• Sonuç bulunamadı

2.4. Türkiye’de Cari Açığın Finansmanı

2.5.2. Portföy Yatırımları

Ödemeler bilançosunda sermaye ve mali kalemlerde kayıt altına geçen sermaye hareketleri içerisinde en istikrarsız ve “sıcak” olanlar, yerleşik olmayanların Türkiye’de yaptıkları portföy yatırımları ve yerleşik olamayanların Türkiye’deki bankalarda mevcut mevduatlarıdır. Bu birikimler çok az bir sürede likide

yukarıdakilerle oranla biraz daha düşük likit kalemler olarak, bankaların ve başka kesimlerin dışarıdan alığı krediler de eklenebilir (Çak, 2013: 94).

2.6. Net Hata ve Noksan

Net hata ve noksan, esasen tam bir hesap kalemi olmayıp, nereden geldiği ve nereye gittiği bilinemeyen dövizler, bu hesaba kaydedilmektedir. Bu bilinmezliğin arkasında, turizm gelirleri gibi bazı bilgilerin, anketler yoluyla elde edilmesi ve bu yolla bütün bilgilerin doğru şekilde derlenememesi vardır. Son senelerde Türkiye’de bu hesap kalem cari açığın finansmanında önemli bir yer almıştır. Net hata ve noksan kalemi hiçbir garantisi olmayan bir hesaptır ve bununla cari açığın uzun periyotlarda devamlılığı imkân dahilinde değildir (Göçer, 2013).

2.7. Resmi Rezervler

Döviz, altın ve IMF gözetimindeki özel çekme hakları (Special Drawing Rights: SDR) resmi rezervler kaleminde yer almaktadır. Eğer ülkenin cari açığı, diğer hesaplarla kapatılamıyorsa, o zaman rezerv varlıkların bir kısmı finansmana ayrılmakta ve cari açık bununla kapatılmaktadır. Ancak bu hesaptaki paralar, krizlere karşı Merkez Bankasının elindeki en önemli güvencedir. Çok zorda kalınmadıkça, bu hesapla cari açık finanse edilmemelidir. Resmi Rezervler de cari açığın finansmanı için doğru ve güvenilir bir yol değildir (Göçer, 2013).

Cari açık ülke ekonomisi açısından problem olabilir mi veya hangi düzeyden sonra problem olur sorusunun cevabı mevzusunda ekonomistler arasında görüş birliği sağlanamamıştır. Hatta kimi ekonomistlerce cari açık hiçbir zaman problem değildir görüşü vardır. Bu görüşe sahip ekonomistlere göre, cari açık dış tasarrufların kullanılmasıyla daha çok yatırım imkânı yaratmaktadır. Yatırımların çoğalması iktisadi kalkınmayı hızlandırma yolunda önemli bir unsur olduğundan iktisadi büyümeyi finanse eden ve bu nedenle cari açığın finansmanını sağlayan yabancı kaynakların problemsiz bir biçimde ödenmesi durumunda cari açık problem teşkil etmeyecektir. Bu yaklaşımlara göre, genişleyen bir ekonomide cari açığın oluşumu son derece doğal bir sonuç olarak kabul görülmektedir. Buna istinaden genişleyen bir ekonomide ithalattaki artış ihracattaki artıştan fazla olacaktır. Bu yaklaşıma sahip ekonomistlere göre, ekonomide cari açığın var olması olumlu yönde işleyişinin

göstergesidir. Ancak cari açığın meydana geldiği ekonomide, üretimde mallarında ithalatın fazla paya sahip olması, yani ithalata yönelik bir kalkınma prototipi var ise; bu sebeple düşük reel döviz kuru (ekstrem kıymetli milli para) rejimi uygulanıyorsa ve dış ticaret açığıyla cari açık arasındaki fark seneler itibariyle fazlalaşıyorsa o ekonomi de cari açık problem olmaya başlar. Bu tarzda meydana gelen cari açıklarda esas problem cari açığın finansmanının sağlanıyor olabilmesi ve sürdürülebilirliğidir. Yani cari açık finanse edildiği sürece sürdürülebilir olduğunu ifade etmektedir. Bu bağlamda politika yapıcıların üzerinde durması gereken önemli konular vardır. Bunlar;

