinin kim olduğu sorusudur.

Marx’a göre, haklar ve adalet kavram ve teorileri, burjuva ideolojisinin esas kısmını oluşturmaktadır. Marx, bu kavramları yabancılaşma türünün bir belirtisi olarak görmekte ve her iki kavramında eninde sonunda anlamsız hale geleceğini savunmaktadır (Peffer, 2001:

315).

Marx’a göre;

Adalet bütünüyle içsel, hukuksal bir kavramdır ve ancak bütünleyici bir parçasını oluşturduğu özgül toplumsal formasyon içinde uygulanabilir. Bu görüşe göre dışsal bir adalet ilkesi, toplumsal bir formasyona uygulanamaz. Dolayısıyla kapitalizmi, adil olmayan biçimde sömürücü olarak mahkûm etmek için yapılan her girişim tutarsızdır. Çünkü burjuva toplumunda doğal olarak var olan adalet standardı laissez-faire standardıdır” (Peffer, 2001: 316).

Adaleti pozitif hukuk kavramı olarak tanımlayan Marx’a göre adalet, sui generis olma özelliği taşımamaktadır. Dolayısıyla ekonomik alana gönderme yapılmadan açıklanması da mümkün değildir. Engels’e göre “Ebedi adalet düşüncesi sadece zamana ve yere göre değil, hatta aynı zamanda kişiden kişiye değişiyor ve Müllberger’in doğru olarak belirttiği gibi, herkesin başka bir şey anladığı” konular arasına giriyor (Engels, 1974).” Marx’a göre bir adalet ilkesinin diğerinden daha iyi haklılaştırılabilmesi hiçbir anlam taşımamaktadır. “Adil bir dağıtımın” ne olduğu sorusunu ortaya atan Marx, burjuvazinin günümüzdeki dağılımın

‘adil’ olduğunu kabul ettiğine dikkat çekmektedir. Öte yandan sosyalist sekterlerin de ‘adil’

dağıtıma ilişkin birbirinden çok farklı kavramlara sahip olduklarını eklemektedir.

Marksistlerin kapitalizmde ve diğer sınıflı toplumlarda itiraz ettikleri şey, tam olarak toplumsal örgütlenmeyle yani “iş birliği” ile üretilen dağıtılabilir malların –özgürlük ve iktidar dahil- adil biçimde dağıtılmamasıdır (Peffer, 2001: 359).

Marx, “Gotha Programı’nın Eleştirisi”nde haklar ve adalet gibi hukuksal kavramların toplumsal değişimi sağlayan etkili bir araç olarak kullanılmasının, öteki ahlaki kavram ve ilkeleri bu tarzda kullanmak kadar öldürücü sonuçlar doğurduğunu belirtmektedir (Peffer, 2001: 320, Marx, 1875).

93

Marx’ın komünizmin ilk evresi için savunduğu dağıtım ilkeleri şunlardır:

i- Kişi sadece kendi emeğinin karşılığını alabilir ve sadece “tüketim araçları” yani kişisel mülkiyet ve tüketim malları edinebilir.

ii- Bir kişi çalıştığı saatlerle tam orantılı bir karşılık alır.

iii- Çalışma yeteneğine sahip olmayanlar dışında herkes çalışmak zorundadır.

iv- Çalışma yeteneği olmayanlara en azından asgari geçinme standardı sağlanmalıdır.

Marx, toplumun ekonomik yapısı ve yasalarının, adalet kavramına göre açıklanmaya çalışılmasını hatalı bulmaktadır. Ona göre adalet kavramı esas olarak, toplumun ekonomik yapısı ve yasalarla açıklanmalıdır. Çünkü Marx’a göre adalet standartları toplumlara içseldir, bu yüzden toplumlar ancak kendilerine içkin adalet standartlarıyla yargılanabilirler (Peffer, 2001: 321). Bu bağlamda “Justice éternelle” (sonsuz adalet), Marx’ın açıklamayı önerdiği ekonomik yapılardan kaynaklanan hukuksal bir ilişkidir (Peffer, 2001: 318). Toplumsal ilişkileri eleştirmek için başvurulacak “ebedi bir adalet” ilkesinin bulunmadığını öne süren Marx ve Engels, adalet kavramının tarihsel bağlamda ve geçerli üretim biçimleri ile birlikte ele alınması gerektiğini savunmaktadırlar (Göçmen, 2003: 260).

Marx’a göre modern sanayinin gelişmesiyle birlikte denge, her geçen gün işçiye karşı kapitalist lehine değişmektedir. Kapitalist üretimin genel eğiliminin ücretlerin ortalama düzeyini düşürmek olduğunu belirten Marx, ücret sistemindeki köleleşmenin sona erdirilmesi için işçilerin adalet talebinde bulunmalarının bir çözüm olmayacağını savunmaktadır. Marx’ın bu bağlamda işçilere önerisi şu şekildedir: “Onlar, tutucu bir slogan olan ‘adil bir günlük çalışma karşılığında adil bir ücret!’ yerine, bayrakları üzerine şu devrimci sloganı yazmalıdırlar: Ücretlilik sisteminin kaldırılması!” (Marx, 2001a: 89).

