• Sonuç bulunamadı

1.2. Kişilik Teorileri

1.2.1. Psikanalitik Yönelimli Psikodinamik Yaklaşımlar

Bu teorinin öncüsü Sigmund Freud’dur. Freud’un kişilik kavramını ilk kez ele alışı histeri üzerinden olmuştur. Psikanalitik kişilik değerlendirmesi, bilimsel açıdan bazı eksiklikler taşımasına rağmen bu güne kadar oluşturulmuş en kapsamlı ve etkin kişilik teorisi olarak değerlendirilebilir (Atkinson v.d., 2002).

Freud, kişiliği topografik ve yapısal olmak üzere iki temel görüşle açıklamaktadır. Topografik görüşte, bilinçdışı, bilinçöncesi ve bilinç kavramları;

yapısal görüşte ise, id, ego ve süper ego kavramlarından yararlanarak kişiliği tanımlamaktadır. Freud’un kuramında ölüm ve yaşam içgüdülerinin yanı sıra savunma mekanizmalarına da yer verilmektedir (Cüceloğlu, 1996; Morgan, 2004).

Freud, kişiliğin gelişiminin doğumdan ergenliğin sonuna kadar olan süreçte şekillendiğini ve çocuğun bedenindeki haz arayışı enerjisinin bu gelişime kaynaklık ettiğini ifade etmektedir. Bu teorideki psikoseksüel gelişim aşamaları bedenin hazza kaynaklık eden bölgesinin adıyla tanımlanmaktadır. Psikoseksüel aşamalar, yaş aralıkları mutlak olmamakla beraber, beş dönemden oluşmaktadır. Oral dönem, anal dönem, fallik dönem, gizil dönem ve genital dönem. Freud’a göre, dönemlerin herhangi birinde fazla doyum sağlama ya da aşırı engelleme sonucunda saplanma (fixation) gerçekleşmektedir (Geçtan, 2003).

Psikanalitik yaklaşım psikopatolojiyi psikoseksüel gelişim dönemlerindeki saplanma olarak ele almaktadır. Bu görüşe göre, kişi saplanma yaşadığı dönemin özelliklerini taşımakta ve buna paralel bir kişilik organizasyonu ortaya çıkmaktadır.

Örneğin, anal karakterin özellikleri düzenli olma, dik başlılık, söz dinlemezlik, inatçılık, cimriliktir. Anal özelliklere karşı savunmalar yetersiz ise, düzenliliğin kaybı, pasaklılık, muhalefet, öfke ve sadomazoşistik özellikler gelişebilmektedir (Meissner, 2007, s:726).

Başlangıçta Freud’la ortak çalışmalar yapan fakat daha sonra fikir ayrılıkları yaşayan teorisyenlerin yanı sıra psikanalitik teoriden esinlenen birçok teorisyen olmuştur. Bu teorisyenler ağırlıklı olarak kişilik üzerinde kültürel ve sosyal etkilerin önemine vurgu yapmışlardır. Neo-Freudian olarak da adlandırılan yeni Freudcular, Alfred Adler, Carl Jung, Anna Freud ve Karen Horney’dir. Erik Erikson ise gelişimi tanımlarken sadece psikoseksüel dönemler şeklinde açıklamak yerine psikososyal basamaklarla açıklayan ego psikologları arasındadır. Kişilik ve kişilik gelişimini erken çocukluk deneyimlerine vurguda bulunarak çocuğun yaşamındaki önemli olan kişilerle kurduğu ilişkilerle açıklayan obje ilişkileri teorisinin başlıca temsilcileri Melanie Klein ve Otto Kernberg’tir. Bu teorilerin genel özellikleri aşağıda kısaca açıklanmaya çalışılacaktır:

Adler’e göre toplumsal bir varlık olan insan, toplumsal dürtüler tarafından güdülenir. Toplumsal ilgi doğuştan vardır; ancak, diğer insanlarla ve toplumsal kurumlarla olan ilişkiler, bireyin yaşadığı toplum tarafından belirlenir. Adler, davranışın toplumsal belirleyicilerinin önemi üzerinde durması, cinsel içgüdüye daha az önem vermesi ve bilinci kişiliğin temeli olarak kabul etmesiyle Freud’dan ayrılarak birçok kişilik teorisyenini etkilemiştir. Adler’in kişilik teorisinin köşe taşı, aşağılık duygusundan üstünlük duygusuna ilerleme kavramıdır. Aşağılık duygusundan yeterlilik duygusuna ilerlemek yaşamın önemli bir motivasyonudur.