- Cari açığın ne tür kaynaklarla finansmanın sağlandığı ve kaynakların çeşitliliği,

- Kaynakların devamlılığı,

- Kaynakların ekonomiye maliyeti, kısa ya da uzun vadeli borç oluşturması, - Cari açığın sebep olduğu borç yükünün finansmanının nasıl sağlandığıdır. Kimi ekonomistlere göre cari açığın sürdürülebilirliğinde cari işlemler açığı/GSYİH oranı %5 eşik değerinin üstündeyse cari açık ekonomik açıdan problem olabilir. Bu eşik değerinin altında olan ekonomilerde ise cari açık sürdürülebilirliği muhtemel olarak değerlendirilmektedir. Cari açık /GSYİH oranlarının kimi ekonomilerde fazla olması ekonomiyi krize sürüklerken, kimi ekonomilerdeyse sürdürülebilmektedir. Bunun sebebi dengeyi aynı zamanda global makroekonomik koşullar ve açığın finansmanında kullanılan kaynakların türü ve devamlılığı ciddi anlamda etki etmektedir (Kızılkaya ve Sofuoğlu, 2017: 68).

Türkiye’de iktisadi kalkınma çoğunlukla cari açıktaki artışlarla sağlanmaktadır. Bununla ilgili başka bir konu ise, cari açığın büyüme içindeki marjının git gide artması yani GSMH büyümesinin giderek çoğalan bir kısmının cari açıkla finanse edilmiş olmasıdır. Türkiye ekonomisindeki gibi başka pek çok ekonomilerde de ithalattaki çoğalma cari açığı önemli derecede arttırırken cari açığın ekonomik genişlemenin esas itici kuvvet olması hali ekonomiler açısından risk teşkil etmektedir. Bu riskin düşürülmesi cari açığın finansman şekliyle alâkalı bir durumdur. Eğer cari açık büyük ölçüde ve geçici bir periyot için mevzubahis ise veya

olması sebebiyle finansman negatif olarak etkilenmektedir. Finansmanın durakladığı evrede ithalatta ve cari açıkta düşüşler yaşanırken, büyümede de düşüşler meydana gelebilmektedir. Veya önceki büyüme oranlarının korunabilmesi için döviz kurunda düzelmenin olması gerekmektedir. Bir ülkenin diğer ekonomilerle yaptığı işlemlerde; turizm faaliyetlerinde mal ve hizmet ticaretinde, sermaye akımlarında açıklar oluşabilir. Mesela ithalatın ihracattan büyük olması neticesinde döviz giderlerinin döviz gelirlerden fazla olması veya turizmde ki döviz giderlerinin döviz gelirlerinden çok olması döviz açığına sebep olmaktadır. Bu işlemlerin hepsi, dış ödemeler bilançosunda kayda geçerken bilanço tanım gereği devamlı denge halindedir.

Cari açıklar, sermaye – finans hesabı bir biçimde fazla verdirilir nitekim bu durumun sağlanamadığı takdirde ise uluslararası rezervler kullanılarak kapatılır. Cari açığın finansmanı su şekilde formülize edilir (Kızılkaya ve Sofuoğlu, 2017);

CARİ DENGE= SERMAYE-FİNANS HESABI= NDYSY+NPY+NDY+NHN+ REZERVLER Bilindiği üzere bir ekonomide cari açığın finansmanı üç şekilde sağlanmaktadır. Bunlar; yabancı banka, hükümet veya uluslararası birimlerden (Dünya Bankası ve IMF gibi) borç alarak; DYY veya PY olarak gerçekleşen sermaye girişleri yolu ile ve döviz rezervlerini kullanarak gerçekleştirilmektedir. Bu kalemlerden direkt dış yatırım haricinde, finansal sermaye girişleri borç artırıcı özelliğe sahiptir. Eğer cari açığın finansmanı DY gibi fiziki yatırımlar ile sağlanıyorsa rölatif olarak daha tercih edilebilir bir seçenektir. Ancak cari açık, kısa vadeli spekülatif sermaye hareketleri (her türlü bono işlemleri, banka mevduatları, ihracat kredileri vs) ve dış borçları artırıcı şekilde finanse ediliyorsa ekonomide mühim bir kırılganlık unsuru haline gelir. Net hata noksan kalemi döviz giriş çıkışlarının net dengesini göstermekte ve son senelerde cari açığın finansmanında önemli bir kalem olarak öne çıkmaktadır. Bunun esas sebebi, 1989 yılının Ağustos ayında 32 Saylı Karar ile her türlü sermaye hareketinin serbest bırakılması ve bütün sermaye hareketlerini izlemenin mümkün olmamasıdır. Herhangi bir t periyodundaki cari işlemler hesabının sermaye ve finansal kalemler (KAt ) ile finanse edilemeyen kısmı, rezerv değişmeleri (ΔRt ) yoluyla karşılanmaktadır: CAt + KAt = ΔRt . Cari açığın doğrudan yabancı sermaye girişleri ve orta/ uzun vadeli kredilerle finanse