Marx’ın tasvir ettiği sınıfsız toplum, özel mülkiyetin ve kapitalist üretim ilişkilerinden doğan sömürü düzeninin bulnmadığı özgür ve eşitlikçi bir topluma işaret etmektedir. Bu bağlamda Marx’ın sosyalist toplumu, T. More’un Ütopia’sı ve T.Campanella’nın Güneş

94

Ülkesi’nde idealize edilen toplumsal ve ekonomik yapı ile benzeşmektedir. Esasen bu üç düşünür de en adil düzenin sosyalist topluma ulaşmakla sağlanabileceği ortak düşüncesinde buluşmaktadırlar. Ancak Marx’ın düşüncesinin farkı, zaten adil olan bir toplumda adalet arayışının gereksizliği ve dolayısıyla adalet ve ahlak kavramlarının son kertede anlamsız hale geleceğini savunmasıdır.

Radikal adalet teorisinin ilk uygulanışı Sovyet devrimi sonrasında görülmüş olmakla birlikte uzun vadede öngörülen sonuçları verememiştir. Adalet teorileri arasında görece gerilemiş olmakla birlikte refah devletçi teorilerin yaygın bir uygulama alanı olduğu görülmektedir.

95

ÜCRET VE ASGARİ ÜCRETİN BELİRLENMESİ VE VERGİLENDİRİLMESİ “İpek böceği,

kozasını varlığını bir tırtıl olarak sürdürmek için örseydi, tam bir ücretli işçi olurdu. (Marx, 2001a: 27).”

2.1. ÜCRET VE EMEK

Ücretler genellikle, belirli bir zaman diliminde işçilerin aldığı toplam ödeme olarak nitelendirilir ve bağış ve sermaye yardımları ile sosyal güvenlik gelirleri gibi farklı kaynaklardan gelen ödemeleri de kapsayan toplam gelir kavramından ayrı tutulmalıdır (Belser, 2015: 78). Ücret oranı, modern bir toplumda insanların geçim kaynaklarının sağlanmasında ve vatandaşlar arasında gelir dağılımının iyileştirilmesinde en önemli araçlardan biridir. Yoksulluğu ve gelir eşitsizliğini azaltmakta önemli bir politika aracı olarak kullanılabilen ücretler, insana yakışır bir yaşam ile yoksul bir yaşam arasındaki farkı yaratan en önemli etkendir (Acharya, 2017: 303; Belser, 2015).

Neoklasik teori, ücretler belirlenirken aynı özelliklere ve yeteneklere sahip çalışanların aynı düzeyde ücret almaları gerektiğini öne sürmektedir. Bu yaklaşıma göre düşük ücretli çalışan işçiler, yüksek ücretli işlere geçiş yapacak ve böylelikle ücretler yavaş yavaş dengeye gelecektir. Fakat reel işgücü piyasalarında, benzer pozisyonlar için benzer işçileri işe alan sektörler veya firmalar arasında ücret farklılıkları görülmektedir (Brožová, 2015: 50). Kamu sektöründe çalışan işçiler ile özel sektörde çalışan işçilerin ücretleri arasında farklılık bu duruma örnek gösterilebilir.

Neoklasik iktisatta işçilerinin ücretlerinin, “emeğin marjinal ürünü” tarafından belirlendiği argümanı geçerlidir. Emeğin marjinal ürünü, ek bir birim iş gücünün, istihdam düzeyinde yarattığı ilave üretim olarak tanımlanabilir. Bu durumda işe alınan her bir işçi üretimi azalarak artırdığı için emeğin marjinal ürününün azalacağı ve belirli bir noktadan sonra üretimin daha fazla artmayacağı öne sürülmektedir. İşveren kazancına kattığı değer aldığı ücretin altında

96

kaldığı için işçiyi işten çıkaracaktır. Çünkü işçiyi istihdam etmeye devam etmesi işveren için rasyonel değildir.

Serbest piyasa ekonomisinde salt üretim faktörü olarak görülen işçinin ve ailesinin refahı, işverenin kazancına yaptığı katkı ile açıklanmaktadır. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde düşük ücretler, hane halkının sefaletini beraberinde getirmektedir. Hindistan’da 2004 ve 2005 yılı verileri ile yapılan bir araştırmaya göre ücretli çalışanların % 30’u ve günlük çalışanların

% 40’ı yoksul ailelerde yaşamaktadır (Belser ve Rani, 2011: 51). Çalışmada, eğer bu işçiler asgari ücret düzeyinde istihdam edilse idi, yoksulluk sınırının üzerinde yaşama şanslarının olduğuna dikkat çekilmektedir. Asgari ücretler, sosyal koruma politikaları ve sendikal faaliyetler, çalışan yoksulluğunun azaltılmasına katkıda bulunsa da Türkiye’de bu katkı sınırlı düzeyde kalmaktadır.