Adler’in psikopatoloji teorisine göre, duygusal bozukluklar, iradeyle ve kişinin kendini anlamasıyla değişebilecek hatalı yaşam tarzları (life-style) nedeniyle ortaya çıkar. Duygusal bozuklukları olan kişilerin kendileri ve dünya hakkında yanlış

inanışları ve onları yapıcı toplumsal ilgiden uzaklaştıran yersiz amaçları vardır.

Yanlış yaşam tarzı etkisiz olduğunda, sorunla gerçekçi bir şeklide yüz yüze gelmeyi önleyen, özgüveni korumaya yönelik belirtiler gelişir. Ona göre nevrozla psikoz arasındaki fark şudur: Nevrotik bireyler, toplumsal ilgiye sahiptirler ancak bu belirtiler nedeniyle yaşam hedeflerinden uzak kalırlar. Psikotik bireyler ise toplumsal ilgilerini kaybeder ve kendi dünyalarına çekilirler (Meissner, 2007).

Freud gibi, insanların içgüdüler tarafından yönlendirildiğini ifade eden Jung, içgüdüyü “doğuştan getirilen, bütünlük özelliği gösteren ve düzenli olarak yinelenen davranış tarzları” olarak tanımlamıştır (Yazgan-İnanç ve Yerlikaya, 2012) ve kuramında cinsel dürtüler, Freud’da olduğu kadar baskın değildir.

Jung’a göre kişilik birbirleriyle etkileşimde bulunan çok sayıda sistemden oluşur. Sürekli karşılıklı etkileşim halinde olan bu sistemler ego, kişisel bilinçaltı, kolektif bilinçaltı ve arketipler olarak adlandırılır. Birbiriyle bağlantılı olan bu sistemlerin, içedönüklük-dışadönüklük tutumları ile duygu, duyum, sezgi ve düşünme işlevleri vardır. Bu sistemlerin bileşimi, bütünleşmiş kişiliği oluşturan benliktir (Sdorow, 1990).

Jung, psikopatolojinin oluşumunu iki temel süreçle açıklar. Bunlar, bireyselleşme ve bütünleşme süreçleridir. Bu yaklaşıma göre bireyselleşen kişi, kişiliğinin her bir parçasını uyumlu bir bütün haline getirmeye ve sürekli olarak kendini gerçekleştirmeye için uğraşır. Bu süreçler sağlıklı bir şekilde gerçekleşmediğinde, arketipler arasında uyum bozulur ve bir arketip diğerlerine göre daha baskın hale gelerek psikopatolojiyi ortaya çıkarır. Örneğin, bir kişide persona arketipinin diğerlerine baskın olması durumunda kişi zamanla kendisine yabancılaşma yaşamaya başlar ve bu da patolojiye neden olur. Anima ve animusu baskın kişilerde ise kişilik bozukluğu, duygudurum bozukluğu ya da homoseksüellik ortaya çıkabilir (Pervin ve John, 1997).

Karen Horney teorisinde kişiliğin ve kişilik bozukluklarının oluşmasında kültüre ve çevresel faktörlere ağırlık vermiş ve kişilik gelişiminin her birey için kendine özgü biyolojik ve psikososyal faktörlerin bir araya gelmesinin sonucu olduğunu ifade etmiştir. Horney çocuğun doğduğu andan başlayarak yabancı ve tehlikeli bir dünya karşısında yalnız ve çaresiz olduğunu bu durumdan dolayı kaygı duyduğunu ileri sürmüştür. Bu kaygıya “temel kaygı” (basic anxiety) adını veren Horney, temel kaygının çocukluk döneminden başlayarak kişilik bütünlüğü üzerinde etkili olduğunu iddia etmiştir (Krech ve Crutchfield, 1965).

Egoya aşırı vurgusu dışında E.H. Erikson’un kişilik yapısı ile ilgili düşünceleri Freud’un düşünceleriyle paraleldir (Yazgan-İnanç ve Yerlikaya, 2012).