edilmesi kısa vadeli, spekülatif amaçlı sermaye girişlerine dayalı olarak finanse edilmesine göre daha tercih edilebilir bir seçenektir. Türkiye ekonomisinde 1989 yılında finansal serbestliğe geçilmesi ile birlikte 90’lı ve izleyen senelerde cari açığın finansmanı sıcak para niteliğinde, kısa vadeli sermaye girişlerine dayandırılmış, bunun neticesinde büyük boyutlu sermaye çıkışlarının yaşandığı senelerde ekonomi sıklıkla yaşanan krizlere (1994, 1998/99 ve 2001 krizleri) maruz kalmıştır (Eşiyok, 2012: 67-68).

1980 ve 1990’lı senelerde çoğunlukla uluslararası birimlerden borçlanılarak, uluslararası piyasalara tahvil ve hisse senedi ihracı gerçekleştirilerek cari açık finanse edilmeye çalışılıyordu. 1990 ve 2000’li senelerde bilhassa sıcak para olarak adlandırılan kısa vadeli sermaye hareketlerinin dış açıkları finanse etmede kullanıldığı görülmektedir. Dış açıkları sıcak parayla kapatan ekonomilerde, cari açık belirli bir seviyeye gelince ülkenin döviz borçlarını ödeyemeyeceği şüphesiyle ülkeden sermaye çıkışları yaşanmaktadır. Bunlara istinaden Türkiye’de 1994, 1998, 1999 ve 2001 senelerinde önemli ölçüde sermaye çıkışları gerçekleşmiş ve finansal krizlerle sonuçlanmıştır. 2000’li senelerden sonra politika değişikliği yapılmış dış borçların yanı sıra kamu kesimi borçlarının düşürülmesi hedeflenmiş ve cari açığın finanse edilmesinde DYY ve uzun vadeli sermaye akımları kullanılmıştır.

Türkiye ekonomisinde cari açığın finansmanında ki diğer bir araç ise rezerv varlıklar ve net hata ve noksan hesaplarının finansman içindeki marjlarının artmasıdır. Bunun açıklaması açığın bir bölümünün MB rezervleri ve kaynağı bilinmeyen dövizle kapatmış olmasıdır. Bir ekonomide resmi rezervler MB’nin kriz dönemlerinde önemli ölçüde teminatıdır ve çok gerekli olmadığı sürece cari açığın finansmanında kullanılması doğru bir yol değildir. Diğer yandan, ödemeler bilançosunda kaynağı belli olmayan döviz giriş ve çıkışlarını gösteren net hata ve noksan kalemi 2000’li senelere kadar inişli-çıkışlı bir seyir almış ve bu senelerden sonra net hata ve noksan kaleminde artışlar yaşandığı görülmüş ve netice itibariyle son senelerde bu kalemin cari açığın finansmanındaki marjı artmıştır.

Cari açığın finansmanında kullanılan metotlar ve uygulanan politikalar ekonomide meydana getirdiği hassasiyet açısından oldukça önem arz etmektedir. Bu

finansmanı ve finansman biçimidir. Türkiye ekonomisinde 1980’den bu yana belirli aralıklarla dış borçlanma yoluna gidilmiştir. Bu yol, kısa zamanda açığı kapatıcı uzun mühlette ise açığı arttırıcı etkiye sahip olduğundan ötürü sağlıklı bir uygulama olarak görülmemektedir. Son senelerde Türkiye’de dış açıkları kapatılmasında kısa ve uzun vadeli sermaye hareketlerinin kullanıldığı görülmektedir. Kısa vadeli sermaye akımlarının, iç ve dış şoklara karşı hassas kırılgan yapıda olmasından dolayı ekonomiyi olumlu yönde iyileştirmeyecektir. Bu tarz finansman yöntemleri reel üretimde istikrarsızlıkla ve istihdamda düşüşlerle neticelenebilir. Uzun vadeli sermaye akımlarının bilhassa doğrudan yatırımların, ekonomilere üretim, istihdam, teknoloji gibi faktörlerle faydalarından ötürü uzun periyotta dış açıkları düşürücü etkiye sahiptir. Netice itibariyle Türkiye’nin cari açığı finanse etmesinde uygulamaya alacağı politikaların, dış borcu çoğaltacak finans kalemlerinden uzak durması gerekmektedir. DYY gibi açık düşürücü, üretimi uzun mühlette arttırıcı finansman metotları uygulanmalıdır (Kızılkaya ve Sofuğolu, 2017).

2.8. 1980 Öncesi Türkiye’de Cari İşlemler Dengesine Genel Bakış

Türkiye’nin cari işlemler dengesinde, 1930-46 seneleri periyodunda 1938 senesi ve birkaç kriz senesi haricinde açıklar meydana gelmiştir. Türkiye ekonomisinin son senelerdeki cari işlemler dengesinin genel gidişatına bakıldığında, mal dengesinde devamlı yüksek oranda açıklar verdiğini, gelir dengesinde oluşan açıkların da mal dengesindeki açıklara ilave edildiği, öte taraftan hizmetler dengesi gelirlerindeki pozitif etkinin cari açığın azaltılmasında etken olduğu görülmektedir.

İktisadi açıdan Türkiye’nin cari işlemler dengesini analiz edebilmek için periyotlara göre sıralayacak olursak:

- 1923-1929: Dışa Açık Liberal Dönem,

- 1930-1939: Himayeci-Devletçi Endüstrileşme, - 1940-1945: Savaş Etkisindeki İktisadi Büyüme,

- 1946-1961: Korumacı Devlet Politikalarından Dışa Açık Ekonomiye Geçme Süreci,

- 1961-1979: İthal İkameci Endüstrileşme,

-1980-1988: 24 Ocak 1980 İstikrar Kararları İle İhracata Dayalı Endüstrileşme (Liberal Politikaları İle Dışa Açılma Süreci),

- 1989-2000: İktisadi Faaliyetlerde Mal ve Sermaye Devinimlerinde Tam Serbestleşme,

- 2000 Sonrası Periyot.

Cumhuriyet’in kuruluşundan bugüne değin Türkiye, iktisadi konularla ilgili meselelerde sıkıntılı dönemlerden geçmiştir. Yaşanan ekonomik sıkıntıları kimi zaman küçük çaplı, kimi zamanda büyük çaplı zedelenmelerle geçirmiştir. Türkiye ekonomisi 1980 senesine gelinceye kadar ekseriyetle kendi kendine yetebilen bir ekonomiyken, 1980 liberal kararlarla köklü bir değişime uğramıştır. Ekonomik küreselleşme olgusunun ivme kazandığı dönemlerde Türkiye’de sermaye hareketlerinde liberal politikalar uygulayarak dış dünyaya entegre olma sürecine girmiştir. Ancak bu entegre süreci Türkiye ekonomisini olumsuz yönde etkilemiş ve 1990’lardan başlayan dış borç helezonisi artarak bugüne kadar süre gelmiştir. Meydana gelen bu olumsuz tabloyu daha iyi anlaşılır kılmak için 1980 öncesi ve sonrasında Türkiye’nin iktisadi yapısal durumunun detaylı incelenmesi yararlı olacaktır (Çekim, 2009: 66).

Türkiye’de 1980 öncesinde uygulamaya konulan iktisadi politikalar cumhuriyetin kuruluş 1923-1929 periyodu, 1930-1950 periyot, 1950-1960 periyot ve 1960-1980 arası periyotlar olarak değişik özelliklere sahiptir.