Erikson, gelişimin aşamalardan oluştuğunu savunur, ancak bireyin cinsel gelişimi yerine onun sosyal gelişimini temel alır. Bu nedenle onun teorisi, “psikososyal teori”

adını almıştır. Bu teoriye göre, gelişimin her aşamasında çocuğun gereksinimleri ve toplumun çocuktan beklentileri değişmektedir. Her aşama kendi gelişimsel krizlerini içerir ve bu krizlerin çözümlenmesi bir sonraki aşamaya geçiş için önemlidir. Bu aşamaları Erikson, “güvensizliğe karşı güven”, “utanma ve kuşkuya karşı özerklik”,

“suçluluk duygusuna karşı girişkenlik”, “aşağılık duygusuna karşı iş yapıcılık”, “rol karmaşasına karşı kimlik”, “yalnız kalmaya karşı yakınlaşma”, “durgunluğa karşı üretkenlik”, “umutsuzluğa karşı benlik bütünlüğü” şeklinde ifade etmektedir (Erikson, 1950).

Erik Erikson’a göre psikopatoloji, gelişim dönemlerinde çözülemeyen başarısızlıkların anormal kişilik örüntülerine dönüşmesiyle gerçekleşir. Örneğin gelişimin birinci basamağında, güven duygusu geliştirilemezse ileride normalden sapan davranışlar meydana gelebilir (Geçtan, 2003).

H.S. Sullivan teorisinde, kişilik oluşumunun anne-çocuk arasındaki erken dönem ilişkilere ve kişilerarası ilişkilere bağlı olduğunu iddia eder. Bu teori, kişiliğe ilişki odaklı bakış açısı nedeniyle “kişilerarası ilişkiler yaklaşımı” olarak adlandırılır (Pervin, 1996). Psikopatolojiyi ise kendilik sisteminin gelişimini durduran,

dolayısıyla kişiler arası doyum ve uygun güvenlik işlemleri için fırsatları sınırlayan aşırı anksiyeteden kaynaklanan bir durum olarak değerlendirmiş ve buna bağlı olarak psikiyatrik hastaları öz güvenlerini çok kısıtlı imkânlarla sürdürme mücadelesi veren kişiler olarak görmüştür. Ona göre, hastaları anlamak için işlev gördükleri gelişimsel evre değerlendirilmeli ve ifade ettikleri kişiler arası gereksinimleri anlaşılmalıdır (Dorian, 2007).

Kişilik gelişiminde çevresel ve kişiler arası ilişkilerin rolüne vurguda bulunan Melanie Klein, benlik ve obje (birey için önemli olan diğeri) arasındaki içselleştirilmiş ilişkinin önemi üzerinde durmuştur. Yaşamın ilk yıllarının ruhsal gelişimin en önemli belirleyicisi olduğunu söyleyen Klein, ayrıca çocukların gelişimleri esnasında ilişki kurdukları bireyleri içselleştirmekten çok, bu ilişkilerinin kendisini iç dünyalarına mal ederek yaşadıklarını belirtmektedir. Ona göre, bu ilişki bireyin daha sonra kuracağı kişiler arası ilişkilerini ve kişiliğini etkilemektedir. Hem Klein’dan hem de Jacobson’dan etkilenerek kişilik gelişimi teorisini oluşturan Otto Kernberg, obje-ilişkileri teorisinin bir diğer önemli temsilcisidir. Kernberg, özellikle bölme (splitting) savunma mekanizmasına vurguda bulunarak kişilik gelişimini açıklamaya çalışmış ve buradan yola çıkarak borderline kişilik bozukluğuna atıfta bulunmuştur. Kernberg’e göre bölme mekanizması, birbirine karşıt olan (örneğin, iyi/kötü, sevmek/nefret etmek gibi) duyguların oldukça kesin bir şekilde birbirinden ayrılmasıdır. Bu mekanizma bebeğin yaşamının ilk yılları için gereklidir ve bebek böylelikle iyiyi kötüden, sevgiyi nefretten, hazzı acıdan ayırabilir. Tehlikeli olanı tehlikeli olmayandan ayırarak düzenleyen bu mekanizma, bir savunma düzeneği haline geldiğinde ise bütün işlevini kaybeder ve ego yetersizliğinin temel nedenini oluşturur. Kernberg, güdüler kadar çevresel faktörlerin de kişilik üzerinde etkili olduğunu söylemiş ve güdülerin benlik, obje ve duygulanım arasında meydana geldiğini belirtmiştir (Geçtan, 2003).