2.8.1. 1923-29 Dışa Açıklık

Bu dönemin ekonomik gelişmişliğini gösteren iki ana özelliği bulunmaktadır. Bunlardan ilki yeni kurulan Cumhuriyetin dünyada nasıl bir konuma geleceğini tayin eden 1923’te yürürlüğe giren Lozan Antlaşması ile 1929’da meydana gelen ve dünyayı iktisadı açıdan derinden etkileyen büyük buhrandır. Antlaşmada 28. madde ile milli bağımsızlık yönünden büyük ölçüde önem arz eden kapitülasyonlar çözüme kavuşurken, Osmanlı Devlet’inden kalan borçlarla dış ticaret (gümrük egemenliği) sorunsalları devam etmekteydi. Lozan’ın getirdiği ekonomik hakimiyet, dış ticaret politikasını imkânsız hale getiriyor; gümrük gelirlerindeki düşüş ve eskicil uygulama olan aşar vergisinin kaldırılması devlet gelirlerini kısıtlıyordu. 1929’da Lozan’ın kaldırdığı sınırlamalara rağmen aynı sene dış borç ödemeleri ve büyük bunalımın

Bu dönemde Mustafa Kemal ATATÜRK liderliğinde İzmir İktisat Kongresi’nin toplanması, 26 Ağustos 1924 Türkiye İş Bankası’nın kurulması, 1927 Teşvik-i Sanayi Kanunu’nun kabulü ve 5 Aralık 1927’de ilk kâğıt paranın sirkülasyonuyla eski kâğıt paranın sirkülasyondan çekilmesi ve böylelikle altın para düzeninden sirkülasyonu mecburi kâğıt para düzenine geçilmesi mühim iktisadi gelişmeler arasında olsa da Lozan Antlaşmasıyla gelen ekonomik yükümlülüğün ağırlığı ülke ekonomisini negatif olarak etkisi altına almıştır (Ateş ve Soyak, 1999: 47-59).

2.8.2. 1930-39 Himayeci-Devletçi Endüstrileşme

1923-29 seneleri arasında dışa açık ekonomik şartlarında ve özel kesim eliyle oluşturulan endüstrileşme sürecinin muvaffakiyetsiz olması ve Osmanlıdan kalan borçların bu sene itibariyle ödemesinin başlaması ve ödemler bilançosunda oluşan açıklar mevcut endüstrileşme politikasının sürdürülebilirliğini olumsuz yönde etkilemeye başlamıştı. Öte taraftan 1929’da baş gösteren dünya ekonomik krizi de 1923-29 periyodu ekonomi politikalarıyla endüstrileşmenin imkân dahilinde olmayacağını alenen göstermişti. Bunlara ilaveten özel kesim sermaye birikiminin epey zayıf seviyede ve tüketim mallarıyla sınırlanmış olması da yeni bir sanayileşme politikasını tetikleyen şartları oluşturmuştu. Bu dönemde uygulanan ekonomi politikaları sebebiyle “devletçilik” adıyla kavramlaştırılmıştır.

1930’lu senelerin beraberinde oluşturduğu yeni şartlarda, devletçilik; ekonomi göreceli olarak dışa kapalı, endüstrileşmenin iç kaynaklarla, ekonominin kendi kuvvetine bağlı olarak geliştiği bir periyot olmuştur. Bu periyotta birtakım dış kredilerin kullanılmasıyla beraber, dışa tabiliğin bir işareti olarak gösterilebilecek dış ticaret açığı yok edilmiştir. Dış dengenin oluşturulmasında etken ithalatın yarı yarıya daraltılması olmuştur. Devletçilik politikalarının uygulanmaya konulmasıyla beraber büyük ölçekli endüstri kuruluşlarının kurulması yönünde adımlar atıldı. Türkiye’nin yapısal olarak batı da ki gibi, küçük üretim kapasitesinin büyük kadranlı fabrikalara dönüşümü sağlanarak endüstrileşmenin maddi tabanı oturtulmamıştı. Özel srmaye birikimi de hâlâ zayıf olduğu için endüstrileşmeyi başlatacak güçten mahrumdu. Bu objektif şartlara 1929 buhranı da eklenince devlet bizzati üretici olarak endüstri tesisleri kurma eğiliminde bulundu. İlk adım olarak Osmanlıdan teslim alınan

fabrikaları hizmete açmak ve yeni fabrikalar kurma, girişimcilere kredi temin ederek özel birikimi desteklemek için Sanayi ve Maadin Bankasının kurulmasıyla başlandı. Bunun devamını hisse senedi anonim ortaklık şeklinde İş Bankası’nın kuruluşu getirdi. 1926’da Alpullu’da İş Bankası eliyle ilk şeker fabrikası kuruldu. Sanayi ve Maadin fabrikasının devrinin gerçekleşmesi ve devlet bütçesinden ayrılan sermaye ile 1936 senesinde Sümerbank’ın ve 1936 senesinde Etibank’ın kurulmasıyla bütün ülke kadranında devlet kuruluşları bazında endüstrileşme süreci başladı. Bu kuruluşlar yalnızca devletçi periyotta (1930-39) değil, ilerleyen senelerde de endüstrileşme sürecinin finansmanında mühim katkılarda bulundular (Eşiyok, 2006:7-8).

2.8.3. 1940-45 Savaş Etkisindeki İktisadi Büyüme

2. Dünya savaşına Türkiye dahil olmamasına rağmen, kaynaklarının epeyce bir bölümünü askeri giderlere ayırmıştı. 1930-39 periyotunda devlet kanalıyla endüstrileşme sürecinde alınan tedbirlere rağmen, özel sektörün 1940’larda sermaye birikiminin yetersizliği sebebiyle ve kamu kaynaklarının da savaş gideri olarak ayrılmasıyla ekonomi yavaşlamıştı. Yalnız, hem savaş şartlarının girişimci oluşturduğu hem de korumacı dış ticaret politikaları sonucunda meydana gelen yoklukla özel sektörde, bilhassa dış ticaretle ilgilenen ticaret sektöründe oldukça sermaye birikimi rantı oluşmuştu. Bu birikim, büyük ölçekli üretim yatırımlarına dönüşecek büyüklükte ve spekülatif yapısı sebebiyle de eğiliminde değildi (Eşiyok, 2006:10).

2.8.4. 1946-61 Korumacı Devlet Politikalarından: Dışa Açık Ekonomiye Geçiş

2. Dünya savaşı sonrasında uygulanan iktisat politikalarının, iktisadi evolüsyon aşamalarının ve hareketlerinin kavranmasında ve günümüzdeki yapı ve sorunlarının çözümlenmesinde, yeri oldukça önemlidir. 1946-61 periyodundaki bu özelliğinin esasında yatan etken, özel sermaye birikiminin yeni kaynaklardan da yararlanarak süratle evolüsyonu giderek sosyal ve iktisadi evolüsyon tayin etmesidir. Savaş senelerinde büyük kapsamlara varan ticari sermaye birikimi, diğer iç ve dış

edilmeyecek mizanda faaliyet kazanmıştır. Bu periyot, tarımın piyasaya açılma prosesinin hız kazandığı, hızlı şehirleşme ve buna dayalı olarak ta yeni birikim imkânlarının oluşturulduğu periyot olarak ta bilinmektedir (Kepenek ve Yentürk, 2000: 89-90).

1946 senesinin ekonomik bakımdan dönüm noktası olmasındaki esas husus 16 senelik süreçtir (1930-1945) aralıksız olarak seyredilen kapalı, korumacı, dış dengeye bağlı ve içe dönük ekonomik politikalarının aşama aşama rahatlatıldığı; serbestleşemeye gidilerek ithalatın önemli ölçütte fazlalaştığı; dış açıkların giderek kronik hâl aldığı; bundan dolayı dış yardım, kredi ve yabancı sermaye yatırımlarında ile tutunan bir iktisadi yapı yerleşmesi gerçekleşmiştir (Boratav, 2003).

2.8.5. 1946-53 Liberal Politikalarla Entegrasyon

2. Dünya Savaşı sonrasına dünyada ve uluslararası ilişkilerde esaslı değişimler meydana gelirken ekonomi biliminde Keynesyen yaklaşımın politikalara yansımasıyla Batı ülkeleri ekonomik darboğazları az zamanda atlatarak başarılı olmuşlardı. Bilhassa yurtiçi efektif talep ve toplam harcama seviyesini çoğaltarak işsizliğin önüne geçmişler ve istikrarlı büyüme sürecine girerek refah seviyesini yükseltmişlerdi. Bu mühim neticeyi emperyalist ve sömürgecilik gibi eskiden kalma ünsiyetlerini kullanmadan oluşturmuşlardı. Batı Avrupa’ sı bu muvaffakiyete devletin rehberlik etmesi ve tanzim edici vazifesini yüklenmesiyle varmıştır. Fransa 1947-53 senelerini kapsayan ekonomi biliminde rehberlik edici tasarı uygulamasının ilk örneğini vererek J.Monnet tarafından hazırlanan “Monnet Planı’nı” uygulamaya bıraktı. Uygulamadaki maksat ekonominin makro dengelerini muhafaza etmek ve lüzumlu yönlendirici tedbirleri bütün çıkar çevreleriyle iş birliği içerisinde vaktinde almaktı. Böylelikle müdahaleci kapitalizm liberal kapitalizmin yerine geçmiş oldu (Çekim, 2009: 71). 1950’li senelerin sonlarında komünist Avrupa ülkeleri haricinde Fransa, Hollanda Belçika) makro seviyede hazırlanmış politika uygulanmaktaydı. İngiltere’ de1946 senesinde uygulandı ancak 1951’de vazgeçilerek 1961’de tekrardan uygulamaya bırakıldı.

Türkiye örneği ise 1946-53 senelerinde Cumhuriyet Halk Partisi ve Demokrat Parti hükümetleri, diğer ekonomilerden farklı olarak 19302lardan itibaren uygulamaya bırakılan devletçi planlı endüstrileşme politikasından uzaklaştı. 1946

senesinde hazırlanan yeni bir Beş Yıllık Sanayi Planı uygulanmadı. 1946’da Türkiye 100 milyon doların etrafında dış ticaret fazlası vermişti. Ancak 1947’de ihracatta durgunluk söz konusuyken ithalatta %100 artış meydana gelerek Türkiye’nin kronik dış ticaret açığı dönemi baş gösterdi. ABD’den gelen yardım ve dış kredilerle dış ticaret açıkları karşılandı. Bu periyotta iktidarlar yabancı sermaye yatırımları üstündeki denetlemeyi rahatlatarak düzenlenen yeni yasayla yabancı sermaye yatırımlarını teşvik etme yönünde ilerledi (Özer, 2010: 10).

2.8.6. 1954-61 Kontrollü Dış Ticarete Dönüş

2. Dünya Savaşı sonrasında 1954-61 seneleri arasında uygulamaya konulan serbest ticaret politikalarından vazgeçilmiş ve ihracat mallarına yönelik talebin azalması ve ithalatta yararlanılabilir dış kaynakların azlığı sebebiyle ithalata büyük ölçüde kısıtlamalar getirilmiştir. Savaş sonrasında serbest ticaret zemininde dış dengenin oluşturulmayacağı değerlendirmesi yapılınca, dış ticarette kontrollü bir politika uygulamaya konulmuş ve tüketim malı ithalinde azalışların devlet kanalıyla oluşturulan yatırımlar ve ithal ikameci politikalarla karşılanmış hedeflenmiştir (Çekim, 2009: 72).

İthal ikameci endüstrileşmenin uygulanmaya konduğu, periyodun ikinci yarısında da enflasyon oranları düşürülememiş, dış açıklar giderilememiştir. 1958 senesine yaklaşırken Avrupa Ekonomik İşbirliği Teşkilatı dış yardımların olması gereken seviyede devam edebilmesi için bir istikrar tasarısının uygulanması gerekliliğini öne sürmüştür. Türkiye dış desteğin kesilmesini istemediğinden 4 Ağustos 1958 istikrar karalarını uygulamaya başlamıştır. Uygulanan istikrar karaları kapsamında:

- devalüasyon yapılmış,

- dış ticaret politikasının tekrardan aranjmanı yapılmış, - para arzı denetim altına alınmış,

- KİT ürünlerinin fiyatları arttırılmıştır.

Yalnız bu senelerde devalüasyon ve KİT fiyatlarının arttırılması fiyatlar genel düzeyinin süratle artmasına sebep olmuş, 1959 senesinde de fiyat yükselişleri devamlılık göstermiştir. Netice itibariyle uygulanan istikrar programı da enflasyonu

düşürmede ve ödemeler bilançosundaki açıklarını kapatmada muvaffak olamamış ve 1959 ‘da ekonomide resesyon başlamıştır (Eroğlu, 2012: 11).

Benzer Belgeler